@𝕏
Kırgız Türkçesi Sözlüğü
caa
I, yay (silah) ; caa tart- : yayın kirişini çekmek ; caasın tarttı: yayını gerdi; caasın tarttı: yayını gerdi; caa tartkıç: yaycı(yayla müsellah olan muharip) ; menden caa boyu kaçat: o, benden günlükten kaçan şeytan gibi kaçıyor( harfiyen: ok atımı mesafede… ) . II, caa berbey yahut ee caa berbey bk. ee II.
caa-
III, yağmak(kar, yağmur hakkında) ; camgır caayt : yağmur yağıyor.
caaçı
I, yaycı (yayla müsellah olan muharip) ; 2. (latince adı: Mantis religiosa olan bir böcektir, M. ) caadır- , et. caa- III den; caadır- : ok yağdırmak, her yandan üstüste ok atmak.
caadır-
et. caadır- dan.
caadıruu-
işş. caadır- dan; ok caadıruu : ok yağdırma, her yandan ok atma.
caak
1. çene ; üstüñkü cakk: üst çene ; astıñkı cakk: alt çene ; çapcaak: arık yanaklı (elmacık kemikleri çıkık olmayan insan hakkında; caak canı bk. canı; cakktayan- ; çeneyi ve yanağı avucuna dayamak(düşünceye dalarken) ; caagıñ bas! : çeneni kes! , sus! , caak basar 1) ilk açlığı gidermeye yetecek miktar yiyecek; 2) herhangi bir şeyin asgeri ihtiyacatı tatmin edecek miktarı; caak ayır- : bir şeyi aşırı miktarda yemek yahut içmek, çene oynatmak; kımızdın caagın ayırdık: kımızı adam akıllı içyik; 2. bazı nesnelerin yan yüzü yahut yan kısmı ; altın caak, kümüş til komuz folk. : çerçevesi altından , dili gümüşten olan ( bir nevi musiki aleti) , kopuz; altın caak aybalta folk. : altın delikli savaş baltası; altın caak sır cebe folk. yanları altından olan, perdalahmış ok temreni, 3. oyanın gemden keçigeye ( bk. keçige 2) doğru uzanan yan kayışları.
caaktaş-
birbirine sövmek; münakaşa etmek.
caaktaşuu
sövüşme.
caaktık
bk. talaa.
caaktuu
elmacık kemikleri çıkık olan.
caal
a. 1. kötülük , fenalık; 2. şerir, muzır.
caala-
1. üzerine atılmak; toptan saldırmak; 2. (söz , bağırma vasıtasile) begenmemeyi bildirme(halk kütlesi hakkında) ; taanıgandarda, taanıbagardar da tuş- tutan caalap unçuguştu : tanıdıklar da, tanımadıklarda her yandan beğenmediklerini bildirerek bağrıştılar.
caaldık
fenalık, kötülük; şerirlik, şirret.
caan
I, yağmur; ak caan: ufak sicim gibi sürekli yağanyağmur; sepeleyen yağmur; caan- cuun: cevvi (atmosferik) teressüpler. II, f.cihan (alem)
caançıl
yağışlı , yağmurlu.
caanger
caangir f. 1. dünyayı zapteden, cihangir; 2. es. emperyalist.
caap
cap III ten gerondif.
caarapıya
= geograiya.
caat
1. düşman taraf; caat bol- : birbirine karşı husumet besleyen zümrelere ayrılmak; cek- caat bk. cek I; 2. zümre, grup ; ulutçul caat: milliyetçi zümre.
caatçıl
husumete yatgın; nifaka mütemayyil; bölünmeyi, parçalanmayı seven.
caatçılık
nifak; niza; zümrelerin mücadelesi.
caattaş-
I, taraftar. II, birbirine karşı düşmanlık besleyen zümrelere bölünmek.
caaz
a. = celdik.
caba-
bk. cap- IV.
cabagı
I, beş alı aylık tay (doğduğunun ilk güzünde). II, yapagı (ilkyaz koyun yünü).
cabalakta-
1. bir işi toptan, kütle halinde işlemek; 2. kütle halinde saldırmak, hücum etmek.
cabalaktaş-
müş. cabalakta- dan.
cabalaktat-
et. cabalakta- dan; kana, iştin cay maanisin cabalaktatçı! : haydi, işle ilgili olan herşeyi ortaya koy, bakalım!
cabayı
1. sade; sun’i olmıyan; 2. vahşi vahşileşmiş.
cabdı-
1. lazım olan şeyleri yetiştirmek, kurmak.
cabdık
1. silah; 2. tedarik ve teçhizat maddeleri, aletler, aygıtlar.
cabdıksız
1. silahsız; 2. teçhizatsız, tedariksiz.
cabdıksızdık
1. silahsızlık; 2. teçhizatsızlık, tedariksizlik.
cabdıktal-
silahlanmış olmak; 2. teçhizatlı, tedarikli ve kurulmuş olmak.
cabırkat-
cebretmek, zulmetmek, müteessir eylemek, tazip etmek.
cabırkay
cardı (sözünün tekidir).
cabırkoo
ıstırap.
cabırla-
= cabırda- .
cabırlan-
= cabırdan.
cabış-
yapışmak.
cabışma
yapışkan.
cabıştır-
yapıştırmak, zamk ile yapıştırmak.
cabıştırıl-
yapıştırılmaz, dutkallanmak.
cabıştırun
dutkallama, yapıştırma.
cabışuu
yapışma.
cabuu
I, örtü; çul; at cabuu: çul; tündük cabuu: obanın duman deliğini örtmek için kullanılan keçe; cabuu astında cal kalat, cal kalbasa, can kalat ats. : çul altında yele (bk.cal I) kalır, yele kalmazsa can (herhalde bir şey ) kalır. II, bk. cabı.
cabuula-
I, örtü, çul sermek. II, cabuu-cabuu diye söylemek (bk. cabı).
cabuulat-
örtü, çül serdirmek.
cacılda-
1. mırıldanmak; çene çalmak; 2. alevlenmek, kuvvetlice yanmak; yalınlamak; cacıldap catkan kızıl calın :büyük kırmızı alev.
caçeyke
kon. = yaçeyka.
cada-
1. nefret etmek; iğrenmek; men senden cadadım: ben senden bıktım; kütö kütö cadadı: bekleye bekleye bıktı; it cadasa – üröt, kişi cadasa külöt ats. : köpeğin canı sıkılırsa havlıyor,insanın canı sıkılırsa gülüyor; 2. istidatsız, aciz olduğu anlaşılmak; dermansız düşmek; cada kalsa yahut cadap kalsa yahut cadaganda 1) bu daha bir şey değil; yalnız bu ise, ehmmiyetiz bir şey oludu; 2) eğer iş o yola dökülürse.
cadagay
bir ev kuşunun adıdır.
cadat-
et. cada- dan; sen meni cadattıñ: sen beni bıktırdın!
cadı
I, kurn ot biçme aleti, saman kesme aygıtı. II, cadı kuuray: bir ot adıdır. III, f. sihir,büğü;sihirbazlık.
cadıra-
lezzetlenmek, zevk duymak; saadetin yüksek derecesine çıkmak.
cadırat-
lezzet, zevk ve saadet vermek.
cadoo
1 işs. cada- dan; 2. bitap düşmüş; tazibedilmiş.
cagaldan-
kurulmak, caka satmak; cagaldanıp süylö- : kurularak, yüksek perdeden. kendini beğenerek konuşmak: cagaldanıp bas- (genç kadın hakında) : süzülerek, etrafa işveli nazarlar atarak yürümek.
cagalmay
1. latince Falco subbuteo denilen doğan; 2. latince Falco vespertinus denilen doğan.
cagana
f. yapayalnız, biricik, yegane; kozolordu cagana kıluu 1) pamuğu kesmek; 2) pamuğu budamak.
cagcay-
= cakcay- .
cagdan
r. camadan.
cagday
şart; durum. ahval; iştin cagdayına kara! : işin ahvaline bak!
cagdayluu
cagday’a ilişkin olan; üy cagdayluu cumuştar: ev işleri evdeki işler.
cagımtalan-
= cagın- I.
cagın-
I, yaltaklanmak, hoşa gitmaye çalışmak, yaranmak; aga emine cagınasıñ? : neden ona hep yaltaklanıyorsun? II, sürmek; upaga endikti koşup cagındı: üstübece allığı karıştırarak sürdü.
cagınuu
işs. cagın- I, II.
cagınuuluk
müdahane, riya, yaranma; öñ karamalık, cagınuuluk: riya ve yaranma.
cagış
hoşluk, gökçeklik.
cagıştık
= cagış.
cagıştuu
hoş, gökçek.
cagni
a. yani; başka tülü söylersek.
cagoo
1. ağaçtan iğneleri bulunan ve alıcı kuşun boynuna takılan bir iptir , ki bu, onun, gagasıyla üzengi kayışına ilişmesine mani olur; 2. yaka; 3. boyunbağı, kıravat.
caguu
I, işs. cak- II den. II, tutuşturma, yakma. III, yağ sürme , yağlama.
cak
I, 1. cihet; tün cak: şimal, kuzey; kün cak: cenup, güney: kıbla cak es. : garp, batı; sol cak: sol taraf; oñ cak: sağ taraf; bazardın beri cagında: pazarın bu tarafında; anın arı cagında: onun öte tarafında ; üy cakka: ev tarafına, ev istikametinde, eve doğru; sayası caktan zıyanduu: siyasi cihetten zararlı; sen cak bolboymun: senin tarafını tutmayacağım; sana taraftar olamyacağım; cagınan: cihetten, göre; forması cagınan uluttuk, mazmun cagınan sotsialistik: şekilce milli , özce sosyalist; men cagınan kaygı cebe. : benim hususumda düşünme! ; calpı cak mat. : müşterek yan; burç çağı mat. : açının kenarı, zaviyenin dılı; 2. gram. şahıs; üçüncü cak: üçüncü şahıs.
cak-
II, 1. hoşa gitmek; mayday cagat: çok hoş, pek hoşa gidiyor; konülümo cakpasa: eğer hoşuma gitmezse; tuura söz tuuganga cakpayt ats. : doğru söyliyeni dokuz köyden kovmuşlar (harfiyen: doğru söz kardeşin hoşuna gitmez) ; 2. faydası dokunmak (yiyecek , ilaç, hava hakkında) ; maa et cakpadı: bana et yaramadı; caga berbey kal- : arzuya göre olamk; münasip zamanında düşünmek; elverişli fırsat çıkmak; anın uruşkanı maga caga bergey kaldı: onun sövüp sayması, benim işime geldi; zaten bende bunu bekliyor, arzu ediyordum. III, yakmak, tutuşturmak; otcak- : ateş yakmak; otko cak- : ateşte yakmak, ateşe vermek. IV, sürmek; yağlamak; kara köö cak- : kurum sürmek.
caka
1. yaka; kayırma caka: yatık yahut bükülebilen yaka; tik caka: dik yaka; caka karma 1) yaka silkmek; 2) mec. hayret etmek; eki kolu cakasında: o hayret içinde, mebhut, dermansız bir haldedir (harfiyen: iki eli yakasında) ; can uyada, caka kolda bolso: sağ esen olursak ( harfiyen: can yuvada , yaka elde olursa) ; ak caka 1) beyaz (kolalı) yaka; 2) al.münevver; alka- caka: yakanın ön kısmı; mec. göğüscükler: alka- cakadan al- : göğüscükleri ellemek; 2. kenar, kıyı; suu cakasında: su kenarında; çet cakadan cetkirilgen: başka yerden ; öteden getirilmiş (yerli değil) ; 3. dağ eteği ; el cayloodan cakaga tüştü: el yayladan dağın eteğine indi.
cakala-
1. yaka geçirmek; çapan cakala- : paltoya yaka dikmek; 2. yakaya yapışmak; kişiyi cakala- : insanın yakasına sarılmak; 3. kenar boyunca yürümek , sahilden gitmek; suu cakala: kıyı boyunca yürümek; ot cakalay: ateş etrafında.
cakalaş-
(karş. çaçtaş- ) : dövüşmek, gırtlak gırtlağa gelmek ( yaya erkeler hakkında ; harfiyen: birbirinin yakasına sarılmak) . cakalaştır- , et. cakalaş- tan.
cakalaşuu
dövüş (yaya erkekler arasında) .
cakalat-
et. cakalaş- tan.
cakaloo
işs. cakala- dan.
cakaluu
yakalı ( ör. bk. calduu) .
cakcay-
(göğüs , omuzlar hakkında) 1. geniş olmak; 2. açık olmak.
cakcayt-
et. cakcay- dan; kökörügün cakcayptıp tura kaldı: (çıplak) göğsünü gererek durdu, durakladı.
cakçı
taraftar, tarafgir.
cakı
destanda tesadüf edilen ve kırgızlaraca teesür ve keder ifadesi için kullanılan moğalca bir kelime.dir; turamın dep, turalbay , cakı dep catıp kaldı Koñurbay folk. : Koñurbay kalkmak istedi, fakat kalkamadı, ve cakı dedi yattı; cakı cakı ! deptir deyt, Karaçakan kaçtı deyt folk.: cakı cakı! diyerek kaçtı, gitti.
cakın
1. yakın (zarf olarak) ; yakın; üygö cakın kaldı: eve artık yakın kaldı; cakın cerde: yakında; cakın kalıptır, bügün- erteñden kelet: az kaldı, bugün yarın gelir; cakın kaldık: bize artık yakındır; biz artık yaklaştık; cakında kelet: yakında (yakın bir zamanda, şu günlerde) gelecek; 2. hısım, akraba, dost, ahbap; cakıñ talaşsa, catka cem ats. : akraba olanlar kavga ederlerse yabancılara yem olurlar.
cakınçıl
(yürük at hakkında) tez koşan, fakat dayanamıyan.
cakında-
yaklaşmak, yakın gelmek; orok ubagı cakındap kaldı: ekin biçme zamanı yaklaşıyor; kalaga cakındaganda: şehre yaklaşırken.
cakındaş-
birbirine yaklaşmak; birbirine yakın gelmek; birbirine cakındaştı: birbirine yaklaştı.
cakındat-
yaklaştırmak, yakın getirmek.
cakındatıl-
mut. cakındat- tan.
cakındatuu
işs. cakındat- tan.
cakındık
yakınlık.
cakındoo
işs. cakında- dan.
cakır
züğürt, fakir; coor cayın cakır bilet ats. : (atın sırtındaki) yağırın manasını fakir bilir (onun, bu gibi atın yerine koymaya başka bir atı yoktur) ; cardı- cakır bk. cardı.
cakırçılık
züğürtlük, fakirlki.
cakırdan-
fakir düşmek, züğürtlemek.
cakırdandır-
züğürtlemeye sebebolmak.
cakırdandıruu
işs. cakırdandır- dan.
cakırdanuu
züğürtleme.
cakırdık
cakırlık, fakirlik, züğürtlük.
caki
f. yahut, veya.
cakşı
1. iyi (zarf olarak) ; cakşının özü ölsö da, sözü ölböyt ats. : iyi adamın kendisi ölürse de, sözü ölmez; eñ cakşı : en iyi, çok iyi ; attın cakşısı : atın en iyisi; cakşısıñbı? : iyi misin? , nasıl yaşıyorsun? ; cakşı kör- : sevmek; cakşı körgön atım: benim sevdiğim at; 2. es. muteber.
cakşıla-
1. övmek; tasvibetmek, onamak; 2. iyileştirmek, ıslah etmek; 3. cakşılap: iyicene; layikiyle; cakşılap tüşün- : iyice kavramak, iyice anlamak.
cakşılık
1. iyilik; hayır işi; cakşılık kıl- : iyilik etmek; hayır işlemek; 2. iyi evsaf.
cakşılıktuu
iyiliği ihtiva eden; hayırlı; iyi.
cakşıloo
1. övme; onama; 2. iyileştirme.
cakşınakay
iyi bir parça.
cakşır-
iyileşmek; daha iyi olmak.
cakşırt-
iyileştirmek.
cakşırtuu
iyileştirme; mal tukumun cakşırtuu: hayvan neslinin ıslahı.
cakta
birisinin tarafını tutmak, taraflı olmak; kim caktap kol kötördü? ; daha ör. bk. kalıs.
caktal-
gram. tasrif olunmak, çekilmek.
caktalış
gram. tasrif olunuş , çekiliş.
caktama
gram. zamir (pronom) .
caktaş-
hep birlikte birisinin taraflısı olmak; birisinin tarafını tutmak, birbirini tutmak.
caktır-
I, tasvibetmek, onamak; caktırmadı: tasvibetmedi; hoşuna gitmedi. II, yakmıya icbar veya müsaade etmek; otun albaganga ot caktırba ats. ; odun devşirmeyene ateş yaktırma (çalışmayan kimse emeği neticelerini taktir etmez). III, sürdürmek(bir ilacı) .
caktırıl-
tasvibedilmek.
caktırış-
hep beraber tasvibetmek.
caktıruu
I, tasvibetme. II, işs. caktır- II den. III, işs. caktır- III ten.
caktoo
işs. cakta- dan.
caktooçu
1. taraftar; 2. müdafacı.
caktuu
bir tarafı tutan , taraflı, tarafgir; birisinin tarafını iltizam eden; ar caktuu: etraflı; alar bir caktuu bolup, biz bir caktuu karmaştık:(iki karagaha ayrılarak) tutuştuk, onlar bir tarafta , biz öteki tarafta idik; işti bir caktuu kıl: işi sonuna erdirmeli, nasılsa da olsa halletmeli, bitirmeli.
cakut
yakut (taş).
cal
I, yele; at calın tartıp min- : gençlik çağına ermek(oğlan kendi başına ata binebilecek çağa ermek) ; kök cal 1) boz yeleli ( kurt) ; 2) bahadır, cesur; 2. atı yele altındaki yağı (at gövdesinin lezzetli parçası sayılır) ; kazı kertip, caldı cep folk. : karın yağını keserek, yele altındaki yağı yiyerek; caya orduna cal bergen , may orduna bal bergen folk. : but eti yerine yele altı yağı, yağ yerine de bal veriyorlardı; calı barda calıngan- caman attın belgisi ats. : henüz yele altı yağı varken yalvarmak (merhamet dilenmek) kötü atın nişanesidir. II. mükafat, iş ücreti, ayak teri; cal küçü: ücret mukabilinde tutulan işçi gücü. III, cal- cal 1. bir melodinin adıdır; 2. olgun kız; dilber; 3. maa cal- cal karayt: o kadın bana aşık gözile bakıyor.
cala
I. iftira. zem (yerme) : cala cap bk. cap- IV. II. cala ayak = calayak; oozun cala ayaktay kılp : ağzını geniş açarak. III. yalamak: it bok calagıça avm. : dakikasında, çarçabuk; may karmagan barmagın calayt ats. : yağ tutan parmağını yalar( bal tutan parmağını yalar) .
calaagan
= calaak.
calaak
yalağan, yalamayı adet edinen.
calaçıl
iftiracı, iftiraya, zemme yatgın olan.
calak
1. tuzlak yerde koyunların yalamasından hasıl olan küçük oyuk; taş calak (uyum tuudu ve s. oyununda) kaybediş, yutulma (oynayanın hesablarında yanılarak boş oyuklar alması yüzünden) ; kaybedilerek boş el kalmak; 2. dudaktaki carha.
calakay
tahammülsüz, sabırsız; uysal; gevşek, kuvvetsiz; işke calakay 1) işe istidatsız; 2) tembel.
calakaylık
1. tahammülsüzlük; 2ç tembellik.
calakor
k- f. iftiraci, iftiraya, müzevirliğe yatkın olan.
calakorduk
iftiraya, müzevirliğe yatgın olmaklık.
calakta-
= calañda I; calaktagan cigit; kanlı canlı yiğit; uuru ittey calaktap: hırsız köpek gibi telaş ederek; koygo tiyçü börüdey erdi murdu calaktayt: koyun üzerine atılmaya hazır bulınan kurt gibi dudakları ve burnu kımıldıyor.
calaktaş-
müş. calakta- dan.
calaktat-
et. calakta- dan; kancar calaktat- : hençeri kınından çıkarmak, hançerle oynamak.
calaluu
iftiraya yatgın, müfteri yalancı.
calam
yalnız yalamaya yetişecek kadar olan miktar; calam talkan: azcık kavut.
calama
düz pürüzsüz; calama zoo: yüksek ve düz kaya ; calama boor: düz dağ eteği.
calan-
yalanmak: koygo tiygen börüdöy, oozu murdun calanıp folk. : koyuna saldıran kurt gibi ağzını burnunu yalayıp.
calañ
yalnız , yalın; münhasıran;calañ kabat: bir katlı; calañ kabat tereze: tek pencere; calañ çay tamak bolboyt: yalnız çay yiyecek sayılmaz; calañ ele kımız içtik(başka hiçbirşey ) ; calañ çapan: yalnız çapan (hiçbir başka giyim) ; kalkı calañ ele kıtay: ahalisi yalnız Çinlilerden ibarettir; cöö- calañ: yaya ; calañ kuduya işingen cöö kalat ats. : yalnız tanrıya güvenen yaya kalır.
calañda-
I, 1. kanlı canlı, çevik, hareketlerinde çabuk olmak; enerjik hareket etmek; calañdagan at: oynak et; calañdagan cigit: çevik delikanlı; 2. çabuk ve aç gözlülükle yalanmak. II, cöö- calañdap bk. cöö I, 1.
calañdat-
et. calañda- I, II,den; bıçak calañdat- ; bıçağı çevirmek; kılıç calañdat- : kılıç sallamak.
calañgıç
yahut canalgıç 1. mit. : ölüm meleği, Azrail; 2. korkunç nesne ; anı men calañgıçımday körüm: ben ondan candan nefret ediyorum; catkan eken çoñ Ürgönç, calañgıçtay körünüp folk. : büyük Örgen (şehri) yayılıp yatıyor ve korkunç manzara görünüyordu.
calañtık
1. tek tabakalılık, sadelik; 2. yalnızlık ; calañ carma calañtık kılat: yalnız carama (bk. carma; 2. tatmin etmiyor, kafi bir yiyecek olmuyor.
calañtöş
bk. töş.
calap
a. avm. orospu.
calaptık
avm. orospuluk, fuhuş.
calaş-
müş. cala- III ten ; kılıç (yahut bolot) mizin calaş-: hep beraber kılıçın yüzünü yalamk(bu eski andiçme şekillerinden biridir) .
calat-
et. cala- III ten ; erdirine kızıl calatkan : dudağına allık sürmüş.
calayak
(bk. cala II) çocuğu elde tutarken muşamba yerine kullanılan kundak bezi; calayak ooz 1) dudakları ince olan ağız; 2) mec. konuşkan , söz ebesi.
calba
calba- culba: parça parça olup yırtılmış.
calbar-
yalvarmak; küçülerek( tezellül ederek) rica etmek; calınıp calbarıp: yalvarıp yakarak.
calbarın-
(manaca) = calbar- .
calbır-
dalgalanmak, sallanmak, titremek.
calbırak
(bitki) yaprağı ; baka calbırak: latince plantago denilen bitki.
calbıraktuu
yapraklı; koyu yapraklarla örtülen.
calbırat-
et. calbıra- dan; calbıratıp çaç koygon : dalgalandırarak saç bırakmış.
calbırla-
= calbırtta- .
calbırt
tutuşma; alev.
calbırtta-
tutuşmak, alevlenmek, alev alev yanmak.
calbız
nane.
calcagay
= alcagay.
calcakta-
sırıtmak; gevezelik etmek.
calcañda-
= alcañda…
calcay-
= alcay- II.
calcılda-
korku, rica ifade eylemek (gözler hakkında) .
calcıldat-
et. calcılda- dan; köz calcıldat- : korku ile rica edermiş gibi bakmak.
calçı
I, ücretle çalışan işçi, ırgat. II, murada ermek ; gerek olanı ele geçirmek; bözçü bözgö calçıbayt ats. : kunduracıda çizme yok (harfiyen : bez dokuyanın bezi yok) .
calçıt-
tatmin etmek; baydın bergen azıgı çalçıtpadı: bayın ( patronunun ) verdiği erzak kafi gelmedi.
calda-
ücretle tutmak, kiralamak; it caldagan suu keçpeyt ats. : yarım yamalk tedbirler maksada erdirmez (harfiyen : köpek kiralayan kimse suyu geçemez. )
caldama
ücretle tutulan, kiralanan.
caldan-
ücterle işe girmek.
caldanma-
ücretle tutlan, ecir.
caldanuu
işs. caldan- dan.
caldap
f. celep; simsar.
caldapçılık
celepçilik; simsarlık; celep, simsar mesleği.
caldat-
= celdet- .
caldık
kök caldık: cesaret ; yararlık.
caldıra
1. rica, arzu ve intizar ile bakmak; şaşkınlıkla rica etmek; yalvarmak; hazin gözükmek; küy gönümden men seni köp karaymın caldırap folk. : seni özleyerek , sana umutla bakıyorum:2. kıvılcım saçmak, parlamamk (rica eden gözler hakkında) .
caldırama
marazi dalgınlıktır, ki insanın manasız ve kavrayıssız nazarlarla bakması bunun ifadesidir; caldırma tiygenbi saga? : sersemledinmi , çıldırdınmı yoksa? ; (neden öyle alık alık bakıyorsun? ) .
caldırat-
et. caldıra- dan ; meni caldıratıp taştap ketti: beni ihtiyaç içinde bıraktı; caldıratpay ar kimge, baktıñ ele caşıman folk. : ta çocukluğumdan beri , beni şuna buna tabi olmama müsaade etmiyerek terbiyeledin.
caldıroo
işs. caldıra- dan.
caldoo
ücretle tutma , kiralama.
calduu
yeleli; tokmok calduu aygır: kolu yeleli aygır; calduu bolso- at, cakaluu bolso- ton ats. : yelei olursa – attır, yakalı olursa – kürktür.
calga-
1. ekelemek; 2. birleştirmek; 3. özök calag 4. yardım etemek(iyilik yapmak) ; andan calgasın albayasıñ: ondan teşekkür işitmezsin; ak calgasın! : giyime tesadüfen süt döküldüğü zaman söylenilen tabirdir ( ki alamet sayılır; harfiyen : aksüt takdis edilsin! ) ; eteğinen calgadı: çocuğu doğurdu.
calgama
düzme, sahte; calgama çırbon: kalp çervonets ( Rus lirası) .
calagalam-
taklidi yapma, sahtekarlık etme.
calgamaloo
taklidini yapma, sahtekarlık etme.
calgan
I, 1. yalan , gerçek ve doğru olmıyan(sıfat olarak) calgan süylö- : yalan söylememk; calgandan: yalandan; sözdü calgan kılbaylı! : sözümüz yalan çıkmasın; vadimizi tutalım; 2. sahte , kalp; calgan rapiske: sahte senet, makbuz; 3. calgan yahut calgan düynö: yalancı es. mec. : fani , dönek, karasız, yalancı dünya. . II, 1. eklemek:eklenilmek; 2. bitişmek.
calgançı
yalancı, daima yalan söyleyen; calgançı bol- : yalancı çıkmak; sözünü tutmammak; calgançı düynö = calgan düynö ( bk. calgan I,3. )
calgançılık
= calgandık.
calgandık
yalancılık ; yalan.
calganma
1. ekleme; 2. db. iltisaki (agglutinant) ; calganma tilder: iltisaki diller.
calgasın
es. kurbanlık; calgasın bee: kurbanlık kısrak ( karş. calga 4) .
calgaş
müş. calga- dan; kol calgaş elden ele vermek.
calgız
tek, biricik, yalnız, münferit; calgızdan- calgız: yapayalnız ; calgız- carm: yalnız; bir bir; calgızcarım colooçu: yalnız yahut nadir bir yolcu; calgız ayak bk. ayak I.
calgızda-
yalnız olmak yahut yalnız hareket etmek; canına coldoş albaştan calgızdap atka mindi emi folk. : yanına arkadaş almadan yapayalnız ata bindi.
calgızdık
yalnızlık; calgızdıgın caşırgan köböyböyt ats. : yalnızlığını saklayan adam çoğalmaz (hayır hahlık görmez, dostlar taraflar kazanmaz)
calgızdoo
işs. calgızda- dan; calgızdoo tart- : yalnızlık duymak.
calgızsın-
içtimai ve akrabalık müzaheretinden mahrum olan yalnız kimseye muamele eder gibi muamelede bulunmak.
calgoo
1. ekleme; 2. gram. affiks (ek, edat) ; söz tuudurguç calgoo: söz türetme eki ; calgoo maanisi : (sözün) sarih manası.
calık-
tembellik etmek, tembelleşmek.
calın
I, yalın, alev.
calın-
II, yalvarmak, yakarmak, ısrarla ricada bulunmak;cakşıga calınsa- can kalat; camanga calınsa- bir kaşık kan kalat ats. : iyi adama yalvarsan- can( hayat) kalır; fena adama yalvarsan yalnız bir kaşık kan kalır (o seni öldürür) .
calında-
yalınlamak, alevlenmek, alev alşev yanmak.
calındat-
alevlendirerek yakmak, alevlendirmek; közünön ot calındatat: gözü ateş püskürüyor.
calındır-
yalvarmaya mecbur eylemek.
calınduu
alevli; kızgın; calınduu salam: hararetli selam; calınduu makabbat: ateşin muhabbet.
calınıç
rica, yalvarış.
calınıçtuu
ricaya müteallik; hazin.
calınt-
et. calın- II den.
calk-
korkak, ürkek olmak; (korkudan) arzu ve hevesini kaybetmek; anda bargadan calkıp kaldım: bende oraya gitmek arzusu kalamadı, oraya gitmeye korkuyorum.
calkı
tek yalnız, bir (ikiz, üçüz ve s. değil) .
calkın
buttun calkını: tabanın üst kısmının eni; baltanın calkını: balta yüzünün eni; calkını karış ay balta folk. : yüzü bir karış olan savaş baltası.
calkıt-
ürkütmek; hevesini gidermek; itti urup calkıtıp koy, üygö kirbesin: köpeği korkutup koy ki eve girmesin.
calkoo
tembel, aşırı tembel, işsiz gezmeyi seven.
calkoolon-
tembellik etmek.
calkoolonuu
işs. calkoolon- dan.
calkooluk
tembellik; boşta gezerlik; işsiz dolaşmayı sevme.
calkootay
ürkütülmüş, ürkek; attı başka çaap calkootay kıldı: atın apışına vurarak ürkekleştirdi.
calma
I, culma sözünün tekidir.
calma-
II, ağızla kapmak; çiğnemek(dudaklarla) ; hırsla yemek; ubadasın calmagan mec. vadini bozmuş.
calmal-
mut. calma- II den.
calmala-
ağızla ve dille kapmak(diyelim, anasının memesini ağzına alan kuzu ve asılı duran paçavrayı kapmaya çalışan buzağı hakkında) .
calmalat-
et. calmala- dan.
calmañda-
yiyecek görünce sabırsızlık göstermek, aç gözlülük etmek; hırsla bakmak.
calmañdaş-
müş. calmañda- dan.
calmañdat-
1. et. calmañda- dan; 2. = calañdat- ; calmañdatıp kılıçtı, cabılışıp çıgıştı folk. : kılıçları sallayıp kütle halinde çıktılar.
calmanış-
yutmaya hazırlanarak vahşiyane bir tarzda gözlerini oynatmak ve dudaklarını kımıldatmak; suratına , ete acıkmış olan yırtıcı hayvan kılığı vermek.
calmoo
işs. calma- II den.
calmooz
= celmoguz.
caloon
caloodoy cigit: cesur, hareketlerinde süratli, becerikli, yiğit, delikanlı.
calooru-
rica ve intizar ile bakmak: acıklı ve aciz durumda bulunmak.
calp
onomatopee (taklit söz) dir ; calp etip: ansızın, birdenbire.
calpaktık
yassılık.
calpalakta-
1. temayül ve teveccüh göstermek; calpalaktap süylöş- : nezaketle konuşmak, karşılıklıca nezaketli sözler söylemek; 2. yaranmak; emine üçün maa mınçalık calpalaktap kaldıng? : neden bana bu kadar koltuk veriyosun?
calpanağ-
müdahane, yaltaklanma; calpañ ur- : koltuk vermek, müdahene etmek.
calpañda
1. yassılanmak2. geniş ve maharetsizce hareketler yapmak; calpañdap uç- : büyük kanatları maharetsizce çırparak uçmak; 3. = calpalakta- .
calpay-
ezilmiş gözükmek; geniş ve yassı olmak.
calpayt-
yassılatmak; kalp ayttım, kalpagımdı calpayttım coç. : yalan söyledim, kalpağımı yassılattım(arkadaşlarını aldattıktan sonra çocuk böyle der) ; calpayta çap- 1) yassılanacak tarzda çalmak; kesmek; 2) mec. imha eylemek.
calpı
umumi; calpı soyuzduk: bütün ittihada ait; calpı cıynalış: umumi toplantı; calpı- cayık : hepsi, toptan, kütle halinde; calpı iş taştoo: umumi iş bırakma, grev; ealpıga paydaluu: umuma faydalı.
calpıla-
umuma yaymak, tamim etmek.
calpılda-
1. temayül, teveccüh göstermek; 2. uşakça hareket etmek; yaltaklanmak.
calpıdaş-
müş. calpılda- dan.
calpıldat-
et. calpılda- dan.
calpıloo
tamim etme, umumileştirme.
calpıy-
yassılamak, ezilmek.
calpıyt-
ezmek, yassılatmak.
calt
çabuk hareketi, ani faaliyeti ifade eden taklidi sözdür; calt ber yahut calt et- : silkinmek;bir yana atılmak; bir yana sapmak; birden koparılmak; atım calt berip, cıgılıp kala cazdadım: atım ürkerek bir yana sıçradı, bende düşeyazdım(az kaldı düşecektim) ; ot calt etti: ateş tututştu, parladı; calt karardı: ani bir göz attı; gözleri parladı; calt- calt et yahut calt cult et- : yıldıramak, yalabımak.
caltan-
ürkek bir yana atılmak bir yanan sapmak; korkudan titremek; aytuudan caltanbayt: söylemekten çekinmiyor.
caltançaak
ürkek, korkak, korkutulmuş.
caltançak
= caltançaak.
caltañ
(bu sözün muhtelif manaları bazen hakkile yakalanamıyor) ; temiz; parlak kök caltañ muz: yüzeyi düz olan tertemiz buz; kök caltañ taş folk. : düz, kaygak taş; kök zoonun başı kök caltañ folk. : mavi kayanın tepesi açık mavidir; ak caltañ 1) açık beyaz; bembeyaz , apak; 2) buzla örtülmüş kaya; ak zoonun başı ak caltañ, añdabay basıp tay gıldım folk. ak kayanın tepesi buzla örtüldüğünden ihtiyatsız basarak ayağım kaydı; caltañ kişi: korkak, çekingen adam.
caltañda-
korkarak bakınmak, mütereddit bakmak.
caltar-
1. esaretini kaybetmek, korkmak; 2. kaçınmak, sakınmak (diyelim, darbeden) .
caltılda-
göz kamaştırırcasına parlamak, yıldırmak.
caltıldat-
et. catılda- dan.
caltıldoo
yıldırma, yalabıma.
caltır
parlak; caltır muz: parlıyan (yüzeyi dümdüz olan) buz.
caltıra-
yıldırama, yalabıma.
caltırat-
et. caltıra- dan.
caltıroo
parlaklık.
caluu
1. böbürlenme, burun şişirme, kibir; 2. arzu istek; can caluum aytayın folk. : kudsi arzumu söylemek istiyorum.
caluun
r. kon. maaş, aylık iş ücreti.
cam
I, cemi; tekün, top. II, müdafi; taraftar. III, (bk. küm) bala üçün kişi otko, camga tüşöt : evlat için insan ateşe ve suya düşmeye hazırdır (harfiyen: ota ve suya düşer ) . IV, f. cam kese : kadeh; bokal, kupa.
cama
I, yahut kara cama : ıskarbot (hastalık) ; oozuñdu kara cama cesin! (yahut alsın! : ağzını ıskarbot çürütsün! ) .
cama-
II, yamamak, yama koymak.
camaa
= camaat.
camaaçı
yama.
camaaçıla-
yamamak, yama koymak.
camaaçılat-
et. camaaçıla- dan.
camaaçıluu
yamalı, yamalarla dolu.
camaat
a. camaat; cemiyet.
camaattaş-
hep beraber, elbirliğiyle hareket etmek.
camacay
ağzın köşeleri.
camaçı
= camaaçı.
camak
1. yama; 2. irtical (şi’ri yaratış nevilerinden biri olmak üzere) .
camakçı
1. tamirci soğuk kunduracı; 2. irticalci; hanende şair (bu gibi şairin proğramına bahadır destanı girmez) .
camakçılık
camakçı (bk.) mesleği, zanaatı.
camal
a. güzellik, cemal.
caman
1. fena, kötü, berbat, bozuk; cakşını söz öltüröt, camandı tayak öltüröt ats. :iyi adamı söz öldürüyor, kötüyü ise, yalnız dayak öldürüyor; meni caman kıldı: bana fenalık yaptı; caman aytpay cakşı cık atş. : iyiliksiz kötülük yoktur (harfiyen: kötüyü söylemeden iyi olmaz) ; caman at yahut camanat: fena şöhter, kepaze olma; caman at kıl- yahut camanatta- : terzil etmek, kepaze etmek; camanattuu : rüsva olmuş; caman kör- : sevmemek; teveccüh göstermemek; caman cay. avret (ut) yerleri; 2. tar. avamdan olan ; fakir ; 3. pek, gayet; caman çoñ : gayet büyük; caman cakşı: pek iyi; açuusu caman: gayet hiddetli; 4. çocuk, evlat; bir camanım bar: bir çocuğum var; ayuu amanın tileyt, cakşı camanın tileyt ats. : ayı halasını ister; iyi ( adam) çocuk ister.
camanat
bk. caman 1.
camanatta
bk. caman 1.
camanattu
bk. caman 1.
camançılık
fena, kötü muamele; camançılık kör- : felaket ve fenalık görmek.
camanda
- , yermek, çekiştirmek; kınamak( tayibetmek) ; camandap süylö- : menfi yönden tasvir etmek; ters söylemek(diyelim, ileri sürülen namzetlere karşı) .
camandal-
mut. camanda- dan.
camandaş-
hep beraber zemmetmek, karşılıklıca çekiştirmek.
camandat
kınamaya müsaade veya icbar eylemek.
camandık
fenalık; camandık kıl- : fenalık etmek.
camandıktuu
kötü, fena; muzur.
camandoo
yerme, kınama.
camansıt-
tasvibetmemek; fena saymak.
cambaş
harkafa, kalça kemiği, but; navsala (anat) .
cambaşta
- , uzanmak, yatmak.
cambaştaş-
hep beraber uzanmak.
cambı
muhtelif şekillerde ve muhtelif ağırlıklarda olan ve Çin’ de para yerine kullanılan gümüş sebikeleri(dökme parçaları) ; böyrök cambı: böbrek şekillerindeki gümüş sebikesi.
camda-
toplayıp bir yekün çıkarmak; tamim etmek.
camdaş-
yekün teşkil etmek; tamim etmek.
camdaştır-
= camda- .
camdoo
toplayıp yekün çıkarma; tamim etme.
camgır
yağmur; kara camgır: sağanak.
camgırla-
sağanak şekilde yağmak.
camı
a. hep ; onların hepsi.
camın-
saklamak; örtülmek; kapatılmak; örtünmek (elbise giymek) ; kiş içigin camınıp folk.: samur kürk giyinirek; say camınıp kaç- , : derede saklanarak kaçmak; tün camınıp : gece karanlığında.
camınçı
1 .örtü; örtünmeye yarayan nesne; 2. mec. hami, müdafi.
camınt-
et. camın- dan; bürügö koy terisin camıntpa: kurda koyun kürkü giymeye müsaade etme.
camıra-
çabucak yığın halinde toplanmak ; birbirine üşüşmek (diyelim anasının yanına bırakılan kuzular hakkında) ; kök camıray baştadı: taze ot gür bir surette filizlenmeye , intişaş etmiye başladı; tuş- tuştan camırap: kütle halinde her yandan üşüşerek; kozu camıradı 1) kuzular yığın halinde üşüştüler; 2) mec. : kıvılcımlar sıçradı (diyelim, kurum yanarken) ; top kişinin ökürüğü çıktı; orbuzdan tura kalkıp, biz da camıradık: kala balık insanları ağlama sesleri duyuldu, bizde yerimizden fırladık ve ( ağlamada) onlara katıldık.
camırat-
et. camıra- dan.
camoo
1. yama koyma; 2. yama.
campa
inek tezeğinden yakmak için yapılan yufka.
campay-
1. yan gelip yatmak, uzanıp yatmak; 2. yassılamak; basık, ezik olmak.
campoz
karakuş nevilerinden biridir.
camşıy-
bir yana sapmak, eğrilmek; caagı camşıydı: çenesi çarpıldı.
camşıyt-
et. camşıy- dan.
can
I, yan, cihet; biyik toonu canınan kör, başına çıpka, cakşı kişini alıstan uk, canına barba- ats. : yüksek dağa yanından bak, tepesine çıkma; iyi adam hakkındaki sözleri uzaktan dinle, yanına varma! (yakından onlar ehemmiyetlerini kaybediyorlar) ; canımda: nezdimde, katımda; canımda cok: üzerimde yoktur; canına bar! : yanına yaklaş! canınan tölödü: kendisi, kendi hesabına, kendi cebinden ödedi; cancagın karanıp: etrafına bakarak; canın karardı yahut can- cagın karardı: etrafın abakındı; coktun canında: yokun yanında, hemen hemen yok gibi; can tart- ,: birisinin tarafını tutmak; birisinin tarafına geçmek; canga bas- 1) saklamak; 2) cebe koymak, kabullenmek, benimsemek. IIf. ruh, can; canlı varlık; insan; canı barbı? : diri midir? , daha soluk alıyormu? ; can coldoş: canciğer dost; canı kolunun uçunda: canlı cenaze (harfiyen: canı elinin ucunda) ; can cok anda: o korkaktır; başın kötörör canı çok: başını kaldıracak gücü yok, o büsbütün kuvetten düştü; can kişige aytpa! : kimseye söyleme! ; canga körünböy: kimseye görünmeden; candan murun: herkesten önce; candın mittaamı: dolandırıcıların elebaşısı; üyün körgön can emespin: ben hiçbir zaman onun evinde bulunmadım (harfiyen: ben onun evini gören can değilim) ; canım töbömö çıktı: canım tepemem sıçradı : gayet korktum; canım ökçeye gitti (harfiyan: canım tepeme sıçradı) ; canım kulagımdan uçuna çıktı: pek korktum (harfiyen: canım tepemem sıçradı) ; canım kulağından ucuna fırladı) ;can açır tuugan: (yakınları için) canı acıyan hısım ; akrabalarını düşünen akraba; can baguu yahut canbaguu: maişet kaygıları, geçinme meşgaleleri; can baktı bk. bak IV; can kolgo al- : herşeyi göze almak (harfiyen: canı ele almak) ;kılıç menen çabışp, canın kolgo alşıp folk. : birbirine kılıç çalarak, sonona kadar dövüşmeye karar vererek; canıñdı oozuña tiştep bar! : cesaretle yürü! ; can talaş- 1) ölümle güreşmek, can çekişmek; 2) mec. büyük gayret sarfetmek, bütün kuvvetiyle çalışmak; can talaştır- : büyük gayret sarfettirmek, aşırı derecede kaygılandırmak; can ber- 1) can vermek, hayatını bağışlamak; 2) andiçmek; can sal- es. : andiçmek için kendi yerine başkasını kovmak; canım tört çarçı boldu: parçalarınıyorum, büsbütün bittim; canına battı: bizar oldu; canı çıktı1) canı çıktı, öldü; 2) kendini kaybetti; carım can: canlı cenaze; kılça can: kıl kadar can: siyah can; çımın can: sinek can; altın can: altın ruh (bunlar folklorda sık sık kullanılan vasıflardır) ; kara canın zorgo bgıp cüröt: zor geçiniyor(harfiyen: kara canını zor geçindiriyor) ; kara canın cesin! : kahrolsun! (harfiyen: siyah ruhunu yesin! ) : can – canıbar : bütün canlı varlıklar; can bütkön yahut canbütkön :bütün yaşayanlar; amalın candan aşırdı: sanatiyle herkesi geçti (harfiyen: her diriyi..) ; can cer: çocuk doğurma azaları; can dilibiz menen: can ve gönülden; başımla beraber; can candan bk. candan; can algıç: Azrail; can kıygıç: katil, canı keçke cetpesin! : akşama kadar yaşamasın! ; canın sabap: bütün kuvvetiyle; canımdı cebeymin! : (yalan söyledimse) canım çıksın; kendimin düşmanı değilim ya!
can-
III, dönmek; sözdön can- : sözden caymak, sözünden dönmek; ciptin uçu candı: ipliğin ucu dağıldı, çözüldü; şişik candı: şiş indi; cüz canbagan cigit: cesur pervasız yiğit, delikanlı. IV, yanmak, tutuşmak.
can-V
= canı- .
cana
yine, daha; mükerreren.
canadil
kon. cenaddel.
canakı
= cañkı.
canaş-
1. yan yana bulunmak; yan yana bulunmak veya hareket etmek; canaşa: yan yana; böğür böğüre; canaşa cat- : böğür böğüre yatmak; canaşa bastır- : yan yana gitmek; 2. yaklaşmak, yanaşmak.
canaştır-
yaklaştırmak, yan yana koymak, böğür böğüre koymak.
canatan
gene, yeniden, yeni baştan.
canayak
kulplu çanak (daha fazla nasıbay bk. tütünü övütmek için kullanılır) .
canaza
a. dn. cenaze namazı kılmak.
canbaguu
bk. can II.
canbaktı
= can baktı ( bk. bak IV) .
canbaş
= cambaş.
canbütkön
bk. can II.
cancak
(can- cak) bk. canI.
cancökör
tarafdarlık, yardakçılık.
canç-
dövmek; parçalamak, ezmek.
cançıl-
ezilmiş, dövülmüş olmak.
cançıra-
kırılmak, parçalanmak, ezilmek.
cançmal
darı yarması, süt ve yap ile yapılan bir nevi yiyecek.
cançuu
işs. canç- tan.
cançuur
havan (havaneli ile birlikte) .
canda-
1. yanında bulunmak; yan yana durmak; 2. yakın gelmek, yanaşmak; 3. hizmet etmeye çabalamak; yaltaklanmak; yaranmak.
candama
1. yanda bulunan nesne; yandaki; teğit( temas eden) ; süylömdün candama müçölörü gram. : cümlenin tali ( ikinci derecedeki) üyeleri; 2. (kuşakta) üzerinde bıçak taşınan kayış; 3. yol arkadaşı.
candan-
1. canlanmak; 2. candan yahut can candan- : aile sahibi olmak; tentirep cürgönçü mal mal maldanayın, can candanayın: işsiz dolaşmaktansa, mal ve aile sahibi olayım.
candandır-
canlandırmak.
candandırıl-
canlanmak, canlılık kesbetmek.
candandıruu
işs. candandır- dan.
candant-
canlandırmak, ruh vermek.
candanuu
işs. candan- dan.
candar
f. canlı, diri varlık.
candarm
candarman = jandarm.
candaş-
es. işi ant vermek suretiyle halletmek.
candat-
yahut candatıp ayt- : kapalı, kinayeli söylemek.
candık
1. diri varlık; 2. (koyun, keçi gibi) ufak evcil hayvanlar.
candır-
I, tutuşturmak( yakmak) ;kundaklamak. II, geri vermek, iade etmek; cip candır: bükülmüş ipliği çözmek, açmak; candırıp sura- : tekrar sormak veya dilemek(rica etmek).
candıral
kon = general.
candırmak
çözmek, halletmek; tabışmakka candırmak: bilmeceyi çözmek.
candırmaktuu
candırmaktuu kep: ima, telmih; ima ile söylenen söz; daha ör. bk. canıktat.
candıruuçu
yakıcı; kundakçı; soguş otun candıruuçular: harp kundakçıları.
candimi
bk. dimi.
candooçu
kız kuuduru. (bk. kız) oyununda delikanlıya yahut kıza refakat eden erkek.
canduu
canlı, diri.
cañ
jest, hareket.
cañak
ceviz.
cañakı
(rad. , V) = cañkı.
cañcal
f. şamata, kavga.
cañcalçıl
kavgacı, şamatacı, nifakçı.
cañcaldaş-
kavga etmek, patırtı çıkarmak.
cañcaldaştır-
işi kavgaya, patırtıya çıkarmak.
cañcalduu
nizanlı, münazaalı.
cañcuñ
çin. (destanda9 : vilayet amiri, umumi vali.
cañda-
ellerle jest yapmk; cañdap süylöş- : jestlerle anlaşmak.
cañdoo
jestler yapma.
cañgak
= cañak.
cañgızdık
= calgızdık.
cañı
1. yeni; ay cañısı: ayın ilk yarısı; aydın beş cañısı: ayın beşinci günü; 2. ahiren, az bir müddet önce; cañıdan: ahiren: ahiren bir müddet önce; henüz; cañıdan kötörülgön ay: henüz doğan ay.
cañıçıl
müceddit, yenileyici.
cañıl-
yanılmak.
cañıla-
yenilemek; et cañılap cesin dep, elüüdön aşık cılkı aldım folk. : taze et yiyebilsin diyerek, elliden fazla et aldım.
cañıldır-
yanıltmak, şaşırtmak.
cañıldıruu
yanıltma, şaşırtma.
cañılık
yenilik, yeni şey; yeni haber; kündün cañılıktarı: günün yeni haberleri.
cañılış
I, yanlış,hata; yanlış olarak.
cañlış-
II, yanılmak, şaşırmak.
cañılıştık
yanlışlık.
cañlıştır-
et. cañılış- II den.
cañılıştıruu
= cañıldıruu.
cañılt-
= cañıldır- .
cañıltuu
= cañıldıruu.
cañır-
I, çınlamak,yankılamak (yankı hakkında) . II, yenilemek; köönüm cañırat: gönlüm ferahlıyor.
cañırıkta-
yankılandırmak; gürletmek (havayı sesle doldurmak) ; oy- toonu cañırtıp ırdap kele atat: dereleri, dağları yankılandırarak rlayıp (şarkı söyleyip) geliyor.
cañırtıl
yenilenmiş olmak.
cañırtış-
müş. cañırt- tan.
cañırtuu
işs. cañırt- I den.
cañıruu
işs. cañır- II den.
cañkı
deminki; anılan.
cañsa
1 .(bir yönetiyi göstererek yahut darbeyi defederek) el sallamak; elin ters yanıyla vurmak; 2. jestler yapmak.
cañsak-
= çala; cañsak uktum: kulağıma çalındı; işittim amma, tam olarak işittiğimden emin değilim; soyul cañsak tiydi: sopa hafifçe dokundu.
cañsıl
işibiz bir cañsıl boldu: işimiz açıklandı, karalaştırdı, bitti.
cağonsoo
1. ( yönetiyi gösterirken yahut bir darbeyi defederken) el sallama; 2. jestler yapma; el kol hareketleri yapma.
canı
, 1. ilişmek, dokunmak; yandan yanaşmak; yanından geçemek; 2. kah bir yanını, kah öteki yanını sürterek (bıçak, ustura ve s.) bilemek; caak canı- : çene çalmak, dırlanmak; caagın canıgan: geveze; azuusun avga canıgan bk. azuu.
canıbar
I, f. hayvan. II, kon. = yanvar.
canıktat-
ima etmek, kinaye ile anlatmak; candırmaktuu kep aytam, canıkatatıp dagı aytam folk. : kinaye ile söylüyorum, bir daha ima ile anlatıyorum.
canıma
1 . sürtünen; 2. kad. bileği taşı.
canış-
müş. canı- dan.
canıt-
et. canı- dan; caak canıt- : çene çaldırmak, dırlandırmak.
canıtma
1. es. tefrika (gazetede) : 2. rastgele ileri sürülen küçük bir fikir.
cannat
a. 1. cennet, uçamak; 2. (folklorda) kıymetli bir kumaşın adıdır.
cansar
f. çala cansar: yarı diri, canlı cenaze.
canselek
= canserek ( bk. serek) .
cansıra-
yarı diri, ölüme yakın olamk, takatten düşmek.
cansız
I, cansız;hissiz. II, çasıt, casuz.
cantalaş-
yahut can talaş bk. can II.
cantalaştır-
yahut can talştır bk. can II.
cantay-
yan yatarak, dirsekle dayanmak; cantayıp cerge catpayın folk. : yanımla yere yatmayım!
cantayma
dağ yamacı.
cantayuu
işs. cantay- dan.
cantık
yamık, eğilmiş, mail,eğrilmiş; cantık kurt zol. : bir nevi karides; cantık sızık bk. sızık I.
cantıy-
eğilmek, eğrilmek; apkıtı cantıygan caman kepiç: ökçesi eğrilmiş berbat lastikler.
cap
I, ( rad. ) kazılmış hendek. II, ca sesiyle başlıyan kelimelerin önüne takviye için katılır: capcaman: çok fena;cap- cakşı: pek iyi; cap- cañı: yepyeni;cap- calgız:yapa yalnız, büsbütün yalnız; cap – caşıl: yemyeşil; cap- caş: çok yakın, yan yana. III, caagı cap boldu: çenesi durdu, sustu.
cap-
IV, örtmek, kapatmak; kapatmak; üy cap- : keçe evi örtmek; eşik cap- : kapı kapamak; cara acpkan: yaralarla kapanmış, yaralar içinde; tokoç cap- : ekmek pişirmek ( karş. : bışır- ) ; caba: baştan başa; cala cap- : iftira etmek; zemmetmek; yalandan itham eylemek; sarpay cap- : hil ‘at giydirmek.
capa
capa tırmak bk. tırmak.
capaa
1. a. cefa; tazip; cebir; capaa kör : cefa görmek; capaa kıl- yahut capaa sal- : rahatını kaçırmak; eziyet vermek; 2. hiyanet, ahdi bozma; ahit bozan.
capalak
puhu (kuş) .
capalakta-
kuşbaşı kar yağmak; capalaktap kar caap turat : kuşbaşı kar yağıyor.
capaldaş
alçak ( kısa) ; calpadaş boyluu, keñ dalı folk. : kısa boylu, geniş omuzlu.
capan
1. vahşi, yabani, ele alışmayan, evcil olmıyan; capan bolup kal: vahşilemek; 2. işlenip bakılmamış; capan bede: yaban yoncası ; 3. barbar; 4. çöl.
capandık
vahşilk, barbarlık.
capañ
capañ- cupañ : kuşbaşı şeklinde (kar) .
capañda-
hareket etmek; harekete getirmek gayet geniş, çuvalımsı giyim giymiş yahut ezik kalpak giymiş kanburu çıkmış insan hakkında) .
capar
a. dn. her şeye kadir, cebbar (Allahın sıfatıdır) .
capayı
sahravi, vahşi, yabani.
capayıçılı
vahşet, yırtıcılık.
capılda-
1. çok söylemek ; 2. yaltaklanarak konuşmak.
capır-
devirmek, bükmek; yere doğru eğmek ; (diyelim, yelin otu eğmesi gibi) : congoş konu şamal capırdı: yoncayı rüzgar yaktı; izdep cüröm capırıp folk. : özenle araştırıyorum; at ku’ agın capırdı: at kulağını kıstı.
capırak
= calbırak.
capıray-
alçak, basık olmak: capı raygan caman üy: kötü, basık oba.
capırıl-
mut. capır- dan; mizi capırıldı 1) diş diş oldu; 2) mec. burnunu kırdılar ( kibrini giderdiler) .
capırt
yahut cabıla capırt : toptan, kütle hallinde; baştan başa; hepsi, tamamiyle; capırt birdey: baştan başa aynıdır; capırt atka minisip folk. : hepsi birden ata binerek.
capıs
= capız.
capız
alçak, kısa boylu; ezik; capız üy: basık ev; capız töbö: alçak, yassı tepe.
capkak
kubbe ( çatı) .
capkıç
kapak ; al capkıç: önlük.
capma
örtülmüş, kapanmış; capma alaçık: kerege (bk.) siz oba; capma çelek: az mikdarda boza, insanın kendisi için yahut en yakın dostları için saklanmış olur.
capsar
örtü ( örtecek nesne ) taştın capsarına koydu: taşın arkasına koydu.
capşır
= cabıştır; cerge capşıra çap! : öyle çarp ki yere yapıssın.
capşırıl-
= cabıştırıl- .
catı
kazanga captı: kazanda pişirilen ince yufkalar.
captık
= capdık.
crtır
kapatmak, örttürmek; ürttük captır- : örtü, çul ile örttürmek.
captıruu
işs. captır- dan.
car
I, f. dost, yar, sevgili kadın, metres; car körüşüü: bir oyunun adı ( bk. oyun) esnasında erkek ve kadın gençlik bununla eğlenir; car körüş, car körüşüü oynamak; car- car: düğün şarkısının nakaratıdır; tört car = çaryar. II, f. moyunum car berbeyt: arzum yok, tembelliğim tuttu; moyun car berbegendikten: arzusuzluk yüzünden, tenbellik dolayısıyle. III, yar, uçurum, dik sahil; car taş: deniz kıyısındaki sırt kaya. IV, feryat; ilam; ilan;car sal-: feryat, yardıma çağırma; (münadi vasıtasıyla) umuma bildirme. V. yarnak, parça parça etmek; otun car- : odun yarmak, kırmak; cara çap- : yararcasına kesmek, çalmak; artık döölöt baş carbayt ats. : fazla servet kafa yarmaz, kırmaz, fazla mal göz çıkarmak.
cara
I, yara; cerha; karha.
cara-
II, 1. hoşa gitmek, yaramak; carayt: olur; iyi; işe yarar; işke carabayt 1) işe yaramıyor; 2) hükümsüz; biz dagı sizdiñ bir işiñizge carap kalarbz: bir vakit bizde sizin bir işinize yararız: bir ooz. " kel " digenge carabayt: " buyu runuz inşallah " demesini bile bilmiyor; 2. antrenöman görmek; koşuya, sefere hazır bulunmak (at hakkında )
caraat
. a. = cara I.
caradar
k.f. = caraluu.
carak
silâh; teçhizat; coo carak: savaş silâhları; carak-cabdık: teçhizat; tedarikât; kerek-carak 1) gerekli teçhizat vetedarikât; 2) silâh ve mühimmat; kerek-carak koomu: yoğaltım (istihlâk) şirketi.
caraksız
1. işe yaramıyan, berbat; 2. müsellâh olmıyan, silâhsız.
caraktan-
silâhlanmak.
caraktandır-
silâhlandırmak.
caraktandıruu
işs. caraktandır-dan.
caraktant-
silâhlandırmak.
caraktanuu
işs. caraktan-dan.
caraktuu
1. işe yarayan; cumuşka caraktuu: çalışabilen; 2. silâhlanmış; caraktuu künü coo kelbeyt ats.: insanın silâhlandığı gün düşman galmez.
caral-
yaratılmak, halkedilmek.
carala-
yaralanmak, cerhetmek.
caralan-
yaralanmak, cerhedilmek.
caraloo
yaralama.
caraluu
yaralı, mecruh; caraluu kiyik cata albas ats ats.: yaralı geyik (bk.) yatamaz; coo aaygan - caraluu ats.: düşmana acıyan kendisi yaralanır.
caram
yarama; işe yarama.
caramazan
a. dn. ramazan ayında söylenen âyinlik şarkı (bk. ramazan) .
caramdık
istidat, işe yararlık.
caramduu
1. yarayan; işe yarayan; caramduu cer: (ekim için) yarayan toprak; 2. sevimli; caramduu at: endamlı, güzel at.
caramduuluk
1. yararlık, işe yararlık; istidat; ar kimden – anın caramduuluguna caraşa, ar kimge –anın emgegine caraşa: herkesten istidadına göre, herkese emeğine göre; 2. sevimlilik.
caramsıktan-
yaranmak; iş görür gibi gözükmek.
caramsız
yaramaz, işe yaramıyan; caramsız cer: (ekim için) yaramıyan toprak.
caramsızdık
yaramazlık, fena hareket; tayip edilir hareket ve iş; intizamsızlık; hovardalık.
carañka
1. ufak kırılmış odun, yonga; 2."ağaç,taş ve s.gibi sertbir şeyden kopup ayrılmış olanparça": kopuntu.
carardık
yararlık, yarayan; işke carardık: kullanılabilen.
carasız
yarasız, mecruh olmıyan.
caraş-
1. barışmak; 2. yakışmak; münasip ve yaraşık olmak; bizge içkilik caraşpayt: bize ayaşlık yakışmaz; bakkan eesi caraşsa, kara küçük sak bolot ats.: sahibi uygun olursa, kara (yani bayağı, soysuz) enik dahi uyanık olur
caraşa
göre (tevfikan); tatbikan; cergeliktüü şarttarga caraşa: mahallî şartlara göre uygun olarak; daha ör. bk. caramduuluk.
caraşalık
uygunluk, mutabakat.
caraşık
yararlık, işe yararlık; caraşıgı cok kiyim: yakışmayan giyim, özenle dikilmemiş elbise; çaraşık kün: açık, iyi gün.
caraşıktuu
yarayan; hoş; yakışan; caraşıktuu kiyim: tam gelen, yakışan elbise.
caraşımduu
yakışık, yaraşık.
caraşpastık
barışmazlık.
caraştır-
barıştırmak.
caraştıruu
işs. caraştır-dan.
caraşuu
işs. caraş- 1 den; caraşuusu.cok küröş: barışılmaz mücadele.
caraşuusuz
barışmaz.
carat-
1. tasvibetmek, beğenmek; 2.işe yarayanı seçmek, iyisini ayırtlamak; cılkından caratıp at mingen folk.: sürüden seçerek en iyi ata binmiş; 3. antrenöman yapmak: at carat-: atı koşuya veya sefere hazırlamak için antrenöman yapmak; at suutup caratıp folk.: atı antrenöman yaparak; 4. yaratmak, halketmek.
caratıl-
yaratlmak, halkolunmak.
caratılış
tabiat, fıtrat; caratılış baylıktarı: tabiat zenginlikleri.
caratkan
dn. yaradan, hâlik.
caratuu
ı, tasvibetme. ıı, yaratma, halketme; icad etme, varlığa getirme.
carbañda-
lâübalilik etmek, lâübalice şaka etmek, lâübalice kucaklamak.
carbay-
zayıf olmak (başlıca, gülümseyen yüz hakkında).
carçı
münadi, çığırtkan.
carda
1. su aşındırmak; eşmek; kazımak; alışğndı bek bayla, cardap ketse suu berbeyt folk.: arkını iyi pekit, kazılırsa su vermez; 2. sıraya dizilmek; beleske çıgıp cardagan folk.: dağ geçidine çıktılar ve sıraya dizildiler.
cardam
. f. yardım, müzaharet.
cardamçı
yardımcı, muavin; cardamçı etiş gram.: yardımcı fiil.
cardamdaş
ı, birine yardım edenler.
caramdaş
ıı, karşılıklıca yardım etmek.
cardamdaşuu
yardımlaşma; cardamdaşuu komissiyası:müzaharet komisyonu; cardamdaşuu kassası: karşılıklı yardım sandığı.
cardamsız
yardımsız, âciz, yardım
görmiyen
.
cardan-
merakla, hayretle bakmak, gözlerini geniş açmak (çok şahıslar hakkında); adamdın baarı çuuldap, katar turup cardanıp folk. :bütün halk sıraya dizilerek ve hayret ederek gürültü yapıyor; emine cardanasıñar?: neden gözlerinizi faltaşı gibi açıyorsunuz?
cardañ
(rad.) canlı; canlılık.
cardaş-
müş. carda 2 den.
cardı
fakir, züğürt; cardı-cabırgay yahut cardı-cakır: fakir halk.
cardıçılık
= cardılık.
cardık
= carlık.
cardılan-
fakir düşmek, züğürtle-
mek
.
cardılık
fakirlik; cardılığın caşırgan bayıbayt ats.: fakirliğini gizliyen zenginleşmez.
cardır-
yardırmak, kırdırmak (diyelim odunu ); tabıt cardır-: tabut yaptırmak.
cargak
1. zar (bir iç havuzu kaplıyan yahut iki uzvu birbirinden ayıran ince deri, m.); 2. tüyünden ayrılmış ve arıtılmış hayvan derisi; cargak şım: deri şalvar; cargaktay:arık, zayıf.
carganat
yarasa.
cargı
taş cargı: taş yarıklarında biten bir otun adıdır.
cargıç
yırtıcı; cargıç kuştun mıktısı alp kara kuş bar eken folk.: orada yırtıcı kuşların en güçlüsü olan kartal varmış.
cargılçak
el değirmeni
cargız-
patlatmak.
cargızıl-
patlatılmak; dinamit menen cargızılgan: dinamitle patlatılmış.
carı
ı, töş carı bk. töş.
carı-
ıı, haliden memnun olmak; gereği gibi tatmin edilmek (daha fazla menfi şekilde kullanılmaktadır); al tamakka carıbagan: (eskiden) adamakıllı yiyecek görmemişti; er carıbagan nerse: değersiz nesne; boş; ufak tefek.
carık
ı, ışık, aydın; carıkka çık- : aydınlığa çıkmak (dünyaya çıkmak: neşrolunmak, tabedilmek); carık kıl-: aydınlatmak; lâmba yakmak. ıı, çatlak yarık, çatlamış olan.
carıkçılık
ışık; aydın dirim; mesut yaşayış.
carıktık
göz nuru; sevgili.
carıl-
ı, aydınlatılmak, aydınlanmak; mañdayı carıldı: alnı aydınlandı, sevinçten nur saçıyor. ıı, yarılmak, çatlamak, patlamak, infilak etmek.
carılda-
çene çalmak, çok ve durmadan söylemek.
carıldak
yarasa, vespertilio.
carılgıç
1. yarılmaya müstait, çabukyarılan; 2. patlamaya müstait; carılgıç nerseler yahut carılgıç buyumdar: patlayıcı maddeler.
carılgıçtık
patlayıcılık.
carılış
ı, infilâk, patlayış.
carılış-
ıı, müş. carıl- ıı den.
carıluu
1. çatlama 2. patlama, infilâk; 3. yarılma, parçalanma.
carım
ı, yarım; carım saat: yarım saat; carım tıyın: yarım kopek (para); carım som:yarım ruble (elli kopek); tüm carım: gece yarısı; carım es: kaçık, şuuru çatlak, aptal; birdicarım bk. bir; calgız-carım bk.calgız.’ ıı, kârlılık, verimlilik; carımı cok :kârsız, az verimli.
carımçak
yarımlı; carımçak töşök 1) tek yataklı döşek; 2) kız yatağı.
carımdal-
yarısını bitirmek.
carın-
kendisinin karnını yarmak; carınıp ölö kalayın folk.: karnımı yarayım da öleyim.
carış
ı, 1. birbirini geçmek maksadiyle koşma; 2. yarış; müsabaka; sotsialistik carış: sosyalitçe yarış; carışka kir-: müsabakaya girişmek; atış carışı: atış müsabakası; carış söz: münakaşa, münazaa; carış sözgö kim çıgat?: münakaşaya kim çıkacak?
carış-
ıı, hep birlikte yarmak, kırmak. ııı1. koşu; birbirini geçmek maksadile koşmak; 2. yarışmak.
carışçak
1. koşma yarışı amatörü; 2. at koşularına aktif bir surette işitrâk etmeyi seven kimse; calgız attuu carışçaak, caman katun uruş- çaak ats.: tek atlı kimse yarışı sever; kötü adam kavgayı.
carıştır-
et. carış ıı, ııı ten taş carıştır-: taş atmakta yarışmak.
carıştıruu
1. yarıştırma; müsabaka maksadiyle koşturma; 2. müsabakaya teşvik.
carıştıruuçu
1. konuya teşvik eden; 2. yarışa teşvik eyleyen: söz carıştıruuçu: münakaşalara karışan.
carışuu
1. koşu; 2. müsabaka.
carıt-
et. carı- ıı den; tük iştep carıtpayt: fena çalışıyor, işinin hayrı yok; bugün carıtıp tamak içkeniñ çok: bugün adam akıllı yemek yemedin.
carıtıluu
= carıtımduu; carıtulu iştegen işi çok: hoşa gidecek, beğenilecek hiçbir iş yaptığı yok; işi için kendisine teşekkür etmeye hiç bir esas yoktur.
carıtımduu
yetecek kadar, kâfi tatmin edici; kanaat verecek şey (daha fazla menfi şekilde kullanılır) ;carımtıduu iş: müsbet neticeler veren iş: carımtıduu eme berbeyt: beğenilecek, insanı tatmin edecek hiçbir iş yapmaz.
carıtımsız
ehemmiyetsiz; dikkate değmez; tatmin etmez.
carıya
a. cariye, odalık.
carıyala
ilân etmek; münadi vasıtasile bildirmek, umuma bildirmek.
carıyalaş-
hep beraber ilân etmek.
carıyalat-
ilân ettirmek; aşikâr kılmayı buyurmak.
carıyalatuu
işs. carıyalat-tan.
carıyaloo
a. ilân, tamim.
cark
bir işin ânî bir surette vukuunu, beklenikmeden peyda olan parıltıyı, ışığı taklidi ifade eden bir onamatopee’dir; cark etti: birdenbire parladı; ansızın belirdi; çındık cark etip: hakikat birden açıldı; cark etip külümsöröp ciberdi: ansızın neşeli gülümsedi; cark-curk: çabuk parlıyan; gözalıcı ışığı tayin etmek için taklitlik tabirdir.
carka
(rad.) parıltı.
carkı-
parlamak, yıldıramak.
carkılda
. = carkıra-.
carkın
aydın, gözalıcı; ışık okş. nur topu.
carkıra-
parlamak, yıldıramak. mucibolmak.
carkoo
bahane, sebep; carkoo kılıp:den dolayı sebepli.
carköp
r. "jarkoye": kızartma: kuşbaşı şeklinde doğranarak kızartılmış et, kebap.
carlık
ferman, emir, buyrultu; buyruk"carlıktar: buyrultular ve emirler.
carma
1. yararak koparılmış (uzun) çıra; 2. üvütülmüş arpadan yahut buğdaydan yapılan çorba.
carmaç
1. zayıf, dermansız; carmaç kişi: zayıf adam; fakir kimse; carmaç cürök: gevşek yürek, kalb; 2. mec.: fakir.
carmaçtık
1. gevşeklik, dermansızlık, 2. mec. fakirlik.
carmak
1. folk. para; 2. (şarkî türkistan’da) 1) en küçük bakır sikkenin adıdır; 2)bakır para.
carmalık
carma (bk. carma 2) carma pişirmeye yarayan yahut yetişecek kadar olan; bir carmalık buğday: bir defa carma pişirmeye yetecek kadar buğday.
carmañke
r. "yarmarka": panayır.
carmaş
ı = carmaç.
carmaş-
ıı, takılmak, sarılmak, tırmanmak, tırmanarak çıkmak; carmaşıp ele art cagıman kalbay cüröt: peşime takılıp kalmıyor.
carmaşış-
müş. carmaş- ıı den; tırmalap aşuuga carmaşıştı: tırmanarak dağ geçidine çıktılar.
carmaştır-
et. carmaş- ıı den.
carmaşuu
işs. carmaş- ıı den.
carmoo
r. "yarmo": boyunduruk.
carna
hisse, pay.
carnak
pay; carnak kapitali: hisse sermayesi.
carnakçı
paydaş, hissedar.
carnaktuu
payı olan, payı ihtiva eden; car-naktuu doo: çalınan maldan muayyen bir-hisse iddia etme; senin mende carnaktuu-dooñ barbı?: neden bana iddialarınla takılıyorsun?
carnlaş
ı, hisse ortağı, bir şeyden başkasiyle birlikte hisse almak hakkına malik olan.
carnalaş-
ııpaydaş olmak.
carnama
k-f. buyrultu hükûmet ilânı.
caroo
karın ve böğürleri incelmiş; atıñ caroo: atın incelmiş; atım caroo tartıp ketti:atım inceldi, atımın karnı ve böğürleri inceldi.
carooker
okşayıcı, nüvazişkâr; okşamayı arayan; sâkin; şefkatli; hayırsever.
carookerdik
okşayıcılık, merhametlilik; hayırseverlik.
carookerlen-
cömert olmak; yumuşamak.
caroosuz
yaramaz, işe yaramıyan; bozuklu-ğu yüzünden atılan; bozuk, döküntü marda mal, emtia; caroosuz iş: fena iş: kötü hareket.
caroosuzduk
yaramazlık, işe yaramazlık.
carp
carpım açıldı yahut carpım cazıldı: neşelendim.
cartı
yarı, yarım.
cartık
1. yarık, çatlak, 2. yarı, yarım.
cartıla-
(âdet olduğu üzere, geçen zaman gerondifi ile ve carım sözü ile birlikte): carım cartılap: yarı yarıya, tam değil.
carımtımduu
= carıtımduu.
casa-
1. yapmak; düzmek; yaratmak; sınbastı usta casabayt ats.: hiçbir şey ebedî değildir (harfiyen: usta, kırılmıyacak hiçbir şey yapamaz); 2. süslemek, bezemek.
casagan
= caratkan.
casak
bir serdarın maiyetindeki savaşçı müfrezesi.
casaker
= carooker.
casakerden-
müdahane etmek, yaltaklanmak; birisinin teveccühünü aramak.
casakerdik
= carookerdik.
casalga
tezyinat, bezek, süs.
casalgala-
tezyin etmek, bezemek, süslemek, tefriş etmek.
caslgalan-
tezyin etmek, bezenmek, süslenmek, tefriş edilmek; kvartirim radio, elektir cana başka uşular öñdüü kerektöölör menen casalgalangan: mesgenim, radyo, elektrik ve başka kolaylıklarla süslenmiştir.
casalma
suni, yapma, calî, düzme; caslma bermet: yapma inci; casalma colu menen kuuduruu: sunî usulle çoğaltma (hayvanları).
casama
sunî; casama at: lâkap, takma ad.
casan-
1. giyinip kuşanmak, süslenmek; 2. tamagın casanıp: (söylenmeden yahut ırlanmadan önce) boğazını düzeltmek için öksürerek.
casat
ı, a. 1. ten; cesed; et; 2. ölü (naaş), cenaze.
casat-
ıı, et. casa-dan.
casayıl
sadak, ok kabı (karş. caza. yıl) .
casım
= cazım.
caska-
(başlıca, elin ters tarafıyla vurmak için) el kaldırmak, sallamak.
caskala-
defetmek için sallamak; sallamak (diyelim köpeği korkutmak için değneği sallamak).
caskan-
1. bir yana sıçramak, yerinden fırlamak (darbeden sakınarak); darbeden korunmak (diyelim, elle korunarak); 2. içti nabetmek; bir kenarda durmak; caskanbay ayt!: sakınmadan, kırılmadan doğruca söyle!.
caskançaak
çekingen; korkutulmuş.
caskandır-
et. caskan-dan.
caslı
r. yahut balalar caslısı: kreş, çoçuk sığınağı.
casmin
r. yasemin.
casoo
1. düzüş; tanzim etme; bezeme, süsleme; 2. askerî nizam; casoocasa-: askerce –sıraya gelmek, sıraya dizilmek; 3. asker, ordu.
casooçu
1. düzen; parovoz casooçu zoot: lokomotif imal eden fabrika; 2. mat. teşkil eden.
casool
tar. bir hükûmet memuru yanında bazı yumuşları (hizmetleri) yerine getiren; 2, kavas.
casta-
= cazda- ıı.
castık
= cazdık ı.
caş
1. genç; caştayınan: gençliğinden beri; caştayımda cetim kaldım: çocukluğumda öksüz kaldım; 2.ham (olmamış); caş kayış: sepilenmiş deri; 3. yaş (ömrün yıl ile ölçülen miktarı); caşka tol yahut caşka cet-: bülûğa ermek (erkekler hakkında); mektep caşına ceptgeen baldar: mektep çağına ermemiş çocuklar; caşıñ caş: sen daha gençsin; -4. ömür, hayat; ceti kündük caşım bar folk.: yedi günlük ömrüm kalmış; ırgıp ketet başıñız, tügönüp kalat caşıñız folk.: başınız uçar, ömrünüz sonuna erer; gözyaşı; çolok caş: bir damla gözyaşı; közünön çolok- caş çıktı: gözünden yaş damlaları aktı.
caşa-
yaşamak, sıhatte ömür geçirmek; cıyırma caştı caşagan: yirmi sene yaşamış , yirmi yaşında; caşasın!: yaşasın!. sağ olsun!;caşasın bütkül dünüyödögü sotsialistik revolutsiya!: yaşasın bütün cihan sosyalist devrimi; köpcaşagan bilbeyt köptü körgön bilet ats.: çok yaşıyan bilmiyor, çoğu görenbiliyor. (çok yaşayan değil, çok gezen bilir.)
caşamal
yaşlı.
caşañ
yeşil, taze (ot hakkında); caşañ çöp: taze, yeşil ot.
caşañkıra-
1. bir parça yaşamak; caşañkıragan: yaşlı; 2. biraz gençleşmek.
caşar
ı, (filân kadar) yaşında; altı caşar: altı yaşında, altı yaşında olan.
caşar-ıı
gençleşmek.
caşart-
gençleştirmek, tazelik vermek.
caşartuu
gençleştirme.
caşaruu
gençleşme.
caşat-
yaşatmak, yaşamal imkânı vermek.
caşçılık
gençlik; gençliğe has olan her şey ve hal.
caşı-
hemen ağlayacak bir durumda bulunmak, gözler yaşarmak; neşe kaçmak; söögüm caşıdı: (acımaktan) yüreğim kan içinde kaldı.
caşıñkıra
= caşıñkıra.
caşık
1. yavan (et hakkında); arık; zayıflammış, caşık et: arık hayvanın eti, yavan et; eti caşık (hayvan hakkında) semiz olmıyan; eti kalgan kök caşık, kanı kalgan bir kaşık folk.: teni morlaşmış kanı bir kaşık kalmış; zayıf, sağlam değil, gevşek (diyelim- demir bıçak hakkında); caşık temir: adî-demir(çelik değil); caşık cürök: yüreği yufka, merhametli, ağlayık,; 3. daima ağlar gibi duran; caşık ün: ağlayık kimsenin sesi; 4. hazırcevap olmıyan kimsenin hali.
caşıktık
1. arıklık; bitkinlik; 2. zayıflık; gevşeklik, ağlar gibi duran adamın hali; 4.hazır cevap olmayan kimsenin hali.caşıl, 1. yeşil; yeşillik (ot) , sebze; caşıl bak; yeşil bahçe; çaşıl öngöt, caş çoñoyot ats. : yeşil soluyor, genç büyüyor; 2. taze; açık; caşıl gül: açık çiçek.
caşıldan-
1. yeşillenmek; 2. göz yaşarmak; közü caşıldanıp ketti: gözü yaşardı.
caşıldant-
1. yeşillendirmek, yeşil renge boyamak; 2. köz caşıldant: göz yaşarmaya başlamak.
caşıldantuu
yeşil renge boyama.
caşıldanuu
işs. caşıldan- dan.
caşılduu
yeşil otla örtülmüş; caşılduu caykı talaa: yeşil otla örtülmüş olan ilkbahar stepi
caşın-
gizlenmek, saklanmak; töö minip eçkige caşınba ats.: deveye binmişken keçi arkasına saklanma!
caşınbak
saklambaç (oyun); caşınbak oyno" saklambaç oynanak.
caşıñkıra-
gözyaşı akıtmak, gözler yaşarmak.
caşınt-
gizlenmeye zorlamak; gizlemek (diri bir varlığı).
caşınuu
işs. caşın-dan.
caşır-
gizlemek, saklamak; oorusun caşırgan caşırgan ölöt ats.: hastalığını gizleyen ölür.
caşırık
sır.
caşıreıkça
gizlice, saklıca; caşırıkça türdö: gizli tarzda.
caşırın-
ı, hafi, saklanmış; esrarengiz; caşırın türdö: gizlice; caşırın at: müstear isim, psivdonim; caşırın adabiyat: kanunsuz edebiyat, gizli edebiyat. ıı, gizlenmek, saklanmak.
caşırınpak
= caşınbak.
caşırış-
hep birlikte saklamak.
caşırmak
= caşınbak.
caşırmay
saklama; çöp caşırmay: bir oyunun adıdır.
caşırt-
gizlemeye müsaade etmek yahut zorlamak; saklamayı emretmek.
caşıruu
gizleme, saklama.
caşıruun
= caşırın ı.
caşış
müş. caşı-dan.
caşıt
1. yaşartmak (göz hakkında); 2. yumuşatmak; temir caşıt": demiri tavlamak (ateşte son derece kızarıp dövülebilecek hale getirmek).
caşoo
yaşayış; geçiniş.
caşooru
1. gevşek ve kederli olmak; 2.dert yanmak.
caşta-
gözyaşı dökmek.
caştay
bk. caş 1.caştık, gençlik.
cat
ı, yad; yabancı; cat süylöm gram.: araya giren cümle (cümlei mutariza, proposition incidente); cat söz: araya giren kelime. ıı, f. yâd, anma, hatıra getirme, hâfıza; catka aldı: ezberledi; cat bilet: ezberden biliyor. ııı, 1. yatmak, uzanmak; bulunmak; ikamet etmek; üydö catat: evde yatıyor, yahut- bulunuyor, ikamet ediyor; şaarda beş gün-cattım: şehirde beş gün bulundum (ikamet ettim geçirdim); men üygö catam: ben obada (odada, evde) yatacağım (uyuyacağım);türmödö catkanda; hapishanede yattığında;2. ait olmak, taallûk etmek: ilgilenmek; mına bul törö çülükkö catabı?: buna kibarlık, zadelik (bürokrasi) denilebilir mi?; 3. catkan (çokça menfi ve beğenme manasında olarak); en yüksek derecede, son derece, catkan bir uuru: benzeri görülmiyen bir hırsız; 4. ("ganı" ile biten kelimelerden sonra) niyetini bildirmek, hemen yapmıya hazır bulunmak; ketkeni catat; gitmeye hazırlanıyor, şimdi gidecek; turganı cattı ele: kalkmaya hazırlandı, kalkmak niyetinde idi; 5. yardımcı fiil rolünde "cat" işin uzun sürdüğünü ve o âna, o dakikaya uygun- olduğunu ifade eder (bk. at ıv); söz süylöp catat: söz söylüyor (söylemekte devam ediyor); oynop catat: oynamakta devam ediyor; okup catat: öğreniyor, okuyor; kat cazıp catkanda: mektup yazarken; kayda bara-catat, emnege bara catat?: nereye gidiyorlar, niiçin gidiyorlar? orusça süylöp catabı,-kırgızça süylöp catabı?: (şu dakikada) rusça mı söylüyor, kırgıca mı söylüyor?; iştep kele catat: o çalışıyor (muayyen dakikadan şimdiye kadar); biz catıp catkan u bakta: bizim yattığımız zamanda; biz attanalı dep catkanda: ata binmeye hazırlandığımız- zamanda; suu agıp catat (akmakta devamediyor); bazan cat fiilinin hal zamanının 3 üncü şahsı (yardımcı fiil olarak kullanıldığında) catır yahut catırı şekline girer; eldin baarı cırgap catırı; stalindin armivası ceñilbes, ulamdan col körsötüp catırı folk.: halk hazediyor, mütelezziz oluyor; stalin’in ordusu yenilmez; o, (o orduya) dai-ma yol gösteriyor;: kele catır külroço etrafına bakınarak geliyor. cata, cata karın: sarkık karınlı; calama toodan teke atkan, cata karın eçki atkan folk.: kayalı dağlarda tekeler atmış, sarkık karınlı keçiler atmış.
catak
1. yatacak yer, yatak, geceleyecek mahal; 2. in; yabanî hayvanların yuvası; ayuunun catagı: ayının ini; bödönönün catagın körda, etine taarınba ats.: bildircının yuvasını gör de eti az diye kızma!; kar it catak bolup kalıptır: kar erimiş, yalnız onun ötede beride bazı yığınları kalmış; 3. daimî mesken (kışın ve yazın aynı yerde kalan mesken); catakka kal": yazın ya dakışlağa göçmeksizin yazlıkta kalmak; 4. caakkana.
catakana
= catakkana.
catakçı
tar. yatak (yani hayvanları bulunmadığından, yazı dahi kışlakta geçirmeye mecbur olan fakir kimse); catakçını ter kıssa, cügün cöö taşıyt ats.: catağı (yazın) ter sıkıştırırsa eşyasını (yaylağa) -yaya taşır.
catakkana
k.f. geceleyecek yer; konak; mesken; birlikte yaşanan yer.
catalak
bir nevi at hastalığı.
catıgış-
müş. catık ıı den.
catıguu
yatgınlık, temavül: okuuga az azdan catıguu gerek: tahsile azar azar alışmak lâzım.
catık
ı, yamık, yatgın (mütemayil); catık tildüü yahut sözü catık: tatlı sözlü, tatlı dilli; catık cazılgan angeme: sade yazılmış –hikâye. ıı, yatgın olmak; kapılmak, bağlanmak.
catıktıruu
temayülünü arttırma, heveslendirme.
catıl-
mut. cat ııı ten.
catın
1. döl yatağı, rahim (anat.); 2. son, döleşi, meşime; 3. yatma yeri, yatak; uydun catını 1) ineklerin yattığı yer; 2) inek meşimesi.
catındaş
= kindikteş.
catır
catırı = catat
catırkoo
yabancılık hissi, yadırgama; mende catırkoo cok, kimdin üyünö barsam da, öz üyümdöy: ben sıkılmıyorum (yadırgamıyorum) , kimin evine gidersem, o ev benim kendi evimdir.
catış
ı, işs. cat ııı ten ulandı gram.: lokatif- (mefulüfih).
catış-
ıı, müş. cat ııı ten; okup catışat: oku- yorlar.
catkansı-
gûya yatmak, yatar gibi gözükmek.
catkır-
yatırmak; uyutmak; orun salıp çatkırıp folk.: yatak yaparak ve uyumaya yatırarak.
catkız-
= catkır.
catta-
1. ezberden hatırlamak; 2. ezberden söylemek.
cattat
et. catta-dan.
cattık
ı, yabancılık, yadırgama.
cattık-
ıı, yabancı olmak, yadırgamak. ııı = catık- ıı.
cattıktır-
yabancı olma hissini uyandırmak.
cattıktıruu
(herhangi bir kimsede) yaban-cılık duygusunu uyandırmak.
catuu
yatma.
cay
ı, yaz; cayı kışı yahut cay kış debey: kışın ve yazın; bütün yıl; cayında: yazın, yaz zamanında; cayın: yaz boyunca, bütün yaz. ıı, f. 1. yer, mahal; cayında 1) yerinde; 2) her şey yerinde; 3) hakkında; dolasıyla -dair; traktor remontu- cayında: traktörlerin tamiri yolundadır; cayın tap: (birisinin) hakkından gelmek; mec. öldürmek; cayıñdı tabam: hakkından gelirim (senin); anın cayı tabılat: sıvışamaz; onu ele alırlar (harfiyen: onun yeri bulunmuştur); oyuñ cayınan çıkpay kaldı: düşündüğün meydana çıkmadı, dediğin olmadı; 2. mesken; ev yapma; 3. iş evi; teşebbüs yeri; önör-cay: sınaî iş yeri; kagaz önör cayı: kağıt sanayii; okuu cayı 1) okuma yeri: mektep; 2) sağlık işlerinin durumu; den sooluk cayı 1) sağlık müessesi 2) sağlık işlerinin durumu; önör cay akca pılanı es.: sınaî, malî plân; 4. (bu mana ile daha fazla: maani- cay): vaziyet; hâlet; cayıñdı aytçı: kim olduğunu ne olduğunu söyle, anlat!; zorduk kılgan tol. toydum maanı-cayın köröyün folk.: bakayım, bu zorbalık yapan-toltoy kimmiş (ben ona gösteririm!); ca-man, cayın aytam dep, baarın aytat budala vaziyetini anlatayım derken, her şeyi meydana koyar; 5. esas; sebep; ıylay turgancayı cok: ağlamasına sebep yok. ııı, 1. böyle (işsiz); işte!; sebepsiz; cayça yahut cayça ele: böyle (muayyen bir –maksat olmaksızın); cay adam: yabancı kimse; hususî adam; cay sooda: hususî ticaret; 2. ağır, yavaş, sükûnetle; cay cür-:ağır, yavaş yürümek; cay barakat = cayba rakat; canı cay tapkanı cok: rahat yüzü görmedi; cay bolot: ölecek; cayma-cay: rahça, acele etmeden: cay aldır: dinlendirmek cayı ketken: rahatı kaçmış; bitmiş. ıv, cay cayla- bk. cayla ııı; cay taş bk taş 1.
cay-
v, 1. sermek, yaymak, asmak diyelim, kurutmak için çamaşırı); dağıtmak (diyelim saçları); açmak (diyelim kitabı) ; kitep cay-: kitap yaymak, açmak; argımak oozun caydı: at ağzını açtı; çaçın caydı: kadın saçlarını dağıttı (örgülerini çözdü) ; aştıkka suu cay-: ekinlere su akıtmak; butuman kan caya beriptir: bacağımdan boyuna kan aktı: 2. yaymak; elge cay": umuma, halka bildirmek; ilân etmek; 3. otlağa çıkarmak; caygan atı miñ; bolsun, salınganı kis bolsun folk.: atları bin tane olsun, sergisi ise samur kürkü olsun!
caya
atın but eti (burası lezzetli parça sayılır).
cayan
bk. cayın; kızıl cayan: kana bulaşmış; murdu kızıl cayan bolup ketti: burnukan içinde; kar kızıl cayan bolup kaldı: kar kandan kıpkızıl oldu.
caybarakat
f-a. rahatça: kendi zevkine; mesut olarak.
caybarakattan-
mesut yaşamak, rahat geçinmek.
caybarakattanuu
rahat geçinme.
caybarakattık
saadet, rahat.
cayça
bk. cay ııı.
cayçı
gûya cay taş yardımıyla havayı değiştirebilen yakarışçı: (bk. taş 1).
cayçılık
sükûn, huzur; boş vakit: cayçılıkta cazarbız: bir fırsatta yazarız.
cayçılıktuu
rahat, sâkin.
caydak
(süvari hakkında): eğersiz; caydak min- yahut caydak atka min-: ata eğersiz, atın sırtına hiçbir şey sermeden binmek; caydak töş: açık döş, ğöğüs; caydak tam: boş (mobilyasız, mefruşatsız ve gayri meskûn); eşiği çok caydak tamda catkamın: kapısız, boş evde oturdum.
caydakta-
at caydakta: atın eğrini ve teğreltisini çıkarmak, almak.
caydaktan-
fazla giyimi ve yükü çıkararak hafiflemeka; beşmantçan bolup, caydaktanıp algan: yalnız bir beşmet (palto) ile kalarak kendini hafifletti.
caydaktat-
et. caydakta-dan.
caydaktoo
eğeri ve teğeltiyi çıkarmak.
caydañda-
hareketleriyle halinden memnunluk, şenlik göstermek; halinden memnun, neşeli olmak.
caydarı
açık tabiatlı; şen adam; caydarı açık: içten, samimî olarak; güler yüzlü; bayagı kadimkidey caydarı açık süylöşöt: eskisi gibi samimî konuşuyorlar.
caydık
yazlık; caydık kiyim: yazlık giyim.
caydır-
et. cay v ten.
caygar-
tanzim etmek, düzeltmek.
caygarmanlık
işbilirlik, işbecerirlik.
caygaş-
1. nizama girmek; 2. yerleşmek, sığmak, vatan edinmek.
caygaştır-
1. tanzim etmek, yoluna koymak; çeki düzen vermek; idare etmek; yerli yerine koymak; 2. iskân etmek.
caygaştırıl-
mut. caygaştır-dan; iş köñöldögüdöy caygaştırıldı: iş istenildiği gibi yoluna konuldu.
caygaştıruu
1. nizam verme, yoluna koyma, düzme; yerli yerine koyma; küçtördü caygaştıruu: kuvvetleri tanzim etme; 2. iskân etme.
cayıbaş
haşlanmış hamur parçalarıyla ve yoğurtla yapılan bir yiyecek.
cayık
yayvan, yayık; cayık bet geniş yüzlü, yassı suratlı.
cayıl
ı, a. 1. gaddar, şerir şirret (insanlar hakkında); 2. şerirlik; fenalık beslemek; cayılım karmadı gayet hırslandım.
cayıl-
ıı, serilmek, yayılmak, her yana açılmak, genişlemek; keñiri cayılgan: geniş yayılmış; caman kagazga sıya cayılıp ketet: fena kâğıda mürekkep yayılıyıveriyor.
cayıldan-
hırslanmak, gazaba gelmek.
cayıldanuu
hırslanma, gazaba gelme.
cayılım
malga cayılımı cok cer: hayvanların yayılıp otlamasına imkân yer.
cayılma
serilmiş, yayılmış; cayılma süylöm gram.: uzun cümle (süje ile predikattan başka üyeler de bulunan katmerli cümle).
cayılt-
et. cayıl ıı den; etek cayılt-: eteği uzatmak; sovet soodasın keñ cayıltılı: sovyet ticaretini genişletelim.
cayıltuu
yayma; geliştirme; partiyanın içki demokratiyasın cayıltuu: partinin iç demokrasisini inkişaf ettirme.
cayıluu
ı, işs. cayıl" ıı den. ıı, serilmiş; tastorkon cayıluu: masa örtüsü serilmiş.
cayın
ı, bk. cay ı. ıı, yayın balığı; folk.: balık şeklindeki deniz canavarı, cayın balık = cayın; cayın ooz: büyük ağızlı.
cayış
işs. 1. gütme, otlama; mal cayıtın bilbeysiñ: hayvanlar nerede ve nasıl gütmesini bilmiyorsun; 2. mer’a, otlak; maldın cayıtı bolboy bara atat: hayvanlar için mera yetişmiyor; otlak işleri yolunda değil; çar cayıt = çarcayıt; 3. genişlik; engin; een- cayıt turmuş: müreffeh hayat.
cayka
1. silkmek, çırpmak; harekete getirmek; ak sakalın caykagan: (koyu ve uzun) ak sakalını sallıyor; 2. = caygar; aldap- soo-lap caykayın folk.: hile ile ve ustalıkla ben yoluna koyarım, işi düzeltirim.
caykakta-
atla öteye beriye koşturmak; ata bir veya yarım çark yaptırmak.
caykal-
1. bir yandan o bir yana sallamak; caykala bastı: süzülerek, kurularak salınarak geziyor; sakalıñ caykalgan: sakalın küremsiğidir, kaba sakalsın; sakalın özenle taranmış; sakalın sana mühim bir tavır veriyor; çöbü caykalgan cer; koyu ve taze otla örtülmüş olan yer; 2. tam gelmek, yakışmak; köynögü caykalgan: elbisesi yakışıyor ve tam geliyor.
caykalt-
et. caykal-dan.
caykana
f. 1. büyük erkeklerin ordoya (bk. ordo 3) benziyen oyunu: 2. dn. ebedî istirahat yeri.
caykı
yazlık, yaza ait; caykı cumuştar: yazlık işler.
cayla-
ı, yazı geçirmek; yazlık meralarda bulunmak, yazı dağlarda geçirmek; cayında çöldü cayladıñ: yazı cölde gaçirdin: aksunun başın cayladık folk.: yazı aksunun membaında geçirdik. ııı, yahut cav cayla- (şaman tabiri): cay taş (bk. taş 1) yardımiyle havayı değiştirmek; ayla menen cay caylap folk.: hile ile havayı değiştirerek. ıı, 1. düzmek; yerli yerine yerleştirmek; maldı cayla!: hayvanları yerleştir (bağla, yerli yerine koy, yem ver ve s.); anı-munu cayla!: şunu bunu tanzim et, köñül cayla-: kalbi teskin etmek; 2. mec. öldürmek; catkan yerinde cayladı: yattığı yerde hakladı, öldürdü.
caylan-
nizama konmak; sükûnet kesbetmek; köñülü caylandı: kalbi sükûnet kesbetti.
caylanış
sığmak; yerleşmek; teessüs etmek; karakolgo caylanışıp aldım: karakol şehrinde) daima kalmak üzer yerleştim.
cayalnuu
işs. caylan-dan.
caylaş-
müş. cayla ı, ıı den.
caylaştır-
yerleştirmek, yerli yerine koymak, gereği gibi her şeyi yerine koymak.
caylaştıruu
her şeyi yerli yerine koyma, yerleştirme.
caylaşuu
işs. caylaş-tan.
caylat-
et. cayla- ı, ıı den; caylata: bütün cay (yaz); bütün yaz boyunca; caylata kılgan meenetinin cemişi: bütün yaz sarfettiği emeğin yemişi.
caylı
işi bir caylı bolgonço: işi yoluna konuluncaya kadar; henüz işi aydınlanmamışken.
cayloo
ı, nizama koyma; yerli yerine yerleştirme. ıı, yazlık otlak, yaylak (bunun yaylada olması mutattır).
caylooloş
yaylaktaş, yayla ortağı.
caylooluu
uygunlaştırılmış; yere intibak etmiş.
cayluu
ı, rahat; iyi, hoş; cayluu, eptüü mal eken; manikerdi maga ber folk.: maniker atı) bana ver; çevik, hoş bir hayvanmış. ıı, üylüü sözün tekidir.
cayma
1. yayılmış, dağıtılmış, dağınık; cayma kökül: dağınık kahkül; dağınık örgü; cayma kuyruk 1) dağınık kuyruk; 2) gevşek; cayma bazar: öyle pazar yeridir ki orada mallar işportalara ve yere serilir; 2. ağzına kadar doldurulmuş çuval (hububat ölçüsü); eki kapka cay kılıp aldım: tam, ağzına kadar doldurulmuş çuval aldım; 3. teke ile yarışın bir safhasıdır ki o zaman bu yarışa (sadece onun ilk müteşebbisleri değil; herkes iştirâk eder) .
caymalan-
kenarlarla bir hizaya gelmek; dümdüz, yassı olmak.
cayna-
1. geniş ve çok dökülmek; caynagan el kele atat: kaynaşan halk kütlesi geliyor; caynagan kol: gayet çok asker; buuday cerne carnap kaldı: buğday pek fazla döküldü; cıldızdar caynap çıgıp kalıptır: yıldızlar göğü kapladılar; 2. güzel ve büyük olmak (gözler hakkında) ; botodoy közü caynayt: o kadının (güzel) gözleri geniş açıldı; 3. gönül kaapcasına güzel gözükmek; aldına kilkildegen caş kozunun eti, kımız, boorsok debey, caynap keldi: genç kuzunun eti, kımız, ve boorsok onun önüne gönül kaparcasına dikildiler.
caynamaz
f. namaz halısı, seccade; namaz kılarken ayak altına serilen kumaş parçası yahut temiz giyim.
caynat-
et. cayna-dan; botodoy közün caynatkan folk.: o kadın gözlerini geniş açtı.
caypa-
yassılanmak; baştan başa örtmek, kapamak; geniş sahaya taşmak; cerdi suu caycap ketti: yeri su bastı, kapladı; cer caypagan kozular: yeri baştan başa kaplayan gayet çok kuzular.
caypak-
yassı, düz.
caypat-
et. caypa-dan.
caypoo
sorusu caypoo bolot dep üstünö colborston keçim captırgan (rad. , v): sağrısı caypoo olmasın diye kaplan derisinden çul örttürmüş.
cayra-
ölmek; caşıñda cayrap kal!: genç yaşında öl inşallah!; caştayında cayrap kaldı: genç yaşta öldü.
caysañ
çin. (destanda) kalmuk serdarı, zaysan.
caysañda-
caysañdap caylap ketet: tertemiz biçiyor (ekini)
caysız
rahat olmıyan; konogu caysız boldu: misafirlerin ikramı şöyle böyle idi.
caytaş
= cay taş (bk. taş 1)
cayuu
işs. cay ıv. den.
caz
ı, ilkbahar, ilkyaz; cazı menen: ilkbaharda, ilkbahar boyunca; cazında: ilkyazda; cazday: bütün ilkbahar, ilkjyaz içinde; ala cazdan bk. ala 4.
caz-
ıı, 1. yazmak; kat caz-: mektup yazmak; 2. tasarlamak; tahmin etmek; kudaydın cazganı dn.: takdirî ilahî, kader, kısmet; 3. yaymak, açmak; genişletmek; muştumun cazdı: yumruğunu açtı; kapa caz-: can sıkıntısını dağıtmak; çıngırığın cazbadı: acı acı sesi kesilmedi; çer caz-: kedri, tasayı gidermek. ııı, yanılmak; hedfe değdirememek; yolu şaşırmak; caza çap: kılıçla, balta ile vururken hedefe isabet etmemek; cazatiy-: dosdoğru hedefe değdirememek; cazbayat-: isabetli atmak; caza süylö-: yanlış bir söz kaçırmak; sözde yanılmak; cazbay taanhıyt: yanlışsız tanıyor; karañğgda cazbay tabamın: karanlıkta yanılmadan buluyorum; atardın dübürü cazbay uguldu: atların ayak sesleri yanlışsız duyuldu; dele oşonuñdan cazba!: işte bundan yanılma, nasıl yaptınsa, şaşırmadan öyle yap!; tük cazuçuu emes ele: o, hiçbir zaman yanılmadı; cazdım yahut cazıp- tayıp: tesadüfen, rastgele, yanlışlıkla; cazdım (yahut cazatayım) bolup ok cañıldı: serseri kurşun isabet etti; cazatayım kelip kaldım: yakalaya yazdım (yakalıyordu, fakat o yakayı kurtardı); caza- buza basıp cıgılıp kettim: ayağımı iyi basmayıp, düşüverdim; men saa emine cazdım: ben sana karşı ne kusur yaptım?
caza
ı, a. ceza; kıyın; ceza tart-: karşılığını almak: ceza çekmek; cazaga tart: cezalandırmak; cazaga tartıl-: cezaya uğramak; cazanıñ eñ cogorku çarası: en ağır ceza; ölgöndün cazası- kömgön ats.: ölenin cezası gömmektir.
caza-
ıı = casa-.
cazaker
a-f. suçlu, cezaya mahkum; cala kılgan söz menen cazaker kılsam beker dep folk.: eğer ben onu yalan ihbara göre cezalandırırsam, bu doğru bir hareket olmaz.
cazala-
cezalandırmak, tedip ve tenkil etmek.
cazalat-
ceza verdirmek, tedip ve tenkil ettirmek.
cazaloo
ceza verme; cazaloo ekspeditsiyası: tenkil seferi; cezaloo otryadı: tenkil müfrezesi.
cazana
a. para cezası; cazana tart-: para cezası ödemek.
cazanakor
a-f. para cezası ödemeye mecbur olan; suçlu; men saa cazanakor emesmin (neden bana takılıyorsun?) ben sana karşı suçlu değilim ki.
cazasız
cezasız, cezalanmamış.
cazasızdık
cezasızlık, cezalanmazlık.
cazat
= casat ı.
cazatayım
ansızın; tesadüfen (ör. bk. caz ııı).
cazay
= sazay; cazayın bedrim: cezasını verdim haşladım .
cazayıl
a. çakaloz topu.
cazayılçı
çakaloz topundan atan topçu.
cazda-
ı, (hal zaman gerondifi şeklinde olan fiilden sonra) az kaldı; cürögü çıga cazdadı: yüreği çıka yazdı: az kaldı çıkacaktı; az kaldı düşecektim. ıı, (birisinin başaltına) yastık koymak; (birisi için) bir şeyi yastık yerine kullanmak; anın başına cazdık cazda!: başaltına yastık koy!
cazdal-
mut. cazda- ıı den; başı karga cazdalıp cattı: başını kara yasladı.
cazdan-
başaltına yastık koymak; yastığa yaslanmak; herhangi bir şeyi yastık yerine kullanmak; kar cazdanıp mal taptım folk.: kar üstünder yatarak (emeklere ve mahrumiyetlere katlanarak) mal kazandım.
cazdanış-
müş. cazdan-dan.
cazdant-
et. cazdan-dan.
cazdık
ı, yastık; kuş cazdık: kuş tüyüm yastık; cazdık kap: yastık yüzü, kılıfı. ıı, (mutat olduğu üzere köz söziyle bir arada): mal köz cazdıgında kalbasın: sakın hayvanları gözden kaybetmeyelim; kitep köz cazdığında kalbasın, cakşılap karagın: kitap köşe bucakta kalmasın, iyice bak; köz cazdıkta kalbasa, barbagan cerim kalbadı folk.: belki tesadüfen gözden kaçırmış olabilirim, yoksa, gitmediğim yer kalmadı. ııı, ilkbahara ait, yazlık ekin.
cazdıktaştıruu
ekini yazlığa çevirme.
cazdım
= cazım (ör. bk. caz ııı) .
cazdır-
ı, yazmayı rica yahut emretmek. ıı, doğru yoldan çıkarmak, şaşırtmak dalâlete düşürmek.
cazdoo
yazlık mera, yayla, yazlık konak, durak, yaylak.
cazga-
= caska.
cazgala-
= caskala-; iterdi çıbık menen cazgalap, tuş- tuşka kubuladı: çubuğu sallayıp, köpekleri koğup dağıttı.
cazgan-
= caskan.
cazgançaak
= caskançaak.
cazgı
ilkbahara ait; cazgı egin: yazlık ekin; cazgı turu yahut cazgıturu: ilkbahar, ilkbaharda, ilkbahara doğru, ilkbahara göre; cazgısın: ilkbaharda, ilkbahara göre.
cazgıç
yazgıç, yazıcı.
cazgır-
baştan çıkarmak; dalâlete düşürmek, aldatmak; köz cazgırıp ket-: sıvışmak, sezdirmeden gitmek.
cazgıruu
işs. cazgır-dan.
cazgısın
bk. cazgı. bk. cazgı.
cazı
1. geniş; yassı; cazı mañday: geniş alın; boru cazı: bağrı geniş; geniş göğüslü; cazı kur bk. kur ıv 1; 2. = cazık ıı 2.
cazık
ı, günah, suç, kabahat; saa emine cazık kıldım?: senin karşında benim ne kabahatim var?; mende ne cazık?: benim kabahatim var; ukkan kulakta cazık cok ats.: duyan kulak suçlu değildir. ıı, 1. düz; 2. ova
caıktuu
kabahatli, kabahat yapan, kusur işliyen.
cazıktuuluk
suçluluk.
cazıl-
1. yazılmak; 2. abone olmak; gazetaga cazıl-: gazeteye abone olmak; 3. yayılmak; cazılgan talaa: geniş step; 4. ayrılmak, çözülmek; çıñırgan ünü basılbayt, çıñırığı cazılbayt folk.: acı sesi dinmiyor, ciyak ciyak bağrışı kesilmiyor.
cazılın-
yazılmak; zarıldık kıskandığından cazılınıp oturat: zaruret zorlanmasından dolayı yazılıyor (diyelim, mektup hakkında).
cazılıñkı
hafifçe yayılmış, hafifçe açılmış; kabağı cazılıñkı: bir parça şenlendi.
cazıluu
1. yazılı, yazılmış; 2. abone; gazetaga cazıluu: gazeteye abone yazılma.
cazıluuçu
abone.
cazım
1. isabetsizlik; yanlış (zarf olarak); tesadüfen; 2. kaza; felâket; ölüm.
cazımış
1. kader, takdiri ilahî; ezeldegi başka bütkön cazımış: ezelden mukadder olan; 2. yazar gibi görünen; cazımış bolup oturat: yazar gibi gözükerek oturuyor.
cazında
bk. caz ı.
cazıñkı
hafifçe açılmış, hafifçe yayılmış; cazıñkı bet: yayık yüz, yassı yüzlü.
cazıñkısın
ilkbahara doğru, ilkbahara doğru olan zaman; bıltır cazıñkısın kış kıyın boldu: geçen sene (bıldır) ilkbahara doğru kış şiddetli oldu.
cazkı
= cazgı.
cazma
yazma; tahrirî; elyazması; cazma arız: tahrirî dilekçe.
cazmış
= cazımış.
cazuu
yazı, yazış; cazuu-sızuu: kitabet, tahrirat, edebiyat.
cazuuçu
yazan, muharrir.
cazuuçuluk
muharrirlik mesleği yahut vaziyeti.
ce
ı, yeter! elverir!; cebi?: yeter mi, emi?; ce-ce!: yeter yeter!
ce-
ıı = cee. ııı, yemek; tadını almak; tamakce-: yemek yemek, akça ce-: para yemek, ihtilâs; akımdı cep ketti; hakkımı yedi, bana ait olan hakkı vermedi; tayak ce-: dayak yemek; sopa ile dövülmek; suuk ce-üşümek (diri varlık hakkında); kam-ce-: yumruk yemek, yumruk darbesi almak; suu cep ketti: su eşerek götürdü (diyelim, sahili); bok ce bk. bok; kulak meemdi cebey, tınç koyosuñbu?: kulağımın dibinde dırlanmadan vaz geçerek, beni rahat bırakacak mısın yoksa? :
cebe
1. ok; cebe tart-: ok çekmek, ok atmak, 2. temren; ketmendin cebesi: çapanın yüzü, tepesi müstesna olmak üzere, bütün yassı kısmı; 3. yay (silâh); cebenin ogu: ok.
cebek
sıra, saf; cebek tart-: sıraya dizilmek, bir sırea olmak.
cebele-
ok gibi uçmak, atılmak.
ceber
cer-ceberge cet-: sövüp saymak.
cebilge
(göç sırasında yahut gelini köyüne yollarken) binek hayvanlarını süslediklewri saçaklar ve süslü çullar.
cebire-
dırlanmak, çene çalmak; cebire ele maydalatıp süylöy beret: durmadan çene çalıyor; cer-ceberin cebireyt: saçmalıyor.
cebireş-
müş. cebire-den.
cede-
cedep: gayet, pek, son derece; cedep maş bolgon: adamakıllı pişmiş (insan hakkında);çok pratik olmuş; cedep til uga berip, kulagı coy bolgon: o kadar tekdir sözleri işitmiş ki artık bunlar ona tesirsiz kalıyor; cedep kişi katarınan cıgıptır: itibarını büsbütün kaybetmiş (hâkimiyetini ve s. kaybetmiş) tir.
cedir-
yedirmek (yemeye zorlamak yahut müsaade etmek); beslemek; akısın cedirdi: hakkını yedirdi, hakkını vermediler, onu aldattılar; başkasına hakkını yedirmiyor.
cedirmek
aşık oyunun adıdır.
cedirt-
et. cedir-den.
cee
f. 1. yahut, veya; cee sen maga kelesin, cee men saga baramın: ya sen bana geleceksin yahut da ben sana varacağım; 2. ne (menfi mânada) cee eşiği cok, cee terezesi cok tam: öyle bir ev ki ne kapısı, ne penceresi var.
ceek
ı, bostanlarda uzunca tümsekler; arkın kenarı; kenar; pervaz: tañ ceek saldı: şafak söktü;: ceegi cok: çenesi durmaz; sıkılmaz, söylemekten çekinmez. ıı, ağzına geçen her şeyi çiğneyen (diyelim, hem paçavrayı, hem ipi, hem at kuyruğunu çiğneyen buzağı gibi); doymaz, obur.
ceekte-
kenar, kıyıboyunca yürümek; su ceektep; nehir kıyısı boyunca yürümek.
ceektet-
et. ceekte-den.
ceel
erge-ceel: cüce.
ceen
yeğen yahut kadın tarafından torun; ceen kız: kız yeğen yahut kadın tarafından torun; ceen ayak es.: kabile ziyaretlerinde ceen’lere hususî ikram; şölenlerde ceen’in amcasından yahut dedesinden canı istediği gibi ikram edilme yahut sürüden istediği atı seçme hakkı; ceen kelgençe, ceti börü kelsin ats: yeğen gelmekten ise, yedi kurt gelsin.
ceendik
es. (yeğenin amcasından yahut dedesinden hediye seçme yahut onları sürüsünden istediği hayvanı alıp götürme hakkında dayanan) ceene verilmesi mecburî olan hediye.
cerde
kızıl, al; cerde at: al donlu at: cerde sakalduu: kızıl sakallı.
cegde
erkek gömleği.
cegiç
1. obur; 2. atılgan.
cegiçtik
1. oburluk, 2. atılganlık.
cegiliktüü
yenir, yenilebilir şey.
cegiz-
= cedir-:tayak cegiz-: dayak yedirmek (dövmeye zorlamak yahut müsaade etmek.)
cek
ı = ceke ı; cekme-cek: bire-bir; cekme- cek çık- yahut cekke çık-: mübarezeye çıkmak; cekcaat yahut cek-caat: tayeke-ceen (krş. tay 1 ve ceen); sıhrî yönden akrabalar, ahbaplar. ıı, husumet; nefret, nefretle bakış; cek- kör-: nefret etmek nefretle bakmak; cek körün-: nefreti mucibolmak; cek körünçü bolbo!: kendinden nefret ettirme!..
cekcaat
bk. cek ı.
cekçil
nefret eden, husumet besliyen; cetpegen cekçil ats.: bakmıyan iyi amma, hakikatta çiğdir (harfiyen: toy olan- nefret edicidir).
ceke
ı, f. ayrı, mümtaz, hususî; münferiden, tek başına, yalnız; ceke irette: şahsî yola; ceke nalog: şahsa mahsu vergi; ceke çarba: husuî iğelik (ekonomi); attı cekebayla: atı (başkalarından) ayrı bağla!; suraganga beker ber, suusaganga ceke ber! ats.: istiyene bedava ver, susayana- ayrıca (daha fazla) ver!; ceke gana bul emes: yalnız bu değil; ceke biylik: mutlakiyet idaresi; ceke kapital: hususî sermaye. ıı, kök ceke yahut ceke ötük (destanda) bir çeşit kıymetli ayakkabı.
cekeçil
şahsiyetçi, individualiste.
cekeçilik
şahsîcilik, individualisme.
cekele-
1. tek başına hareket etmek; cekelep cooga kir: düşmana tek başına saldırmak, tek başına savaşa atılmak; 2. tek bir kişi üzerine iki kişi (üç kişi ve s.) birden saldırmak; eköö cekelep ketti: tek bir kişi üzerine ikisi bvirden yürüdüler.
cekelen-
bölünmek; ayrı ayrı vahitlere (teklere) ayrılmak.
cekelik
teklik, yalnızlık.
ceken
kuga dahi denilen saz (bataklık bitkisi).
cekendi
cekendi ton (destanda): bir üst giyimin adidir.
cekendos
f. oturmak için küçük, dar, sirilmis sergi.
cekeri
tar. kendisine silâh takilan kuşak, kemer.
cekey
başa giyilecek bir şeyin adidir.
cekir-
sövmek, kötü muamelede bulunmak.
ceköös
= cököös
ceksen
f. 1. ayni; düzeltilmiş; yeksan; cer menen ceksen kildi: yerlere yeksan eyledi, ezdi; 2. mahvolmuş, bitmiş.
ceksende-
yerle yeksan, bir emek; imha etmek; ceksendep köm- 1)gömmek; 2) sathini düzeltmek.
ceksöörün
menfür.
ceksööt-
ceksöörün.
cekşembi
f. yekşenbe: pazar günü (hafta günlerinden birinin adidir).
cekte-
nefret etmek; husumet beslemek.
cel
i, kemik çürümesi, rim (hastalik) ii, rüzgâr, yel; koñur cel: hoş esin, serin, hafif yel, esin; caydin koñur celi: hoş yaz esini, yeli; cel öpkö bk. öpkö; cel söz: yel söz, boş söz; cel tiygizbey maktayt: yel dokundurmadan övüyor.
cel-
iii, yenmiş olmak. iv, yelmek (hizli koşmak).
celbegey
yakasi açik olarak; sirta atilmiş olarak (palto hakkinda).
celbegeylen-
celbegeylenip oturat: paltosunu sirtina atarak oturuyor.
celbi
= celpi i.
celbir
celbir-culbur: sallanip duran.
celbire-
esmek (rüzgar hakkinda); dalgalanmak.
celbiret-
et. celbire-den.
celbirööç
= celbürööç.
celbirtte-
dalgalanmak; cooluk uçtari celde celbirttegen: mendil uçlari rüzgarda dalgalandi.
celbirttes-
müs. celbirtte-den.
celbürööç
; 1. ziynet yerine kullanilan türlü köstekler, madalyonlar, cici biciler; 2. köttük’ün bir parça yukarisinda (bk. köttük) kuskuna takilan süsler.
celde-
1. kopmak, çikmak (yel hakkinda); kün celdey tüsüp, möndür caadi: rüzgar çikti ve dolu yagdi; 2. genis yayilmak: atagim curtka celdegen folk.: ünüm (söhretim) halk arasina yayilmis.
celden-
rüzgarin tesirine maruz kalmak; rüzgarda serinlemek, havalanmak.
celdet
a. 1. cellat; iskence yapan; 2. tar. muhafiz, bekçi; nöbetçi.
celdik
eger yastigi.
celdir-
yeldirmek (hizli kosturmak).
celdirt-
et. celdir-den.
celdirüü
iss. celdir-den.
celdüü
1. rüzgarli yelli (hava ve yer hakkinda); kün celdüü bolup turat: hava rüzgarli duruyor; celdüü cer: rüzgarli mahal veya bölge; 2. mec. hoppa, hafif mizaçli, hafifmesrep; celdüü cigit: hoppa delikanli.
cele
1. uçlari iki kaziga baglanarak gerilen, taylari ve buzagilari baglamak için hizmet eden ip; karkira-turuna, cele tart!: turnalar siraya diziliniz! (uçup gitmekte olan turnalari, çocuklar iste bu sözle tesyi ederler); 2. sira ile dizilmis olan tuzaklar; 3, örümcek agi; cörgömüs cele tartiptir: örümcek agini kurmustur.
celek
1. bayrak; 2. hafif, erkek üst giyimi (çokluk, elisi kumastan ve astarli olarak dikikilir) 3. yensiz çocuk giyimi; 4. (destanda) bayrak günderinin ucu; celegi altin tuu folk.: günder ucu altindan olan bayrak.
celektüü
bayrakli, bayrakla teçhiz edilmis olan.
celelen-
katar halinde dizilmek.
celep
; elep sözünün tekidir.
celetke
r. «jiletke»: yelek; kiz celetke: küçük kiz mintani.
celgüür
kimiz tulumunda, fazla gazlari çikarmaya yarayan menfez.
celigis
i. cosma, cosma haleti.
celigiç-
ii, coşmak, heyecana gelmek.
celigüü
işs. celik- ii den.
celik
i, yelme (at yürüyüşü) celiği cakşi at: yelmesi, yelişi iyi (yumuşak) olan at.
celik-
ii, taşkinlik etmek; kendini zaptedemez hâle gelmek.
celiktir-
. aşiri gazaba getirmek; kişkirtmak.
celiktirüü
işs. celiktir-den.
celim
zamk; sari celimdey: «hamam yapraği gibi» (yapişkan).
celimçi
zamk yapan.
celimde-
zamk sürmek, zamkla yapiştirmak.
celimdel-
zamk sürülmek, zamkla yapiştirilmak.
celimdet-
zamk sürdürmek, zamkla yapiştirtmak.
celimdöö
zamk sürme, zamkla yapiştirma.
celimdüü
zamk sürülmüş, zamkli. yapişkan.
celimek
ufak sinek, thrips (böcek).
celin
hayvan memesi.
celinde-
1. meme toplamak (diyelim, buzağılamadan biraz önce inek hakkında); 2. haya torbasının şişmesinden mustarip olmak (aygır hakkında).
celiş
ı, yeliş (at yürüyüşü).
celiş-
ıı, hep beraber yelmek.
celke
1. ense; beygirin yele arkası; celkenin çuñkuru: ense çukuru; üyün celkemdin çuñkuru körsün!: “evini ensemin çukuru görsün!” evine ayak basacak değilim; 2. ense, yele arkası derisi; cegeni celkesinin çıgarılsın!: yediği burnundan gelsin: senin yaptığın (yahut benim yaptığım) iyiliğin hayrını görmesin!: ceen el bolboyt, celke ton bolboyt ats.: ceen (bk). hısım olmaz; yele arkası derisinden kürk olmaz. 3. geri, kıç; arka kısım.; ayıldın celke cagında: avulun (köyün) öte yanında.
celkele-
arkadan yürümek; kırk celdetim cetelep, kırk uvazir celkelep folk.: kırk muhafızım önde, kırk vezirim arkada.
celki
1. dudaklardaki yahut gözkapaklarındaki çatlaklar, sivilceler 2. dudaklarında yahut gözkapaklarında bu gibi çatlaklar ve sivilceler bulunan kimse.
celmaya
= celmayan.
celmayan
yürük deve; hecin devesi.
celmooguz
1. cadaloz karı; 2. mec. obur.
celötkö
= celetke.
celp
. taklitlik söz (onomatopee); celp degiz: hafifçe dalgalandırmak, sallamak.
celpi
ı, ceñil ı sözünün tekidir.
cepli-
ıı, çırpmak, silkmek.
celpilde-
dalgalanmak.
celpildek
her zaman silkinen kimse
celpildeş-
. müş. celpilde-den.
celpildet-
et. celpilde-den.
celpin-
. silkinmek, çırpınmak.
celpiniş
ı, 1. çarpışma, karşılaşma (rad., v); 2. cerdin tübü celpiniş folh.: yerin ucu, kenarı.
celpiniş-
ii, müş. ceplin-den.
celpint-
. havalandirmak suretiyle serinlendirmek, havalandirmak (hava aldirmak); colborston keçim captirip, ceteletip, celpintip folk.: ati kaplan derisinden çula örttürerek, onu sürerek ve serinleştirerek.
celpirüün
1. yelpaze; celpirüün tabak 1) yelpaze işini dahi görebilecek olan ince tepsi; 2) un kepçesi; 2. hububati silkmek suretiyle temizlemeye, ayiklamaya yarayan kap.
celpit-
et. celpi- ii den.
celt
taklitlik söz (onomatopee); bütkön boyu celt etti: bütün vücudu ürperdi, titredi.
cem
yem, hububattan yem; cemçöp- hububattan, ottan olan yem: cem saldi kil- 1) yemle beslemek; 2) rüsvetle avlamak; ak cem: suda birakilan et (suda birakilarak islatilan ettir ki avci kuslari, semirmesin diye, bununla beslerler); cem çaç-: yiyecegi kusmak (alici kus hakkinda); kam-cem albay: dinlenmeden.
cemçil
hububattan olan yemi seven (hayvan hakkinda).
cemde-
hububattan olan yemle beslemek; cemdep bakkan at çidamduu bolot: hububattan olan yemle beslenen at dayanikli oluyor.
cemden-
doymak, adamakilli doymak (hayvanlar yahut kuslar hakkinda); hububattan olan yemle beslenmek.
ceme
yahut kör ceme: tehdit, gözdagi; sövme; cemege al-, = cemele.
cemeçil
sövmeyi seven kimse.
cemekey
1. rüsvetçi; 2. tufeyli, issiz, bosta gezmeyi seven; avare.
cemekeylik
1. rüsvetçilik; 2. tufeylilik, avarelik.
cemele-
tehdit etmek; sövmek; tekdir etmek, paylamak.
cemelöö
iss. cemele-den.
cemir-
kirmak. yikmak, bozmak.
cemiril-
yikilmak; kazilmak.
cemis
1. yemis; meyva; cemis bagi: meyve bahçesi; 2. (bu mana ile cer cemis dahi denir): çilekler.
cemisten-
1. meyve ile örtülmek; 2. meyveli, semereli olmak.
cemistent-
1. yemis verdirmek; 2. meyvelerle, aslarla teçhiz etmek.
cemistüü
1. meyveli, çilekli (agaç, çali, bitki hakkinda); 2. mec. semere veren; cemistüü is: semereli is
cemkor
k-f. yemle beslenen hayvan.
cemkorok
k-f. (hayvanlar hakkında) yeme haris olan, obur.
cemsöö
kuş kursağı; kara cemsöö 1) obur; 2) soyguncu: rüşvetçi.
cemsöölük
kara cemsöölük: kendisine tevdi edilen nesne hakkında dürüst harekette bulunmamaklık.
cenaddel
r. es. kadin şubesi.
ceñ-
i. yen, kol; ceñ türüp iş kil-: yenleri, kollari sivayip çalişmak; özenle çalişmak; ceñ içinen yahut ceñ uçunan: gizlice, hafiyyen: ceñ içinen bütüs: her iki tarafin rizasiyla anlaşmak (gizlice, başkalarina haber vermeden); ceñden körün-: meydana çikmak; sakli kalmamak; ceñ cuñ: kalintilar, bakiyeler, kirintilar, artiklar; bir ceñden kolçigar-: «bir yenden kol çikarmak»iyi dostça geçinmek; eteği bütölüp, cengi uzardi bk. bütöl ii, yenmek; akilim ceñip barbadim: akil ettim de gitmedim.
ceñde-
(yalniz geçen zaman gerondifi ile): cumuştun köbün ceñdep taştadim: işin büyük bir kismini bitirdim.
ceñdeş
boyca ve vücudun kuruluşunca denk olan.
ceñdir-
yendirmek; yenilmiş olmak; mukavemet edemez hâle gelmek; boyun eğmek; suukka ceñ dirdi: kendini soğuğa yendirdi; akilga ceñdir-: etraflica düşünmek, makul bir tarzda hareket etmek; mastikka ceñdir-: sarhoş olmak; balalikka ceñdir-: çocukça hareket etmek; oygo ceñdir-: düşünmek, düşünceye dalmak; sözgö ceñdirbeyt: münakaşada altta kalmiyor, söz bulmakta aciz kalmiyor.
censdüü
yenli, kollu.
ceñe
yenge.
ceñey
= ceñe (yaşça büyük kadinlara hitap ederken bu kelime kullanilir.)
ceñgetay
(yasça büyük olan kadinlara hitap ederken kullanilan okşama sözüdür); yengecik, gelincik
ceñgetaylik
es. nişanli kizin yaşça büyük akrabasindan olan ve delikanliya nişanlisini gizlice ziyaret etmekte yardim kadina güveyin verdiği hediye.
ceñgis
ceñgisiz.
ceñgisiz
yenilmez.
ceñil
i, hafif, yeğni; ceñil cigit: çevik delikanli; ceñil tart-: hafiflemek; oorusu ceñil tartayin dep kaldi: hastanin durumu iyileşti; ceñil barip, oor kel!: hafif git de, yüklü dön! (ağir ganimetle dönmek hususunda îyi dilek); ceñilcelpi: çok hafif, hafifçe.
ceñil-
ii, hafiflemek, yeynileşmek.
ceñil-iii
yenilmek; duşmanga cengilbeybiz: düşman karşisinda yenilmeyiz.
ceñilbes
yenilmez.
ceñilbestik
yenilmezlik.
ceñildet-
hafifletmek.
ceñildik
1. hafiflik, hafifleme; 2. hiffet (hoppalik); taammülsüzlük; ceñildik kilip koyduñ: taammülsüz hareket ettin, aşiri derecede acele ettin; 3. muafiyet; ceñildik ber-: muafiyet bahşetmek.
ceñilgis
yenilmez.
ceñilüü
bozgun, hezimet.
ceñiş
1. yenme, zafer; fetih; oktyabr revolutsiyasinin ceñişteri: ilkteşrin devriminin başarilari.
ceñiş-
ii, yarişmak, müsabakaya girişmek; birbirini yenmeğe çalişmak.
ceñiştüü
zaferli, muzaffer; cengiştüü cürüş: muzafferce yürüyüş: ceñiştüü türdö: muzafferce muvaffakiyetlice.
ceñüü
zafer, yeniş.
ceñüüçü
muzaffer, yenen.
centek
sağ yağdan yahut yağli kavuttan ibaret bir aştir, ki çocuk doğduktan yahut deve doğurduktan sonra ikram edilir.
centekte-
gidip yeni doğan çocuğun ve annesinin hâlini sormak.
ceper
= ceber.
cer
1. arz, yer; mahal; cer kaymaktap bütköndö bk. kaymakta; cerin karap kaçkan: vatanina kaçmiş; men ani cerine cetkirem: ben ona gösteririm, ben ona kim olduğumu bildiririm; bir cerine cetken kedey: son derece fakir; cer kara bk. kara ii; cer-ceber bk. ceber; cer cemiş bk. cemiş; 2. cercerde: muhtelif yerlerde, ötede beride; cer- cerlerde: yerli yerinde; cer menen cer kilip koy-: yerle bir kilmak; cer menen cer bolup kal-: yerle yeksan olmak; munun eç bir arsarsiy turgan ceri cok: bunun hiç bir şüpheyi mucip olacak yeri yok; cerge kal-: boşuna mahvolmak; erge kilgan cakşilik cerge kalbayt ats.: mert kişiye yapilan iyilik boşuna gitmez; bir cerge 1) bir mahalle: 2) bir yere; barip turgan ceri: bir şeyin en yüksek derecesi; cer baspay turgan kezinde: kuvveti ve refahi yerinde iken; cer baspay turgan at: hizli yürüyen, yeğni bacakli at; ani men külüp turgan cerinen çakirdim: ben onu tam gülüp durduğu zaman çağirdim; salgan cerden yahut çukul cerden: ansizin, birden bire: hiçbir sebep yokken: cer-suu 1) yersu (üzerinde çîftçilik yahut davarcilik ile meşgul olunabilecek olan toprak ve şartlar); 2) mit. toprak-su ilâhi (fena ruh); cersuu tayi-: yer-su ilâhina (merhamet dileyip) kurban kesmek; vermek; 2. mesafe; beş kündük cer: beş günlük yer, mesafe.
cerçil
doğduğu yahut uzun zaman yaşadiği yere temayül eden (diyelim, hep eski sahibine gitmeyi düşünen köpek hakkinda).
cerde-
yaşamak, oturmak (ikamet etmek); tekesti cerdedik: tekste yaşadik; cerdegen ceri talas: ikamet ettiği yer - talas’tir.
cerdeş
i, hemşeri.
cerdeş-
ii, birlikte ikamet etmek.
cerdik
1. yabanî (ehlî olmayan); cerdik kuş: vahşî kuş; 2. kendi kabilesinden yahut avulundan uzaklara göçüp giden kimse; insanlardan uzakta yaşayan adam.
cerdiktüü
yerli, mahallî.
cerdöö
ikamet
cerdööçü
ikamet eden, oturan.
cerdüü
1. toprağa malik olan; arazi sahibi; 2. = cerdiktüü; cerdüü kizmatçi: yerli hizmetçi.
cerge
1. sira; 2. hanin karargahi, sarayi: askerdi arbin baştapsiz, cetim tul katin, cergeñdi karan taştapsiz folk: büyük ordu sevk ettin; öksüzleri, dul kadinlari ve karargahini bakimsiz biraktin.
cergele-
siraya dizilmek; cergeley kon-: sira sira olarak konmak, yerleşmek.
cergelet-
siraya dizmek; sira düzmek; cergelete kondu: siralar teşkil ederek oturdular yahut kondular (halk, kuşlar vs. hakkinda)
cergesiz
soyu sopu belli olmayan; cergesiz cetim debeseñ, cetilsem seni bagamin folk.: eğer soyu sopu belirsiz yetim demezsen, büyüyünce ben sana bakarim.
cergilik
mahallî; aslî.
cergilikteş-
yerlileşmek; (diyelim, resmi işlerde) yerli ahalinin diline geçmek; yerli ahalinin mümessilleri memuriyete alinmak.
cergilikteştir-
yerlileştirmek; (diyelim, resmî işlerde) yerli halkin lisanini tatbik eylemek; mahalli halkin oruntaklarini memuriyet kadrolarina almak.
cergilikteştirüü
yerlileştirme; aparatti cergilikteştirüü: idare cihazini yerlileştirme.
cergiliktüü
= cerdiktüü; cergiliktüü el: yerli ahali; cergilik tüü komitet: mahallî komite.
ceri-
1. yadlaşmak, yadirgamak; 2. kendi yavrusunu kendine yaklaştirmamak; koy kozusun cerip ketti: koyun kuzusunu kendine yaklaştirmadi (kuzulayinca onu kabul etmedi).
ceris-
müs. ceri-den.
cerit-
et. ceri-den.
cerlik
yerli; (su veya bu) bölgeye ait olan; osol cerlik: o yerin ahalisinden; biz hemserileriz.
cersi-
vatanini özlemek, vatanini düsünmek.
cersin-
yeri elverişli saymak ve oraya yerleşmek.
cersiz
topraksız
cersizdik
topraksızlık
cerüşö
. = cer üşö (bk. üşö)
cerüşöö
işs. cerüşö-den.
cese-
ortaya çıkmak, hareket etgmek (keşifçiler hakkında); cesekçi cesep kaldı: keşifçiler harakete geçtiler.
cesk
şehir kapısı; kordon; keşif (başlıca, at hırsızlarını gözetleme yahut yakalamak için); cesek at kazdık; kordon kurduk, eşifçiler koyduk; cesek attandı: keşifçiler harekete geçtiler.
cesekçi
keşifçi; kordoncu.
ceset
= casat ı
cesir
a. dul kadın (karş. tul ve tul- duu); olco cesir tar. : harp esiri; cesir akı: dul kadın hissesi.
ceş
ı, tenavül etme, alıp yeme içme; içiş ceş kerek: yemeli içmeli.
ceş-
ıı, müş. ce- ııı ten; deşpe, deşkenden kiyin bok çeşpe ats.: bir işe girişme, girişince de sızlanma! (harfiyen: sözleşme, sözleşince de bok yeme!)
ceşil-
karşılıklıca bilinmeye maruz kalmak (birbirine sürtme yüzünden, diyelim, iki değnek hakkında)
cet-
varmak; ermek; erişmek; ulaşmak; şaarga cettik: şehre vardık; muratka cet-: murada ermek, maksada vasıl olmak; kuup cet-: peşinden yetişmek; cetip ozup ket-: yetişmek ve geçmek; akıl cet- peyt: akıl almıyor, akıl ermiyor; caşka cet- bk. caş 2.; boygo cet-: bk. boy 1; boyum cetpeyt: boyum yetmiyor ( bu iş için benim boyum kısadır); közü cetti 1) göz gezdirdi; 2) kanaat hasıl etti, yakinen bildi; köz cetpeyt: gözükmüyor, göz alamıyor; kekçe cete: akşama kadar, ta akşama kadar; cete okugan: çok okumuş, alim;acalı cetdi: eceli yetmiş; aramdıgıñ öz başıña cetet: hainliğin kendi başını yedi.
cete
ecdad, dedeler; menşe, kök; cetesi caman: kötü temayüllü; ceteñ caman, kişi bolboysuñ: temayüllerin fenadır, sen adam olmazsın.
cetek
1. yedeğe alınmış; cetekke cürböyt: yedekte yürümüyor; 2. rehberlik, sevk, idare.
ceteçi
rehber, şef, rehberlik eden; cetekçi kızmatçılar: rehner işçiler; cetekçi organdar: rehber kurumlar.
cetekçilik
yönetim (sevk, idare); güdüm; şeflik; cetekciliği astında: rehberliği altında.
cetele
yedeklemek, yedeğe almak.
ceteleme
yedek, yedeğe alınmış; azır men ceteleme taylakmın folk.; ben henüz yedeğe alınmış bir poduğum (yani küçük müstakil olmayan bir adamım).
cetelen-
mut. cetele-den.
ceteleş-
yedeğe aldırmak; ayırmaçka tañılıp ceteletken bala: bir çocuk ki (at üzerinde) eğere bağlı olarak duruyor ve atı da yedekde götürülüyor.
cetelöö
1. yedeğe alma; 2. rehberlik; güdüm.
cetelüü
( Rad. ,V ) kılıçlı , kılıca malik olan.
ceterdik
yetecek kadar.
ceterlik
= ceterdik.
cetesiz
1. soyu sopu belirsiz; 2. bakımsız; enesi cok kız , atası cok uul –cetesiz ats. : anasız kız , babasız oğul – bakımsızdırlar.
ceti
1. yedi; ceti tündö bk. tün; 2. hafta.
cetigen
yediger; Dübbüekber ( yıldız topu) ; 2. Kırgız kabilelerinden birinin adıdır.
cetik
1. yetecek kadar; 2. elverişli; ahılı cetik: fikren olgun; 3. uzağı gören; akıllı (hakim) .
cetiktik
1. kifayet; 2. elverirlik.
cetiktüü
= cetkileñ.
cetil-
1.varılmak; 2. olmak , yetişmek; 3. kurulmak; çapsa , bolot ketilet; çarıkka karmasa , cetilet ats. : çaldıklarında kılıç gedikleniyor; bileği çarkına tutulursa yeniden keskinleşiyor.
cetilik
yedilik.
cetilt-
et. cetil-den.
cetim
yetim , öksüz; cetim öz kindigin özü keset ats. : öksüz kendi göbeğini kendi keser; cetim kabırga: en kısa kaburga kemikleri; cetim sümbö: kısa , tüfek harbisi.
cetimçilik
= cetimdik.
cetimdik
yetimlik öksüzlük hali.
cetimiş
yetmiş.
cetimsire-
kendini öksüz hissetmek , yetim kalma duygusuna kapılmak.
cetimsiret-
et. cetimsire-den; balanı cetimsiretpey cakşı bak! : çocuğa kendinin yetimliğini hissettirmeden iyi bak!
cetin-
tatmin edilmek , iktifa etmek; tamakka , kiyimge cetinip kaldık: yiyecekle ve giyecekle tamamiyle temin edildik; cetine albay : sevinerek , mütehassis olarak.
cetinçi
yedinci.
cetiñkire-
muayyen bir derecede ermek; bir dereceye kadar kâfi gelmek; citiñkirebey turat: bir parça yetişmiyor; biraz erişmiyor.
cetiş-
hep birlikte yetişmek , ermek , 2. kâfi gelmek , yetecek miktarda bulunmak; at cetişpeyt: at yetişmiyor.
cetişerlik
yeterlik;cetişerlik bilimi bar: kâfi derecede bilgisi var.
cetişkendik
1. yetişme erme; cetişkendikteribiz: bizim ele geçirdiklerimiz; 2. liyakat , ehliyet.
cetişpegendik
eksiklik; noksan; hesap eksikliği; yetişmeme.
cetişpöölük
= cetişpegendik.
cetişsiz
kâfi gelmeyen , yetişmeyecek miktarda bulunma.
cetişsizdik
1. kifayetsizlik; bütçe eksikliği; hesap eksikliği; kusur; ihmâl; 2. zaruret , ihtiyaç; kündölük cetişsizdikter:günlük ihtiyaçlar.
cetiştik
kifayet; malga cem-çöp cetiştik kılat: hayvanlar için yem kâfi miktarda vardır.
cetiştir-
tedarik etmek , hazırlamak; anıklamak.
cetiştirüü
tedarik , hazırlama.
cetiştüü
her şeyi kâfi miktarda bulunan kimse; temin edilmiş olan; bütün caktan cetiştüü: her hususta temin edilmiş; madaniy küçtör cetiştüü: medeni kuvvetler kâfidir; cetiştüü emes: kâfi gelmiyor , yetişmiyor.
cetkidey
kâfi; cetkidey dayardıgı bar: yetecek kadar hazırlığı vardır.
cetkileñ
mükemmel; hiçbir kusuru , eksiği olmıyan; gelişgen; cetkileñ içik: âlâ kürk; cetkileñ biyik: büyük yükseklik; cetkileñ kıyın iş: gayet güç iş.
cetkileñdik
kemal , gelişim.
cetkililksiz
kâfi gelmiyen , kâfi gelmez; barlık şaymanı cetkiliksiz: bütün teçhizatı noksandır.
cetkinçek
genç nesil , yetişmekte olan nesil.
cetkir
I , atik; uzun sözdün kıskası , cel sözdün cetkir ustası: uzun sözün kısası , boş sözün ustası.
cetkir-
II, 1. tedarik etmek , yetiştirmek; çakkan öltüröt , maktagan cetkiret ats. : yeren öldürüyor; öven (maksada) yetiştiriyor; tayak tayga cetkiret , tay atka cetkiret ats. : " on paradan lira birikir " (harfyien : asâ taya ulaştırır , tay ise , ata ulaştırır) ; 2. kendine yetişmeye müsaade etmek.
cetkirt-
et. cetkir- II den; ketemin degeniñdi elge cetkirttim: gideceğim dediğini halka ulaştırttım , bildirttim.
cetkis
el ermez , yetişilmez; akıl cetkis: akıl ermez; esep cetkis: hesapsız , hesaba gelmiyecek kadar çok.
cetkisiz
= cetkis.
cetkiz
I = cetkis , but cetkiz cerde: insan ayağı basmıyacak yerde.
cetkiz-II
= cetkir- II; bul kabardı kolxozgo me cetkizdim: bu haberi kolkoxa ben yetiştirdim.
cetkizüü
yetiştirme.
cetmiş
= cetimiş.
cetöö
yedi tane.
ceyren
1. = ceerde; ceyren sakal: kızıl sakallı; 2. ceylan.
cez
bakır; teneke; cez tırmak bk. tıımak; cez tumşuk bk. tumşuk; cez kempir = cez tumşuk(bk. tumşuk) .
cezde
enişte (büyük kız kardeşin kocası) .
cezdüü
bakırla teçhiz edilmiş;bakıra malik olan; bakırla kaplanmış olan.
cezit
a. (destanda) alçak (adam): yezid.
ceztırmak
bk. tırmak .
ceztumşuk
bk. tumşuk.
cıbanak
(Rad.) kaplan kemikleri; cıbanak saptuu ak kestik (Rad.V) : sapı kaplan kemiğinden olan bıçak.
cıbıcı-
kaynaşmak; kalabalık halinde hareket etmek.
cıbıgız
karakuş nevilerinden birinin adıdır.
cıbılcı-
ağır ağır , gevşek hareket etmek; cıbılcıgan cigit: beceriksiz , delikanlı; cıbılcıp suu agıp atat: su gayet zayıf sızıyor , az ve yavaş akıyor; cıbılcıbay batırak aytsañçı! : uzatmadan , daha çabuk söylesene!
cıbılıktat-
köz cıbılıktat - : hızlı hızlı göz kırpmak.
cıbıñda-
hızlıca göz seğirmek; gözle işaret etmek.
cıbır
( su üzerindeki) pürüzler , kışıklar; cıbır- cıbır: fısıltı: ıbır- cıbır bk. ıbır.
cıbıra-
durmadan ve hızlıca uğraşmak , kaynaşmak.
cıbıt
1. = koktu (ancak daha küçük hacimde) ; 2. çayın yatağı.
cıdı-
1. dökülmek (kıl ve saç hakkında) ; dökülmek (yün , tüy hakkında) çaçı: tazdın başınday cıdıp tüşüp kalgan: saçı kelin saçı gibi dökülmüş; 2. ordo (bk.) oynarken , kaideye riayet etmemesi yüzünden oyundan ayrılmak.
cıdımak
1. = borbor (yalnız ordo oynarken , bk.) ; cıdımakka sal- (karş. – cıdı- 2) ; oynarken hiyle etmek; 2. çocukların aşık oyununun bir çeşididir.
cıdıt-
et. cıdı-dan.
cıgaç
ağaç; kara cıgaç: kara ağaç; hercai karağaç; sarı cıgaç: amberbaris (bitki , karş. börü karagat: karazat maddesinde) , at cıgaç: değirmen tesisatı kısımlarından binin adıdır; üy cıgaç: keçe ev yapmak için gerekli olan ağaç; cıgaç tüşürdü es. : gelini evine götürmeden 15- 20 gün önce güveyin , gelin köyünün ahalisine çektiği ziyafet.
cıgaççı
marangoz , dülger.
cıgaççılık
marangozluk , dülgerlik zanaatı.
cıgaluu
cıgaluu möör(destanda) hükümdar , han mührü.
cıgıl-
devrilmek , düşmek , yere serilmek; yenilmek; cıgılsañ nardan cıgıl ats. : mahvolsan da çalgı altında mahvol! ( harfiyen: düşersen , hecin devesinden düş!) ; astına cıgıldı : ayaklarına kapandı; el sözünö cıgıldı folk. : halkın dediğine boyun eğdi; ayıpka cıgıl- bk. ayıp 3.
cıgılış
I, cıgıluu; it cıgılış bol- (pehlivanlar hakkında) ; ikisi birden düşmek; it cıgılış bolup kayra turduk ( güreşte) biz ikimiz de birden düştük ve sonra yeniden ayağa kalktık.
cıgılış-
II, müş. cıgıl-dan.
cıgılıştuu
kendi kabahatini itiraf etmek; biz sizge cıgılıştuubuz: biz size karşı olan kabahatimizi itiraf ediyoruz.
cıgıluu
düşme , yıkılma.
cıgım
kadın " sarığı" nın (başörtüsünün) kısımlarından bir tanesinin adıdır.
cıgın-
" sarığı" arkaya kıvırmak (kadınlar hakkında) .
cık
I, cık toldu : ağzına kadar doldu.
cık-
II, devirmek , yenmek , yere çalmak; suu cık- : suyu akıtmak; aldına cık- : ayaklarına kapanmaya zorlamak; ayıpka cık- bk. ayıp 3.
cıl
I, yıl; çarba cılı: üretim (istihsal) yılı; kem cıl : âdî yıl; toluk cıl: " tam yıl" , kebise yılı; cıldardan cıl ötüp: yıllarca zaman geçti; cıldan cılga: yıldan yıla; kirişteri cıldan cılga ösüüdö: gelirleri yıldan yıla artıyor; bıyılkı cılı: bu yıl; eçen cılı: nice yıllar; birkaç yıl; cılıga yahut cılda: her yıl; cıl alıs folk. : biz yıl aşırı karşılaşıyorduk; 2. hayvan adlarına göre yürütülen takvim (bu devri takvimin yıllarının adları sırasiyle şunlardır: 1) çıçkan : sıçan; 2) uy: sığır; 3) bars: pars; 4) koyon: tavşan; 5) uluu: ejder; 6) cılan: yılan; 7) cılkı: at; 8) koy: koyun; 9) meçin : maymun; 10) took: tavuk; 11) it: köpek; 12) doñuz: domuz , cılıñdı töö kılasıñ: sen artık çok oluyorsun; kendini dev aynasında görüyorsun ( harfiyen: yılını yani doğduğun yılı deve yılı yapıyorsun; hayvan devri takvimi yıllarının adlarında deve adı yoktur; cıl sürüş- : hayvan devri takvimine göre , birbirinin hangi yılda doğduğunu soruşturmak.
cıl-
II, hareket etmek , kımıldamak; emeklemek: yere doğru pek fazla eğilerek yürümek; suu cılıp agat: su ağır ve süzülerek akıyor; akırın cılıp barıp konobuz: ağır ağır yürüyeceğiz ve konakta (gece konacak yerde) duracağız.
cılacın
cılaacın , cılalcın , alıcı kuş için çıngırak.
cılan
yılan; cılan cıl: hayvan devri takviminde altıncı yılın adıdır; ak cılan : beyaz yılan; cöö cılan yahut cöölcan yahut , söölcan : yağmur böceği; kara çaar cılan: engerek yılanı; ok cılan : yılanların bir çeşidinin adıdır; çala öltürgön cılanday: ne et ne de balık ( harfiyen yarı öldürülmüş yılan gibi ) ; cılan ordosu: yılan yuvası , yılan ini : cılanday : yılan gibi mahir , çevik; cılkıga cılanday uul carayt ats. : at (gütmek) için yalnız çevik delikanlı yarar; cılan boor 1) kayış örmenin ayrıca bir şekli , 2) mec. : kamçı.
cılañ
cılañ ayak = cıñaylak; cılañ ayakta: ayakkabıyı çıkartma.
cılañaç
çıplak , çırılçıplak.
cılañaçta-
giyimini çıkartmak . soymak.
cılañaçtan-
giyimini çıkarmak , soyunmak.
cılañaçtoo
giyimini çıkartma , soyma.
cılañayak
= cıñaylak.
cılañaylak
= cıñaylak.
cılañbaş
açık baş.
cılañbaştan-
başı açmak ( başa giyilen nesneyi çıkartmak suretiyle ) .
cılas
1. yok edilmiş; batmış; değersiz; cılas bolgur! : mahvolası! ; kahrolası! (atlar için sarfedilen ilençtir ) ; cılas kıl: kökünden imha etmek , köküne kibrit suyu dökmek; cılas bol- 1) kaybolmak; 2) fakir düşmek; cılkıçı bolup , bee baktıñ; cılas bolup , töö baktıñ folk. : at çobanı oldun , kısrak güttün; fakir düştün de deve güttün; 2. pervasız: yürekli.
cılbırska
1. dalgalı (yeni doğan kuzunun tüyü hakkında) ; kısa tüylü kuzu derisi; 2. mec. (insan hakkında) dönek , çabuk değişen , yalancı.
cılbıskak
= cılbırska.
cılbış-
yerinden oynamak , kaymak.
cılbışkak
düz , kaypak.
cılcı-
kımıldamak , hareket etmek.
cılçıgıy
dar gözlü; yarığımsı gözlü.
cılçık
yarık , küçük yarık.
cılçıksız
yarıksız , deliksiz; bütün.
cılçılık
bir yıl müddet , vade; ayçılık saygan işime cılçılık sayıp cetpegen folk. : benim bir ayda yaptığım nakışı o kadın bir yılda yapamıyor.
cılçıy-
1. daracık olmak (delik hakkında) ; 2. dar gözlü olmak.
cıldaş
yıldaş , yaşıt (aynı yılda yahut hayvan devri takvimine göre ayın adı taşıyan senede doğmak itibariyle)
cıldık
1. yıldönümü; 2. bir sene müddet; senelik vade; beş cıldık: beş senelik; beş cıldıktı tört cılda: beş yıllık vazifeyi dört senede başarmak.
cıldır-
yerinden oynatmak; yerinden kımıldatmıya zorlamak; koydu beri cıldır: koyunları bu yana sür!
cıldırma
yavaş iş gören , gizlice , sinsice hareket eden.
cıldız
1. yıldız; cıldız tolgondo yahut cıldız tolo: gece geç vakit; gece olduğunda; cıldızı artık (insan hakkında) : talihli , talihi yaver , cıldızı tüştü yahut cıldızı öçtü: yıldızı söndü; itibarını kaybetti; cıldızı karşı: aralarında düşmanlık vardır; cıldız- cıldız mec. : delik deşik; yırtık pırtık; 2. teveccüh; 3. sevimli; hoş; cıldızı eken adamdın , kim caktırbayt mındaydı? folk. : o , en sevimli insandır , böylesi kimin hoşuna gitmez?
cıldızça
yıldızcık.
cıldızda-
suu cıldızdap kirdi: su pek fazla taştı , su her tarafı bastı.
cıldızdal-
örselenmek (diyelim , giyim hakkında) .
cıldızdan-
yıldız gibi parlamak , yıldıramak.
cıldızduu
1. yıldızlı; 2. hoş , güzel; cıldızduu bala: sevimli , hoş çoçuk; cıldızduu mal: görmesi , bakması insanın hoşuna giden hayvan; cıldızduu kıymıl: yakışıklı hareket , yürüyüş; 3. mesut , sevinçli çocukluk.
cılga
çayın yatağı , uzun çukur , oyuk.
cılgam
bir otun adıdır.
cılgayak
kaypak; cılgayak tep- : (ayak üzerinde) kaymak; demir- ayakla kaymak; cılgayak muz: ayak kaydıran buz.
cılgın
ılgın (ağaç) .
cılgınduu
ılgın ağacı biten yer.
cılgıs
= cılgısız.
cılgısız
hareketsiz , sağlam pekitilmiş.
cılı-
ılımak , ısınmak.
cılımçı
1. tatsız; iştah uyandırmıyan: 2. sinsi , gizlice iş gören; cılımcı osuraktın cıktı caman ats. : avm. : yavaş atın çiftesi pek olur.
cılımık
ılığımsı; kün cılımık tarttı: gün bir parça ısındı.
cılın-
ısınmak , ılınmak.
cılınt-
ısınmıya zorlamak , ılıtmak.
cılınuu
işs. cılın- dan.
cılış
yerinden hareket etmek; ilgeri karay cılış casaaştı: ileriye doğru hareket ettiler.
cılışta-
yavaşça hareket etmek; oorusu kündön küngö cılıştap oñolup kele atat: hastalığı günden güne iyileşiyor , geçiyor.
cılıt-
ılıtmak , ısıtmak; suu cılıt- : su ısıtmak; boy cılıtçu kep gönüle hoş gelen söz , lâkırdı.
cılıtuu
işs. cılıt tan.
cılkı
I, 1. at (bu hayvanın soy ismi olmak üzere ) ;cılan çakpay , cılkı teppey: yılan sokmadan , at tepmeden: sebepsiz; durup dururken; kırk cılkı: kırk at; mec. es. kız (babasının kızı) ; gelinlik kız; 2. hayvan devri takviminde yedinci yılın adıdır. II, ötkön cılkı: geçen seneki.
cılkıçı
1. hergele çobanı; 2. lâtince adı Motacilliadae olan bir kuştur: çoban aldatan ( ?) .
cılkıçılık
hergele çobanı mesleği.
cılkıluu
atları çok olan , at sürüsüne malik olan; san cılkıluu: hesapsız at sürüleri sahibi.
cılma
1. pürüzsüz; ayak kaydıran; cılma taş: kaypak( pürüzsüz) taş; 2. yere sürünen; cılma toktum: sathi karar.
cılmakay
düz kaypak ( boyuna kayan; ayak kaydıran) .
cılmala-
düzelmekte , rendelemek , rendeden geçirmek.
cılmalat-
et. cılmala dan.
cılmañ
cılmañ ur- yahut cılmañ kak- :neşe ve hayattan memnuniyet göstermek; cılmañ et- : tebessüm etmek.
cılmañda-
1. şen ve gülümseyen bir çehre sahibi olmak; 2. çabuk ve çevikçe yürümek; cılmañdagan taygan: çabuk araştıran taygan tazı ( köpek) .
cılmay-
gülümsemek , tebessüm etmek; cılmayıp kal! : terin dibine bat!
cılmayış-
gülümsemek birbirine tebessüm etmek.
cılmayuu
gülümseme , tebessüm.
cılmık
cılmıktay : tertemiz.
cılmıñda-
gülümseyen çehreli olmak.
cılmıñdat-
et. cılmıñda-dan.
cıloo
(daha çok at koşuları zamanında kullanılır) yular , dizdin; attardın cıloosun algıla! : atları dizginlerinden tutun!
cıloolo-
dizginden tutmak.
cılpılda-
hızlı bir hareket yapmak; çevik ve sokulgan olmak; tabasbus etmek , yaltaklanmak; suudan çıkkan balıktay kolgo karmalbay cılpıldayt : sudan çıkmış balık gibi kıvrılıyor ve kendisini yakalatmıyor.
cılpıñda-
ustalıkla , atiklikle hareket etmek , iş görmek.
cılpışta-
yaranmak; yaranır gibi gözükmek; yaranarak telaş etmek.
cılt
göz yumup açınca ve ansızın yapılan hareketi ifade eden taklitlik sözdür; kün cılt koyup uyasına kirdi: güneş bir parça parladıktan sonra batıverdi; karanlığgıda ot cılt etti: karanlıkta ateş yıldıradı; cılt etip külüp koydu: ansızın gülüverdi; cıldızday cılt- cult etet: yıldız gibi parlıyor , yıldırıyor , yalabıyor; cılt ber yahut cılt et- : fırlamak , hızlıcza sıçramak; sıvışmak.
cıltılda-
yıldıramak , yalabımak.
cıltıldaş-
müş. cıltılda- dan.
cıltıldat-
et. cıltılda- dan; balalardın ot cıtıldatıp catkandarın kördü: çocukların ateş tutuşturduklarını gördü; cıltıldatıp at mindi: ata binerek kurulmuş.
cıltıñda-
işve yapmak , kırıtmak gözlerle , yüzle) .
cıltıra-
parlamak , yalabımak.
cıltırak
parlıyan; cıltırak metaldar: renkli mâdenler.
cıltırat-
parlatmak , yıldıratmak , parlamaya , yalabımaya zorlamak.
cıltırgan
kochia denilen bitki.
cıltırla
= cıltıra-
cıltıy-
bir işi çabucak ve sezdirmeden yapmak; cıltıyıp kaçıp ketti: gizlice sıvıştı.
cıluu
1. ılık , ılıklık; cıluu söz : sıcak , okşayıcı , hoş söz; cıluu süylö- : yumuşak , hoşa gidecek tarzda konuşmak; cıluu süylösö cılan iyinden çıgat ats. : yumuşak konuşulsa , yılan bile ininden çıkar " tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır" ; cıluu cılmaydı: hoş bir tarzda gülümsedi; cıluu et. sıcak , taze et; 2. mec. can; 3. mec. yuva; cagalmay uçtu cıluudan folk. : Falco vespertinus denilen doğan yuvadan uçtu.
cıluula-
ılıtmak , ısıtmak; cıluulap cap- : sıcak örtmek; cıluulap camın- : sıcak örtünmek.
cıluuluk
ılıklık; suluulugunan cılugu ats.: sıcaklık ( cana yakınlık) güzellikten yeğdir.
cım
cım- cım et- , pırıl pırıl parlamak; cım- cırt = cımcırt.
cımcırt
tam sukûnet , sessizce; kulak murunu kesilgendey cımcırt: kulağı burnu kesilmiş gibi , hiçbir hayat eseri göstermiyor; kulak kesgendey cımcırt: tam sukûnet , tam sözsüzlük ve sessizlik.
cımcırttık
tam sukunet , tam sözsüzlük ve sessizlik; cımcırttıkka kömüldü: sukunete , tam sessizliğe daldı.
cımda
eptep- cımdap: maharet , çeviklik göstererek.
cımı
camı.
cımılda-
yıldıramak , ışık saçmak , parlamak; renkten renge girmek; öñüñ cımıldap turat: yüzün nur saçıyor , sevimli görünüştedir; cımıldap kül- : gönüle hoş gelecek şekilde gülümsemek; cımıldagan cip: sağlam ve düz bükülmüş iplik; içnen cımıldap turat: sevinç karışık sabırsızlık hissediyorlar.
cımıldaş
müş. cımılda- dan.
cımıldat-
et. cımılda- dan; cımıldatıp say- : ufak ve sık dikişle dikmek , işlemek.
cımıñ
gülümseme , tebessüm; işveli kırılışlar; cımıñ etip kül- :tebessüm etmek; gönül alırcasına gülümsemek.
cımıñda-
gülümsemek; işvelice kırılmak; yaranmak.
cımıñdaş-
müş. cımıñda-dan.
cımıñdat-
et. cımıñda- dan; köz cımıñdat- : gözü yarı kapatmak , yumdurmak; göz kapaklarını bitiştirmek.
cımır-
cımırıp: gizlice; cımırıp katıp aldı: sakladı , gizledi.
cımıray-
caranın oozu cımırayıp bütö turgan bolup kaldı: yaranın ağzı kapanmaya başlayıp , onulmaya yüz tuttu.
cımıy-
büzülmek , kısılmak.
cımıyış-
müş. cımıy-dan ; tülkü körgön bürküttöy cımıyıştı: tilki görmüş karakuş gibi büzüldüler.
cımsal
1. gizlidan gizliye ( sözler hakkında) ; 2. ketum ( ağzı pek) ; sezilmiyen; cımsal türdö: gizlice , sezdirmeden , harfiyyen.
cımsalda-
esrar perdesiyle örtmek; kaplamak , saklamak.
cımsaldat-
et. cımsalda- dan.
cımsalduu
cımsalduu ayal: derli toplu , tertemiz kadın.
cıñ
I, çin. ağırlık ölçüsü bilriğinin adıdır (ki altı yüz gram kadardır) ; bu ölçü Şarki Türkistan Kırgızlarında kullanılmaktadır. II, ıñ- cıñ bk. ıñ.
cıñalaç
= cılañaç.
cıñalaçta-
= cılañaçta- .
cıñalayak
= cıñaylak.
cıñalbaş
= cılañbaş.
cıñaylak
1. yalınayak; 2. baldırı çıplak.
cıñroo
çıngırdama .
cınıs
a. 1 cins ( çeşit) ; soy; too cınıstarı: madeni sahralar ( taşlar , formasyonlar) ; 2. bl. cinsiyet( erkeklik) ;
cınıstık
bl. cinsi ( sexsuel) ; cınıstık baylanış: cinsi münasebet.
cıp
cı ile başlıyan sözlerin önüne takviye için katılır; cıpcıñaylak: büsbütün yalınayak; cıp- cılas: batmış( kaybolmuş) ; iz bırakmadan kaybolmuş.
cıpar
mis , misk , iyi koku , güzel koku; iyi kokan güzel kokan; cıpar samın: yüz sabunu; cıpar cıttan- : iyi güzel kokmak.
cıparduu
mis kokan , iyi kokan , güzel kokan.
cıpılda-
cıpılda- ; cıpıldagan: atik , çok canlı ve oynak.
cıpılıkta-
hızlıca göz kırpmak; közü cıpılıktayt: hızlıca gözlerini yumup açıyor.
cıpılıktat-
et. cıpılıkta- dan.
cır-
yırtmak , parçalamak.
cıra
1. seln açtığı çukur ( büyük olmak şartiyle) ; suyun eştiği derin çukur , uçurum; 2. dağ geçidi.
cıraka
yarık.
cırga-
lezzetlenmek ( dadanmak) ; haz duymak; refah içinde yaşamak.
cırgal
haz; lezzetlenme , zevk; refah; cırgal kör- : lezzetlenmek; cırgak ber- : lezzetlendirmek; cırgal turmuş: şen neşeli hayat.
cırgalçılık
refah , huzur; cırgalçılık dooru : refah , huzur , sadet devri zamanları.
cırgalçılıktuu
= cırgalduu.
cırgalduu
1. müreffeh , rahat vehuzur içinde yaşıyan; 2. haz , zevk , huzur rahat veren; sevinci mucibolan.
cırgalsız
sevinçsiz: yahut sevinç vermiyen; hayatın seviçlerini , zevklerini getirmiyen yahut bunlara malik olmıyan.
cırgat-
refah , haz ve lezzet vermek lezzetlendirmek; camandın can cırgatarı uyku ats. : kötü (adamın ) can zevki- uykudur.
cırgatış
işs. cırgat- tan; can cırgatış kıyın ats. : can koruma ( yani genelce , yaşamak) kolay , ancak can ferahlığı bulmak- güçtür.
cırık
1. yırtılmaktan meydana gelen delik; delik; delinmiş; kazınmış; cırık töö: burun kanatları delinmiş olan deve; cırık iyne: deliği kırılmış olan iğne; cırık iynesin kaltırbay , alıp ketti: deliği iğnesini bile bırakmadan alıp götürdü; 2. yırtık dudak (anat) .
cırıl-
yırtılmak , parçalanmak , parça parça olmak.
cırılt-
et. cırıl- dan.
cırım
I, kısacık ve daracık kayış; cırım örüü (kamçı örüşü gibi yuvarlak olmayıp) yassı kayış örüşü; cırım arpa bk. arpa. II, ırım sözünün tekidir.
cırımda-
( kolan bağlandıktan sonra) küçük kayışlarla pekitmek.
cırımdat-
et. cırımda- dan.
cırıñ
ırıñ sözünün tekidir.
cırt
I, sözünün tekidir.
cırt-
II, yırtmak , parça parça etmek.
cırtak
1. trahom; 2. yaşaran , yaş akıtan; közü cırtak: gözünden yaş akıyor.
cırtakta-
1. yaş akıtmak , gözden daima yaş gelmek; 2. münasebetsizce gülümseyip durmak.
cırtañda-
= cırtakta- .
cırtañdat-
et. cırtañda- dan; közün cırtañdatıp: ( hasta) gözlerinden yaşlar akıtarak.
cırtık
yırtılmış , yırtık; delik; cırtık teşikke külöt ats. : cırtık delikle alay ediyor.
cırtıl-
yırtılmak , parça parça olmak.
cırtıluu
işs. cırtıl- dan.
cırtış
1. yırtma , parçalama; 2. es , ölüyü hatırlama töreni sırasında verilen hediyeler; 3. es. kızın yakınlarının karılarına verilen düğün hediyesi.
cırtkıç
yırtıcı ( hayvan) .
cırtkıçtan-
yırtıcıya dönmek; cırtkıçtangan ak gvardeyester: yırtıcıya dönmüş beyaz gardçılar (kaytakçı unsurlar) . cırtkıçtık , yırtıcılık , yırtıcılık temayülleri ve hareketleri.
cırttır-
et. cırt- II den.
cırtuu
yırtma , parçalama .
cış
sık , koyu( diyelim , orman) ; bütün , sağlam; baştan başa; cış urganday kalıñ tokoy : gayet koyu orman; cış urganday köp kişi: gayet çok insan , hesapsız halk; cışcış:begayet , son derece.
cışaan
= cışana; cakşılıktın cışaanı: iyilik nişanesi , belgesi.
cışana
f. nişane , alamet , belge; cazdın cışanası keldi: ilk yazın alameti , nişanesi geldi , ilkyaz kokusu gelmeye başladı.
cışı-
uğmak , silmek , açmak ( temizlemek) ; samoordu kum menen cışı! : semaveri kumla aç! ( temizle) ; arkamdı cışıp ber! : arkamı bir parça uv! …
cışıl-
1. mut. cışı- dan; 2. arıklamak , zayıflamak.
cışıluu
arıklama , zayıflama.
cışın-
oğulmak , kendi kendini oğmak.
cışıt-
et. cışı-dan.
cıt
koku; cıtı da cok: kokusu , izi bile yok; apiyimge cıt kıluu es.: haşhaş toplarken yapılan tütsüleme ( haşhaş tarlasında yağlı paçavra yakarlardı).
cıtık-
alışmak ( diyelim , uzun zaman kullanılan bir şey yahut içinde uzun zaman yaşanan bir eve) .
cıtta-
1. koklamak , koku vermek; 2. koklamak; 3. okşamak , öpmek ; tamagıñdan balam – ay , takıldatıp cıttayın folk. çocuğum , boynunu (harfiyen: boğazını) şaplatarak öpeyim.
cıttagıla-
it. cıtta- dan.
cıttan-
kokmak , koku vermek; ter cıttanat: ter kokusu geliyor; cıpar cıttanat: mis kokuyor , güzel koku çıkıyor.
cıttaş-
müş. çıtta- dan; attar cıttaşıp baştarın caykaştı: atlar koklaştılar ve başlarını salladılar.
cıttat-
1. koklatmak , koklamaya zorlamak yahut müsaade etmek; 2. öptürmek , öpmeye bırakmak.
cıttuu
kokulu , kokan , koku saçan; alma cıttuuu : elma kokan; atır cıttuu yahut cıpar cıttuu: güzel kokan , ıtır kokan , mis kokan.
cıy
I, cıy- cıy = cış- cış( bk. cış) ; cıy uçurayt: sık sık raslanıyor; mebzûldür.
cıy-
II, yığmak , yığın halinde toplamak , küme haline koymak; biriktirmek; attın tizginin ( yahut oozun) cıyıp cür! : atın dizginini iyi çek , atın başını boş bırakma !
cıydır-
yığdırmak , toplamatmak .
cıyıl-
toplanmak , yığılmak , kümelenmek , birikmek; cıyılgan curt: toplanan halk.
cıyılış-
müş . cıyıl- dan.
cıyıluu
işs. cıyıl- dan.
cıyım
vergi , resim; suu cıyımı: su resmi , su vergisi.
cıyın
I, 1. toplama ( diyelim , mahsulat) ; 2. toplantı , kalabalık; araday cerge çaraday cırın kılba ats. :habbeyi kubbe yapma!( harfiyen: küçük alanda büyük çorba tası kadar toplantı yapma! ) .
cıyın-
II, toplanmak( hazırlanmak) ; erterek cıyın: erkencehazırlanınız! ; etek- ceñin cıyınıp işke kirişti: eteklerini , yenlerini toplayıp , işe girişti.
cıyında-
hazırlanmak , derlenmek.
cıyındı
yığıntı , birikinti.
cıyıntık
1. kalabalık; 2. dergi (mecmua) ; mıyzam cıyıntıgı : kanunlar koydu ; 3. mat. Tutar , yekûn , toplama; 4. özet (fezleke).
cıyıntıkta-
toplamak , yekûn çıkarmak.
cıyıntıktal-
toplanmak (cemedilmek) , tutarı gösterilmek , yekûnu çıkarmak.
cıyır-
sıkmak , büzmek.
cıyırıl-
kıvrılmak (yılan ,kurt hakkında); büzülmek.
cıyırılt-
kısılmaya , büzülmeye zorlamak.
cıyırma
yirmi; cıyırma bir: yirmibir (bir nevi iskambil oyunu).
cıyış
I, . 1. yığma; 2. vergi toplama.
cıyış-
II = cıynaş.
cıyıştır-
1. toplamak; 2. tavsiye etmek (diyelim , bir teşebbüsü; alışverişi).
cıyma
cık-cıyma : ağzına kadar dolu ; sandığı anı-munu menen cıkcıyma : sandığı öteberi ile ağzına kadar doludur , sandıkları her türlü eşya ile tıkabasa doldurulmuşyur.
cıyna-
toplamak , yığın halinde yığmak.
cıynak
1. türlü mevat ve yazılarıiçine alan dergi; antologie (seçme eserler mecmuası) ; ırlar cıynağı : şiirler külliyatı;şiirler dergisi; 2. tutar yekûn; 3. derli toplu (mazbut) kimse.
cıynakta-
1. toplamak; takım halinde toplamak; 2. tutarını göstermek.
cıynaktal-
1. toplamak , takım yapılmak; 2. tutarı gösterilmek.
cıynaktık
derli topluluk , mazbutluk.
cıynaktoo
1. takım haline koyma; 2. tutarını gösterme.
cıynal-
toplanmak , yığılmak; el cıy-
naldı
: halk toplandı.
cıynalış
I, toplantı.
cıynalış-
II, müş. cıynal-dan.
cıynañkıra
butun cıynañkırap o-turdu : bacaklarını bir parça toplayıp oturdu.
cıynaş-
müş. cıyna-dan.
cıynaştır-
et. cıynaş-tan.
cıynat-
et. cıyna-dan.
cıynatıl-
toplatılmak (üçüncü şahısların emriyle); otun cıynatıldı : (toplamaya emredildi ve) odun toplandı.
cıynoo
toplama , derme; pakta cıy-noo : pamuk toplama; calpı cıynoo : ham ürüt (hasılatı gayri safiye).
cıynooçu
toplayıcı; alımcı (tahsildar).
cıyr-
= cıyır.
cıyrıl-
= cıyırıl-.
cıyrılt-
= cıyırılt.
cıyruu
= cıy- I.
cıyuu
yığma , toplama , biriktirme.
cibek
ipek , ipekten olan.
cibekçi
ipek yetiştiren.
cibekçilik
ipekçilik.
ciber-
1. göndermek , yollamak; 2. geçirmek (müsaade Vermek); 3. yardımcı fiil sıfatiyle bu fiil , ir- II ye (bk.) ve , iy- V e (hk.) muadildir.
ciberil-
1. gönderilmek , yollanılmak; 2. geçirilmek; müsaade edilmiş olmak; ciberilgen kata : geçirilmiş , yapılmış hata.
ciberilüü
işs. ciberil-den.
ciberilüüçü
gönderilen , vazife ile yol- lanılan : kurskö ciberilüüçülör : kursa gönderilenler.
cibert-
göndermek , salıvermek.
ciberttir-
göndermeye , yollamaya , salıvermeye emretsinler demek.
ciberüü
işs. ciber-den.
cibi-
nemlenmek , yaş olmak , ıslanmak; cürögüm cibidi : beğendim; bana hoş geldi; boyu cibip oturat : hoş bir rehavet halinde oturuyor.
cibit-
nemletmek , ıslatmak , ıslatmak suretiyle yumuşatmak.
cibitiñki
hafifçe ıslatılmış.
cibitiñkire-
hafif tertip ıslatmak.
ciciñ
sidik durmama hastalığı (başlıca , kısraklarda); ciciñ bee : sidiği durmamaktan mustaribolan kısrak.
ciger
f. cesaret; cigerden tay- yahut ciger cogot- : ruh düşmek; al cige-rinen taybayt yahut al cigerin co-gotpoyt : o , ruhça düşmüyor , cesaretini yetirmiyor.
cigerdüü
cesûr , atılgan.
cigit
delikanlı , yiğit; cigit ölör cerine külüp barat ats. : yiğit Öleceği yere gülerek gider; cigit üydö tuu-lat , cooda ölöt ats. : yiğit evde doğar , harpte ölür.
cigitçilik
yiğite , gence has olan bütün sıfatlar.
cigitsin-
yiğitlik taslamak.
cigittik
gençlik , yiğitilk; çiğittik öttü aşkan beldey folk. : gençilk , aşılan dağ beli gibi geçti.
cik
dikiş yeri; yarık , çatlak; koynök cikciginen sögüldü : giyim dikiş yerlerinden söküldü; cik acırat-yahat cik car- : ayrılık , nifak sokmak; cik acıratıl- : şimdi anılan fiilden mut , şeklidir; tap cigi acı-ratılgan yahut tap cigi açılgan : sınıflara ayrılma husule geldi; cik--cik bolup : dikiş yerlerinden sökülerek; ufak parçalara ayrılarak.
ciki
= it konok (bk. konok II).
ciktel-
1. dikiş yerlerinden sökülerek dağılmak; 2. taazzi etmek.
cikteliş
taazzi etme.
cilbik
müzmin amel (iç.sürme) (başlıca , hayvanlarda).
cilik
borumsu kemik , ilikli kemik; ilik- cilik : hısım akraba.
cilikte-
hayvanın bütün gövdesini parçalamak; ciliktep , maydalap kaynatkan et ; ufak parçalar halinde haşlanmış , kaynatılmış et; cilik-tep sura- : inceden inceye soyunu sopunusopımu soruşturmak (diyelim , hangi boydan , hangi kabileden , hangi oymaktan ve s. , olduğunu).
cilinçik
baldırın çift kemiklerinin büyüğü , incik kemiği; cilin-çigim kakşadı : incik kemiğim burkuldu; cilinçigiñdi cagamın : ben seni parça parça ederim (harfiyen : incik kemiğini kırarım).
cin
I, a. cin , şeytan , ifrit; cimi karmadı : cin tuttu; cinime tiybe! : beni hırslandırmak ; cinime tiyseñ : eğer beni hırslandırırsan , kızdırır-san; baylatma cin : son derece taşkınlık etme; çin ooru : ruhî hastalık; bakşı cinin çakırdı folk. : şaman ruhlarını çağırdı; cinin kaktı: burnunu kırdı (kibrini giderdi); akıl aşsa , cin bolot ats. : insan fazla akıllı olursa , delice olur. II, miydenin içinde bulunan şey; töö cinin bürküp iydi : deve yediğini çıkardı (tükürdü); bok cin : bağırsakların ve miydenin içinde bulunan nesne; kan tök dese , cin tökkön folk. : akılsızca gayret gösterdi (harfiyen : ona kan dök denildikte , miydesini boşaltıyor.)
cinçi
= incu; cinçi körsöñ-tişin kör folk. : eğer inci görmüş isen , onun dişlerine bak (onlar da inci gibi bembeyazdırlar).
cinden-
= cindilen.
cindi
delice , kaçık.
cindilen-
delirmek , kudurmak.
cindilenüü
işs. cindilen-den.
cindilik
cinnet , kaçıklık.
cinik-
(karş. cin- II) dolu karınla koştuktan sonra kötü durumda bu- lunmak.
ciniktir-
et. cinik-ten; toygon attı , çaap cürüp , ciniktirdiñ ; miydesi dolu olan atı koşturdun ve onu takatten düşürdün.
cinis
= cınıs.
cip
iplik , kınnap , ip; kordon; çarık cip : makara ipliği; selde cip : yumak ipliği; ala cip atta- : alaca ip-lip üzerinden atlamak (şimdi unutulan eski bir âdetle ilgili olan bir tâbirdir); uşu küngö çeyin biröö-nün ala cibin attaganım cok ; «şimdiye kadar kimsenin alaca ipliği üzerinden atlamadım" ; kimse beni namussuzca hareket ettin diye tekdir edemez; kimseye bir kötülük yapmadım; ençi cip yahut ençilüü cip es. : hayattaki kısmet , insanın nasibi; cibin tartıp kör-ineç. : olta atmak , iskandil etmek.
cipkilen
ıslak karla kaplanan güz yahut ilkyaz otu (bu , en iyi ayak-altı yemi sayılmaktadır).
cipkir-
tadı fena olan bir nesneden bulantı yahut tiksinti hissetmek; daamı caman eken , çürögüm cipki-re tüştü : tadı fena imiş , bulantı verdi.
cipkirt-
et: cipkir-den.
cire-
sökmek; yüzmek (diyelim , hay- vanın derisini); kesmek , yarmak (diyelim , gemi hareket ederken suyu); yırtmak , yırtıp parçalamak; kat'etmek , enine kesmek.
ciret-
et , cire-den; atı kürtükko batıp , üzöngüdön kar ciretti : ab kara battı ve o üzengilerine kadar çıkan kar üzerinden yürüdü.
cit-
yok olmak , yitmek , kaybolmak; mahvolmak; alda kayda citken , alda kayda cogolgon : mahvoldu , battı; citken oktu atkan ok tabat ats. : kaybolan oku (onun peşinden) atılan ok bulur.-
citir-
et. cit-ten; kazıktı cerge citire kak! : kazığı mümkün olduğu kadar toprağa derin çak!
citirt-
et. citir-den; corgonun tort tamanına taka citirtken folk. : yorga atının dört ayağının hepsini muhkemce nallatmış.
citiş-
müş. cit-ten; alda kayda citişti : bilmem nerede battılar.
ciyde
hünnap.
ciyirken-
İğrenmek , nefret etmek , iğrenerek titremek.
ciyirkent-
iğrendirmek , iğrenmeyi mucibolmak.
ciyirkenüü
işs. ciyirken-den.
cobo
I, plân , proje (tasar); esas.
cobo-
II, baş ağrıtmak; doğru cevaptan kaçınarak kırılmak; sen başka sözgö cobobo! : kırılma , sözü başka tarafa çevirme!
coboger
= coopker.
coboloñ
şamata; rahatsızlanma; kargaşalık; nâhoş vaziyet , yolsuzluk; coboloñ tart : kötü vaziyete , rahatsızlığa katlanmak.
coboloñduu
rahat durmıyan , ortalığı karıştıran; işsiz dolaşan; bozuk; sapkın; coboloñduu colgo çıçsa , emgektüünün etegi bulganat ats. : sapkın adam yola apdest bozarsa , çalışan adamın etekleri pislenir.
cobur
kobur sözünün tekidir.
cobora-
mırıldanmak , dırlanmak.
cogcoñdo-
yüksek , uzun adamın yaptığı gibi bir hareket yapmak; başını silkmek; başını ve göğdesini silkmek (deve , devekuşu , leylek hakkında).
cogdor
1. deve ensesindeki bir tutam kıl; 2. turnanın boğaz altındaki uzun yelekleri.
cogol-
yitmek , kaybolmak , yok olmak; batmak; mahvolmak; defolmak; cogol! : defol!; cogolgon bıçaktın sabı altın ats. : kaybolan bıçağın sapı altındır.
cogoluş-
müş. cogol-dan.
cogoluu
kaybolma , yok olma , yitme.
cogor
= cogoru; ayıldın cogor cağında : köyün yukarı tarafında.
cogorku
1. yukarıki; yüksek , yüce; Cogorku Sovet : Yüce Sovyet; Co- gorku Sot: Yüce Mahkeme; cogorku mektep : yüksek mektep; 2. yukarıda anılan; cogorku col menen : yukarıda anılan yolla , usulle.
cogortodon
= cogorton.
cogorton
yukardan.
cogoru
yuakrı , yukarıya; cogoru çık : yukarı çık! (başköşeye oturmaya davet); caman cokton cogoru ats. : kötü , yoktan yeğdir.
cogorula-
1. yükselmek; 2. yukarı , çıkmak.
cogorulat-
yükseltmek , kaldırmak; baa cogorulat- : fiatı yükseltmek , çıkarmak.
cogorulatuu
yükseltme , kaldırma; emgek öndürümdüülügün cogorulatuu : emeğin verimini yükseltme.
cogoruloo
işs. cogorula-dan.
cogot-
kaybetmek; yitirmek; aşırmak (ihtilas).
cogotkuç
aşıran (ihtilâsçı).
cogotur-
et. cogot-tan.
cogotol-
kaybedilmek , yitirilmek ,. yok edilmek.
cogotuluş
kaybetme , yok etme; co- gotuluşu kerek : imha edilmeli.
cogotun
imha etme; tasfiye etme; kaldırma (ilga etme).
cok
1. yok; bulunmuyor; kayıp; hazır bulunmuyor; mende cok : bende yoktur; balası cok : çocuğu yok; coktun cogu : katiyen yok; saga emne cok? : nen yok , nen eksik?; cokko işenbe; : boşuna güvenme!; kelgen cok : o gelmedi; körgön cokmun : gördüğüm yoktur; algan cok : almadı; cokko çıgar- : yok derecesine indirmek; cok cerden : yok yerden , hiç yoktan; cok söz : yok , boş söz , yalan; koy cok sözdü! : bırak şu boş sözü!; coktu süy- löyt : manasız söz söylüyor; közü cokto bk. köz; cok kıluu ; yok etme , kaldırma; etke cokmun : etle başım hoş değil; eti çok yiyemiyorum; suukka cok ekeñsiñ : soğuğa dayanamıyormuşsun; cılında bir kelse — kelet , bolboso — cok; senede bir defa geliyor , yoksa o da yok; sözgö cok : çok söylemez; bargım cok : gitmek istemiyorum; cok bol- : batmak , kaybolmak , ortadan kalkmak; şok bolsoñ — cok bolorsuñ ats. : muzip olursan — mahvolursun; cok er : eşi bulun-mıyan yiğit; cokuñ! : yok , yok!; emne? — coguñuz , cok , cön ele : ne? — bir şey yok , merak etmeyin , i boşuna 2. kayıp , yitik; coktu izdep cürömün folk. : kayıp , yitik arıyorum; 3. ihtiyaç; argımak moynun ok keset , azamet moynun cok ke-set ats. : argımağın (cins atın) boynunu dingil (?) kesiyor , yiğitin boynunu ise , ihtiyaç kesiyor; 4. fu- kara , züğürt; barlar coktu , coktor bardı körgüsü cok : zenginler fakiri , fakirler de zengini görmek istemezler; kolunda cok : elinde yok , fakir , züğürt , muhtaç; 5. yahut veya; ör. bk. kolduu münasebetiyle.
cokçoku
ince uzun (kimse). Cakçu , kayıp , yitik ariyan. Cakçuluk , fakirlik ve onun doğurduğu neticeler ve haller; ihtiyaç. Coksuz , yahut kolunda coksuz : fıka-ra , züğürt; kolunda coksuzraak : oldukça fakir. Cokşo- , çiğnemek , gevelemek; kapıp yutmak.
cokto-
1. yoklamak; malûmat araştırmak; tetkik etmek; koydu cokto : koyunları yokla! (hepsi var mıdır); 2. sağu sağmak : ölü için ağlamak.
coktoo
sağu sağma (ölü için ağlama).
coktoş-
sağu sağmağı ortaklaşmak , hep beraber sagu sağmak.
coktot-
et. cokto-dan; atañdı cok- totpoy , inileriñdi cakşı bak! : babanın yokluğunu hissettirmeyip , küçük erkek kardeşlerine iyi bak!
coktuk
gaybubet; malik olmamak-lık; fakirlik.
col
1. yol; col-kire bk. kire; calgız ayak col : patika , keçiyolu; kara col : ulu yol; kuş colu yahut kol colu : saman oğrusu; mec. ölüm; colu katkan söv. : bedbaht; ak col: aydın yol; ak coluñ açılsın! : yolun açık olsun! , sana iyi yolculuk dilerim; coluñ uzarsın! : sana başarı ve her türlü refah ve saadet dilerim; col bolsun! : iyi yolculuk! (karşı karşıya gelindikte daha fazla : nereye yahut nereden ? manasında kullanılmaktadır); colu boldu : yolculuğu muvaffak oldu; işleri yolunda; añdan coldo-ru bolup , bir toodak atıp alıştı : avda muvaffak oldular ve bir toy kuşu attılar; colu bolboy kaldı : yolculuğu muvaffak olmadı , işleri yürümedi; munuña col bolsun al-: bu da ne , neye?; daha ne yumurt-ladm ?; alañdagan kabagıña col bolsun? : al. : neden böyle surat astın ?; coluñ bolgur okş. : bahtın açılsın!; col başçı = colbaşçı; anın colunan yahut anın colunan - izı-nen : muvaffak olması , işlerinin yürümesi sayesinde; coldon kal- : yola çıkmak veya yolu devam ettirmek için bir mani çıkmak; coldon kaltır- : yoldan alıkomak; yola çıkmak yahut yolu idame ettirmek için bir engel teşkil etmek; coldu kata : bütün yol boyunca; col bar-bayt : vicdanım bırakmıyor; basa- yın desem , col barbayt folk. : bir baskın yapmak istiyorsam da , vic- danım bırakmıyor; col tart- yahut co'go tart- : yola çıkmak için hazırlanmak , yola çıkmaya karar vermek; col körsötküç : yol gösteren , kılavuz; col kat : yol kâğıdı (vesikası); bilgen coluñdu ataña berbe! : bildiğin yolu babana bile terketme! (baban sana yolu şaşırdığını söylerse dahi , sen bildiğin yoldan bir yana sapma!); col koy-: müsade etmek , bırakmak; col ko- yoturgan iş emes : müsaade edilecek iş değildir; col koyboo : bırakmama (müsade etmeme); colgo sal- bk. sal IV 1; 2. hat , satır; yol; col-col çıt; yollu basma; S. tertip; adet; 4. defa; bir colu : bir kez; eçen colu : kaç defa; birkaç defa; çok defa; 5. müsade , ruhsat; süy- löögö col bolobu ? : söylemeye mü- saade ediliyor mu ?; söylemeye mü- saade edin!; 6. hediye; columdu kıl! : bana teşekkür et! (bana hediye ver!).
colbaşçı
rehber , yönetken; serdar.
colbaşçılık
rehberlik; serdarlık.
colbors
kaplan.
colbun
kimsesiz; colbun kişi ; soyu sopu belli olmıyan; kökünü hatır-lamıyan ; colbun mal : sahipsiz hayvan.
colçu
1. kılavuz; 2. yol yapan , yol işlerinde çalışan; 3. es. posta yollarını temizlemek ve düzeltmekle meşgul; atı ile yolda kalan posta arabasına yardıma koşmıya mecbur olan kimse.
colçuluk
1. yolculuğa , seyahate ait her şey; 2. colçu (bk.) nun vazifeleri ve vaziyeti.
coldo-
1. yöneltmek; yollamak; 2. yola devam etmek; birisinin izinden yürümek.
coldoo
işs. coldo-dan.
coldooçu
rehber , kılavuz.
coldoş
1. yoldaş; 2. arkadaş , dost; küyöö coldoş : sağdıç (nişanlısının yanına giderken güveye arkadaşlık eden delikanlı); caman coldoş coo-ga aldırat ats. : kötü yoldaş , arkadaş , insanı düşmana teslim eder.
coldoştoş-
1. yoldaş olmak; 2. dost olmak , arkadaş olmak.
coldoştuk
dostulk , arkadaşlık müna- sebetleri; coldoştukka al- : yoldaşlığa almak , kabul etmek.
colduu
attan colduu : attan talihi var , ona her zaman iyi atlar düşüyor; at uurdatkandan colduumun-: sık sık benim atlarım çalınıyor.
colku
birinçi (ekinçi ve s.) colku : birinci (ikinci ve s.) defa olarak; ekinçi colku otto : ikinci ayıklama (zararlı otlardan).
colo-
yakın gelmek , yaklaşmak üyü-mö colobo! : evimin semtine uğrama!; evime ayak basma!; men ü-yünö cologondu koydum : ben o-nun evine gitmez oldum.
colooçu
yolcu.
colooçula-
yolcu olmak , yollanmak , yola çıkmak; memleketler dolaşmak.
colooçulat-
et. colooçula-dan.
colooçuluk
yolculuk; yolculuğa , se- yahatle ilgisi oaln her şey.
colot-
yakm gelmeye , yaklaşmaya , yanaşmaya müsaade etmek; canına colotpoyt : yanına yanaştırmıyor.
coloto
bir coloto : büsbütün; nihaî surette; her zaman için.
colotuş-
muş. colot-tan.
coloy-
adet , nizam; Kırgızdın coloyu-na tüşüp atat : Kırgız hayatına girerek , onu benimsemeye başladı.
colpu
coon-colpu bk. coon.
colto
engel; colto kılba : mani olma!; işime colto kıldı : işime mani oldu.
coltoçuluk
engel , mania.
coltoy
ak coltoy : talih getiren; mu- vaffakiyet taşıyan; ak coltoy ko-nok : talih getiren konuk , kutlu misafir; kara coltoy : felâket getiren.
coltoyluk
ak coltoyluk : talih getirme istidadı; kara coltoyluk; felâket getirme istidadı.
coluguş-
müş. coluk-tan.
coluk-
karşılaşmak; raslamak; görüşmek; aga colukup ket : onunla görüşde öyle git!; ona uğra!; onunla karşılaş!; coldoşuna coluktu : arkadaşiyle karşılaştı.
coluktur-
et. coluk-tan; al kişini maga coluktur! : o adamı benimle görüştür!; seni kaydan coluktura-yın? : seni nerde rasgetirebilirim ?
colum
kerege (bk.) küçük bir keçe evdir , ki bunu at çobanlan kurarlar.
comok
kahraman destanı; bu kabilden bir eser; cöö comok : masal.
comokçu
masal anlatan , hikâye söyliyen.
comokto-
anlatmak , hikâye söylemek.
comoktol-
masal mevzuu olmak , ma- sallarda tasvir edilmek. Comoktoo , masal şeklinde tasvir ve anlatma.
con
I, 1. omurga kemiği (amudu fı-kari); con talaştıra çap- (yahut sal , yahut ur-) : sırta vurmak; con tüy- 1) kanburlaşmak; 2) mec. : ehemmiyet vermemek , kulak asmamak; conunan aytkanda : deni-lince , denildikte; 2. dağ sırtı.
con-
II, yontmak , rendelemek; cıgaç condum : değneği rendeledim.
condo-
dağ sırtı boyunca yürümek; sırttan condo- : başkasının adın-c!an faydalanarak diğer birisini aldatmak , dolandırmak; Akmattan ala turgan akçamdı , Karabay sırtımdan condop ketti : Ahmetten alacağım olan parayı (benim adımla) , dolandırmak suretiyle Kara-bay almış.
condon-
şişmek , kabarmak; kamçı tiygen cer bülöödöy bolup condo-nup çıkkan : kamçının değdiği yer , bileği taşı gibi şişmiş.
condur-
yontmıya , rendelemiye zor- lamak.
conduu
sırtlı; cırtık conduu : yırtık pırtık giyim taşıyan.
conok
bugün konok , erteñ conok ats. : bugün misafir , yarın defol!
conumduu
sağlam; iri yarı.
coo
I, düşman , düşman durumunda bulunan; coogo tüştü : esir düştü; tilsiz coo mec. : su; coo çıgımı : harp tazminatı. II, közdün coosun alganday tört tülügüm şay : hayvanlar güzel görünüşleriyle göz kamaştırıyorlar.
cooçu
= çuucu.
coodura-
mülâyimetle ve rica ile bakmak; közdörü coodurap , bet - terine kızıl cügürdü : gözleri parladı , yanakları kızardı.
cooduraş-
müş. coodura-dan.
coogazın
= cookazın.
cooka
kilükal , söz sav; çıkışma , başa kakma.
cookalat-
dikkatini başka tarafa çekmek , oyalamak (ilgilendirmek); anı azıraak cookalata tur! : onu bir parça oyala , dikkatini başka tarafa çek.
cookazın
1. Sibirya zambağı; Eryth- ronium dens canis (bitki); 2. çifte renkli lâle.
cookerçilik
harp zamanı , harp za- maniyle ilgili olan bütün şartlar ve haller , gaileli zamanlar (harp yü- zünden) ; cookerçilik bilimi : askerî bilgiler; askerlik işini bilme; fenni askerî.
cooko
= cooka.
coola-
harp açarak yürümek; düşmanı koğalamak; düşmanca münasebette bulunmak; coolay : düşmanca , düşmanca niyetlerle; eldey kelgen el beleñ , coolay kelgen coo beleñ? folk. : barış getiren barış-lık kimse misin? yahut düşmanca niyetlerle gelen düşman mısın?
coolaş-
düşmanca münasebetlere başlamak , düşman olmak.
coolaştır-
et. coolaş-tan; birisini başka birisiyle kavgaya tutuşturmak , aralarına düşmanlık sokmak.
coolat-
harp açarak yürümeye zorlamak , düşmanı koğalamıya icbar eylemek.
coolo-
= coola-.
coolot-
= coolat-.
cooloy
= coloy.
cooluk
mendil; başörtüsü; suu coo-luk : (yıkandıktan sonra el silmek için havlu); kol cooluk : burun mendili; şalı cooluk : kaşmir mendil; daki cooluk : muslin mendil; ak cooluk 1) evli kadınların örtündükleri başörtüsü; 2) mec. karı (zevce); başıña cooluk salam : ben seni (yani erkeği) rezil ederim; cooluk taştamay : «jgut» oyununa benziyen bir oyundur (Rusla- rın jgut dedikleri oyun ise , Ana- doludaki «tura» oyununa benzer : M.)
coomart
1. cömert , eliaçık; bergerı coomart emes , algan coomart ats. : (hediye veren cömert değil , (karşılık vermek şartiyle) bk. kolko 2); 2. hediyeyi kabul eden cömerttir.
coomarttık
cömertlik.
coon
1. şişman , yoğun; coon-colpu : sağlam; güçlü kuvvetli; 2. mec. zengin; kodaman; 3. gram. : kalın (ses hakkında).
coonduk
1. kalınlık , yoğunluk; 2. gram. kalınlık (ses hakkında).
coonoy-
yoğunlaşmak , kalınlaşmak.
coonoyt-
yoğunlaştırmak , kalınlaştırmak.
coonsu-
kendini pehlivan saymak , kuvvetli addetmek; kurulmak; sen coonsubagın , alım cetet: sen pek kurulma , benim (sana) gücüm yeter.
coonsun-
= coonsu-.
coonsut-
et. coonsu-dan.
coop
a. 1. cevap; coopko tart- : suale çekmek isticvabetmek); coop ayt- : yahut coop ber yahut coop kaytar- : cevap vermek , karşılık vermek; ooz uçunan coop kaytar-dı : «ağız uciyle cevap verdi» : is-temiyerek cevap verdi; 2. talak (karıyı boşama; coobumdu beri ; beni boşa!
coopker
a- f. mesul; dava edilen.
coopkerçilik
mesuliyet; partiya co- opkerçiligine tartuu : partice mesuliyet altına alma.
coopkerdik
mesuliyet , sorav.
coopsuz
1. cevapsız; 2. mesuliyetsiz.
coopsuzduk
mesuliyetsizlik.
cooptoş-
1. konuşmak , sohbet etmek; 2. anlaşmak , sözleşmek.
cooptuu
mesuliyetli; cooptuu mil- det : mesuliyetli vazife , iş; cooptuu redaktor: mesul muharrir , mesul müdür; cooptuu bolosuñ : mesul olacaksın.
cooptuuluk
mesuliyet; cooptuuluk sezimi : mesuliyet sezişi , hissi.
coor
deri tabakasının sıyrılması (başlıca , binek atın sırtında eğer vurmasından); coor eşek : arka derisi sıyrılmış olan (yağır) eşek; coor at : arka derisi sıyrılmış (ya-gır) at.
cooru-
sıyırıklarla kaplanmış olan (başlıca , binek atın sırtı); arkası-nan coorudu : atın arkasını yağır-laştırdı.
cooruker
Cugorü bahadırın atının ismidir.
coorun
kürk kemiği
coorut-
yağırlaştırmak; kol coorut-: eli nasırlatmak.
cooş
sâkin , yavaş , halîm.
cooşu-
sâkin olmak; ele alışmak; yu- muşamak (yavaşlık , sükûnet kes- betmek); at cooşudu ; at yumuşadı , sükûnet kesbetti.
cooşut-
teskin etmek , yavaştırmak.
cootkolot-
= cootkot-.
cootkot-
baş ağrısı vermek (boş lâkırdı ve hareketlerle insanı rahatsız ve taciz etmek); doğru ve açık cevaptan kaçınmak , doğruyu söylememek; yanılmıya çalışmak.
corgo
yorga (at); suu kuysa tögül-güs corgo : yumuşak , rahvan yü-rüyüşlü yorga; corgo mingenge coldoş bolbo! ats. : yorga binene yoldaş olma!
corgolo-
yorga yürümek; baytalım , canıñ üçün corgolorsuñ ats : ihtiyaç çömlek yakmasını öğretir (harfiyen: kısrağım , kendi canın için yorga yürüyorsun!).
corgolot-
yorga yürütmek , ab yorga yürümeye bırakmak.
corgoluk
yorgalık , yorga yürümek istidadı.
coro
f. 1. bir takımdır , ki onun üye- lerinden biri öteki üyelere boza içirmek suretiyle ikram eder ( bu ikramlar kışın yapılır; karş- şerne , ülüş , deñgene); 2. bu gibi takımın üyesi; 3. arkadaş; coldoşcoro-su menen keldi : yoldaşları ve arkadaşları ile geldi; 4. şayı (b.k.) demlen kumaştan bir parça.
coroçu
= coro 2.
coroloş
coro 1 e iştirak eden.
coroluu
yoldaşlara , arkadaşlara malik olan.
coromo
= coromol.
coromol
tasar; faraziye; tahminî; nihaî olmıyan; farazî; coromol ko-rutundu : ihzarî netice.
coromoldo-
coromoldop aytat : tahminen söylüyor.
coroo
I = coro 1 , 2. II, yorma; alâmet; caman co-roo : fena kehanet; kötü tâbir (yorma); caman coroo baştabay olturçu; : otur da , karga gibi ötme! (felâketten haber verme!); corooñ buzuk : sözünü tutmuyorsun!
cort-
(av , düşman ardı uğrunda) yelmek , koşmak; karışkırça cor-tup cüröt : kurt gibi yeliyor , koşuyor; cele cortocür : yelerek , koşarak.
corktor
k-f. çok yelen yahut sık sık keşfe çıkan.
cortok
arık , kötü at.
corfokto-
yelmek , koşmak.
cortoktot-
et. cortokto-dan.
corttur-
et. cort-tan.
cortuul
yağma.
cortuulçu
yağmacı; sen colooçu bol-soñ — ket , cortuulçu bolsoñ — ket (yakarış) : yolcu olsan da git , yağmacı isen de git!; cortuulçunun başı coldo kalat : su testisi su yolunda kırılır (harfiyen : yağmacının kafası yolda kalır).
coru
I, bir cins akbaba kuşu; Vultu - ridae (bu kurşun bütün soyu sopu-nun adı olarak); kök coru yahut sakalduu coru : sakallı karakuş: con coru : iri , çüylüü (bk.)
coru-
II, 1. tâbir etmek (yormak); tefsir eylemek; tüş corudum : rüyayı tâbir ettim , düşü yordum; 2. tasavvur etmek , tahminen söylemek; anıgın bilbey ele oy corup süylöp oturat : işin hakikatini bilmiyor; yalnız tahminen söylüyor.
coruk
1. yürüme , yürüyüş; corugu tınç at : yürüyüşü rahat olan at; 2. hareket tarzı , gidişat; amel (iş); bul coruguñ koybosoñ , bir bala aga salasmğ folk. : bu gidişatından vazgeçmezsen , bir belâya çarparsın; kay coruk menen : ne tarzda , ne gibi yolla; kılık-coruk : bütün hareketlerin ve işlerin topu; gidi- şat , hareket tarzı; 3. zuhurat; fenomen; bu emine degen coruk? : bu nasıl bir tavır?; turmuştun tok-son coruguna moyun tozup : hayatın türlü değimlerine duçar olarak; coruk- cosun : eskiden kalma örf ve âdetlerin topu.
coruktant-
coruktantıp süylö- : kırıtarak konuşmak.
coruktuu
hafızada hoş timsaller (image'lar) uyandıran; corko min-gen kız beken , coruktuu Çürök özü beken ? folk : bu at üzerinde giden kız değil midir; bu. dilber Çürök'ün ta kendisi değil midir?
coruluu
corusu bol olan; aralarında coru da bulunan; coruluu cerde tarp turbas ats. : corulu yerde leş kalmaz.
corup
elerken kalburda hububatın üstüne toplanan iri çöp.
corupta-
hububatı elerken büyük çöpleri kaldırmak (bk. corup).
coruptaş-
müş. corupta-dan.
corut-
et. çoru - II den; oy corut -: etraflıca düşünmek; zihnen göz önüne getirmeye çalışmak; tüş corut- : düş yordurmak , tâbir ettirmek.
coruu
yorma , tâbir , kehanet , önceden bildirme , haber verme; özgünün işin özünö coruu ats. : kabullenme (harfiyen : başkaların işini kendi işi gibi gösterme); tüş coruu : düş yorma , tâbir etme.
cosun
nizam , kaide; cosunga sal- : nizama koymak , nizama riayet etmek; coruk-cosun bk. coruk.
coşo
yuşa , kızıl ba'çık; coşodoy fazıl : gayet kırmızı.
coşolo-
1. yuşa ile boyamak; 2. kı- zartmak.
coşolon-
1. yuşa ile bovanmak; kırmızı boya ile boyanmak; 2. kızarmak.
coşolont-
yuşa ile yahut kızıl balcık ile boyanmaya zorlamak; kırmızıya boyamak: kan menen coşolont-: kana bulaştırmak.
coşolonuu
kendi kendini yusa ile yahut kızıl balçık ile bovamak.
cosoloo
yusa ile yahut kızıl balçık ile bovama.
coşor-
kızarın-coşorup : pek fazla kızararak. kızarın bozararak.
cosu-
. sel gibi akmak: akıntı helinde dökülmek: betinen kan cosudu : yüzünde kan ceryeanı gözüktü.
coşul-
(manaca) = coşu-; sel gibi akmak; şiddetle dökülmek; aşağıya doğru dökülmek (hububat); kan coşuldu : kan sicim gibi aktı; colu coşuldu : yolu muvaffak oldu.
coşult
et. çoşul-dan; kan coşult- : kan dökmek; kök şiberdi çoşultup ketti : yeşil , taze otu çiğnedi ezdi.
coşuluş-
müş. coşul-dan.
coto
sırt; coto cilik : kuyruk sokumu kemiği , sacrum.
cotoluu
kuvvetli sırta malik olan; cotoluu ögüz : güçlü kuvvetli öküz.
coy
I, coy bolot : keskin çelik.
coy-
II, yok etmek; tasfiye eylemek; kaybetmek; yitirmek; sabatsızdık-tı coy- : yazmazlığı tasfiye etmek; bul ooy- ; külünü savurmak , israf etmek; kulaktardı tap katarında coyduk : «kulakları» (ağalan) sınıf olmak itibarile tasfiye ettik.
coyçu
1. avın izinden giden , izliyen; «koku alan»; cıçkan-coyçu , tülkü uuçu ats. : sıçan koklayıcıdır , tilki de avcıdır; 2. koğucu.
coydu
1. muzur; muzip; 2. kurnaz , mekkâr.
coydulan-
şuh tabiatli olmak; takılmak (muziplik etmek). Coyguç , yahut bul coyguç : aşırıcı (ihtilâsçı).
coylo-
av aramak yolunda koşmak , yelmek; her köşe bucağı karıştırmak; araştırmak; köp coylogon kuu tülkü , kolgo tüşpöy , koyuucu emes ats. : su testisi su yolunda kırılır (harfiyen : çok yelen tilki bir gün elbette yakayı ele verir).
coyloş
I, daima av arayıp koşan ve havayı koklayan.
coyloş-
II, müş. coylo-dan.
coypokto-
1. , yaranmak; 2. bahane aramak.
coypu
iki yüzlü , mürai; müraice yaranan.
coypula-
= coypokto.
coypuluk
iki yüzlülük , yaranma.
coyul-
yok edilmek , kaybedilmek , yitirilmek; coyulbas taasir : silinmez intbia.
coyuş-
müş. coy-II den; taarınıçtı coyuşalık : ihtilâfı bitirelim.
coyuu
yok etme , imha eyleme , kaldırma (ilga etme); sabatsızdık co-yuu : okuyup yazmayı tasfiye; ku-laktardı tap katarında coyuu: «kulakları» bir sınıf sıfatiyle ortadan kaldırma , tasfiye etme.
coyuuçu
yok edici , tasfiye edici , imha edici; sabatsızdıktı coyuuçu : okuyup yazmazlığı ortadan kaldırıcı.
coyuuçul
sis. es. tasfiye edici.
coyuuçuluk
sis. es. tasfiyecilik.
cököös
f. 1. bıçakla bir arada kuşak üzerinde taşman , deriden yapılmış uzun ve dar para kesesi; 2. hançer.
cökör
1. = çoro; 2. tar. padişah karısı veya kızının kadınlardan olan maiyeti; 3. yardakçı , dalkavuk.
cölö-
desteklemek; bir şeye yaslanmak; yardım etmek; tutmak; Manastın başın cölöp , bir suluu kız ol-turat folk. : Manastan başını dilber tutup oturuyor; berişteler kö-törsün , arbaktarıñ cölösün folk. (seni) melekler kaldırsın , yükseltsin , ervah desteklesin!
cölök
1. dayangaç , destek , arka , yardım; 2. (Güney Kirgızlik'ta) = kantala I.
cölöktö-
desteklemek , dayangaç va- zifesini görmek , tutmak , yardım etmek.
cölömcök
dayangaç , destek.
cölön-
dayanmak; şu veya bu nesneyi kendisi için dayangaç edinmek; meyilli yerde yukarıya doğru olan yönet , yokuş.
cölöö
destekleme , tutma.
cölööçü
destekleyici , yardımcı.
cömö-
= cömölö-; sözdü başkaga cömöp ketti : sözün konusunu değiştirdi; şıkaalabay cömöp attım : nişan almadım , rasgele attım.
cömölö-
ince iymada bulunmak , kinaye ve telmihlerle konuşmak; sözü başka konuya çevirmek; ihtiyat kayıtlariyle söylemek.
cön
1. sade , basit , ehemmiyetsiz , şöyle böyle; bu kanday suu? cön ele suu : bu nasıl sudur? bu , sadece sudur; cön ele : böylece , işsiz; sebepsiz; cönkaydı: ehemmiyetsiz , boş; bul cönkaydı aytılgan söz emes : bu , boş söz değildir; cön saldı : değersiz , ehemmiyetsiz , böylece , sadece; durup dururken; 2. yönet (istikamet); cön şilte- . yöneti göstermek; yol göstermek; cöngö sal- : yoluna koymak , düzeltmek ; cön ber- : nasihat vermek , doğru yolu göstermek , akıl vermek; kaysı cöndü? : hangi cihet- ten?; kaysı cöndö bolso dağı : ne cihetten olursa olsun , her cihetten; tömöndögü cöndördö kelişim tü-züşöt : aşağıdaki hususlarda muahedeye bağlıyorlar; 3. kaideye uygun , doğru; normal , cindisiñbi , cönsüñbü? folk.: aklın başında mı yoksa çıldırdın mı?; bul kılgan işiñ cön : bunu doğru yaptın , iyi hareket ettin; cöngö keltir- : yoluna koymak , doğru bir istikamet vermek , tanzim eylemek , cön bilgi kişi yahut cön bilgiç : bütün nizam , ve usulleri (halk âdetlerini , muamele edeplerini ve s. yi) bilen kimse; bir ayıldın cön bilgisi oşol : bu , bütün köyde en anlayışlı bir kimsedir; 4. halim , sâkin; cön otur : rahat otur!; cön cür! : gidişatında nezakete riayet et!; cön bol- : sükûnet bulmak , dinmek; susmak; 5. menşe , kök; atı- cönü belgisiz : adı sanı belirsiz; soyu sopu bellisiz; at-cönüñ kim eken cigit? folk. : delikanlı , adın sanın nedir?; cö- nüñördü bilgizgile! : kim olduğunu bildir!
cöndö-
işi yoluna koymak , istikamet vermek , tanzim eylemek; cöndöp süylö- : manâlıca söylemek; cöndöp kıl- : gereği gibi işlemek; te-gin tektep , cönün cöndöp ayt- : (birisi hakkında) inceden inceye , kim ve ne olduğunu anlatmak
cöndöl-
1. düzeltmek , yoluna konulmak , tanzim edilmek; 2. gram. : :iğraplanmak.
cöndölüş
gram. iğraplanma , decli- naison.
cöndöm
teemmüllülük , anlayışlılık , istidat.
cöndömdüü
iyi düşünen; becerikli; anlayışlı , müstait.
cöndömö
gram. iğap : casus , hal; catış cöndömö : lokatif; barış cöndömö : datif; çıgış cöndömö : ablatif; tabış cöndömö : aküzatif.
cöndöö
yoluna koyma , tanzim etme.
cöndöt-
et. cöndö-den.
cöndüü
muntazam; işe yanyan; bir cöndüü : bu daha bir şey değil; munu bir cöndüü kılalı : bunun bir çaresini bulmalı; bu işi bitirmeli.
cöñköl-
mahvolmak , batmak , kay- bolmak.
cönöğkü-
l.dik inişte insanın veya hayvanın yürüyüşü gibi yürümek; 2. tepmek , çifte atmak.
cöñkül-
yerinden oynamak , harekete gelmek.
cöñküt-
et. cöñkü-den.
cönü-
hareket etmek , yönelmek.
cönököy
sade , basit , katmerli olmı-yan , bayağı , adî; şöyle böyle; böylece; boşuna; cönököy çındık : basit hakikat; cönököv cürgön kişide emneñ bar? : yabancı (işe ilgisi olmıyan) adama da ne işin var?; cönököydö : mutat sartlar içinde; adî (şu veya bu cihetten istisnaî olmıyan) zamanda.
cönököylö-
basitleştirmek.
cönököylöö
basitleştirme.
cönöl-
yönelmek , hareket etmek; üvdü közdöp cönöldü : evine doğru yöneldi , doğruldu.
cönölt-
yöneltmek , yola koymak.
cönöş
hep beraber yönelmek , hareket etmek..
cönöt-
yöneltmek , yollamak; sözüm-dü cönötpödü : sözümü kesti , söylememe mani oldu.
cönöttü
işs. cönöt-ten.
cönsüz
maksada uygun olmıyan , yaramaz , yolsuz , işe yaramaz; cönsüz iş 1) yaramaz iş; 2) çözülme , dü- zensizlik.
cönsüzdük
1. uygunsuzluk; 2. düzen- sizlik.
cönük
I, oorusunan cönük albadı : henüz hastalığından iyileşmedi.
cönük-
II, işi cönükpöydü : işi düzelmedi.
cöö
I, 1. yaya , yayan , yaya giden; atka cöö çete albavt ats. : yaya , atlıya yoldaş değildir (harfiyen: yaya atlıva yetişemez); cöö cür- : yava yürümek; attan cöö boluñar folk. : attan ininiz!; cöö-calañ : yayalar ve atlılar; cöö- calañdap 1) kimi yava. kimi atlı: 2) kâh yaya , kâh at üzerinde; cöö tuman bk. tuman : cöö-cılan bk. cilan; cöö comok bk. comok; cöö külük : yürük at; 2. mec.: atsız; fakir. II, işs. ce- III ten.
cööcılan
bk. cilan.
cööcülük
yaya kimsenin durumu , bütün vava seyahate ait ahval.
cöölcan
bk. cilan.
cöölö-
I. sürtünmek (diyelim , oba yuvarma sürtünen at yahut inek hakkında): bir nesneye yaniyle dokunmak , değmek (divelim. yüklü bir atın yükiyle bir şeye dokunması hakkında). II, yaya türümek; at minbeyli, cöölöylü folk. : ata binmiyelim de yaya gidelim.
cöölöş
I, 1. dayanma, itme, dürtme; yaniyle dokunma; ak üyüm cöölöş, kök üyüm cöölöş : "horoz dövüşmesi" mücadelesini andıran bir çocuk oyunu; 2. mec. münazaa ; alar muştaşpaganı menen arı-beri cöölöş bulup kalgan emeler : onlar dövüşmediler ise de, aralarında bir parça münazaa olmuştur.
cöölöş-
II, birbirine dayanmak, birbirine dokunmak; eki nar cöölöşse, ortosunda kara çımın kırılat ats. : efendiler dövüşür, uşakların perçemi kopar (harfiyen : iki hecin devesi birbirine sürtünmeye başlarsa, arada kara sinek mahvolur.) III, hep beraber yaya yürümek.
cöölöt-
(birisini) binek hayvanından mahrum etmek; yaya bırakmak : yayan salıvermek.
cöölü
I = cöölüü.
cöölü-
II, abuk sabuk söylenmek. herze savurmak; sayıklamak; cöölüp kalıptır : saçmalıyor (bunamış olan ihtiyarlar ve kocakarılar hakkında böyle söylerler.)
cöölüt-
şaşırtmak; baştan çıkarmak; saçmalatmak.
cöölüü
attuu- cöölüü : atlılar ve yayalar; kimi atlı, kimi yaya.
cörgölö-
hızlı koşmak; ufak adımlarla yürümek (fare, kuş hakkında); sürünmek (böcekler hakkında); gizlenerek yürümek; kâh bir ayakla, kâh öteki ayakla basıp durmak.
cörgölöş-
müş. cörgölö-den.
cörgölöt-
et. cörgölö-den.
cörgölötö
(cergelete yerine) sıraya; cörgölötö koy- : sıraya dizmek, koymak.
cörgöm
(uzunca parçalar şekliden doğranmış ve bağırsaklarla sarılmış olan) ciğerden ve işkenbeden yapılmış olan aş.
cörgömdö-
cörgöm (bk.) yapmak.
cörgömüş
örümcek; cörgömüş çöp : Plantago denilen ot.
cörmö-
çırpma dikişle dikmek.
cörmölö-
emeklemek, sürünmek (diyelim, elleri ayakları bulunan varlıklar hakkında : çocuk, kaplumbağa, örümcek gibi..; ancak yılan hakkında böyle denmez).
cörmölöt-
et. cörmölö-den.
cörö
örö II, sözünün tekidir.
cörölgö
âdet, itiyat, örf; ata eneñdiñ cörölgösü es. : senin dedelerinin âdeti (gelinin kızlık kalpağını çıkarıp, başına ilk defa başörtüsünü bağladıkları zaman böyle söylerler).
cöröp
keçe çorap.
cötkür-
öksürmek; kan cötkürdü : öksürükten kan çıkardı, tükürdü.
cötkürt-
et. cötkür-den.
cötöl-
I, öksürük; kök cötöl : boğmaca.
cuba
1. son (dölesi); 2. kad. kürk.
cuban
I, f. genç kadın; taze; dilber; küygöndön sözdü kuradım, küygüzböçü, cubanım folk. : aşktan ben sözleri kafiyeledim, beni yakma, güzelim. II, avunmak; müsterih olmak.
cubanıç
teselli.
cubanış-
müş. cuban- II den.
ccubar
1. tertemiz; bembeyaz; 2. mec. : sevgili (erkek veya kadın).
ubarımbek
= cubarmek.
cubarmek
f. gençlikte, ömrünün çiçek açtığı bir çağda helâk olan; cubarmek bolup caşığnda, böödö ölüp kalasıñ folk.: ömrünün çiçek açtığı çağda mahvolursun, beyhude yere ölürsün.
cubat
I = cup I; cubat tüştü: çift, denk düştü (aşık oynarken çocukların kullandığı tâbir.)
cubat-
II, avutmak; okşamak.
cubay
1. bir çiftin teki; 2. yavuklu; koca; karı (zevce); cubayınan acıradı : kocasından yahut karısından mahrum kaldı.
cubur
cabır-cubur bol-: telâş etmek; canlanmak; cuk cubur bk. cuk I.
cuda
pek, son derece, büsbütün, gayet.
cuduruk
yuruk; coon cuduruk = çoñ gamçı (bk. kamçı); cıgılgandın üstünö cuduruk ats. : vur abalıya (harfiyen: düşmesi kâfi değilmiş gibi üzerine bir yumruk).
cugum
yapışma; yarama; cugumu cok tamak : beslemiyen aş; iliminin cugumu cok mugalım: öğretiminin verimi olmıyan öğretmen; moldoroldun cugumun cogotuu üçün küröşüü kerek : hocaların nüfuzunu kaldırmak için güreşmek (mücadele) gerek.
cugumduu
yapışkan, sâri.
cugumsuz
yapışkan olmıyan, sâri olmıyan; sabagı cugumsuz : dersi (talimi) kafaya girmiyor, netice vermiyor.
cugumtal
. yapışkan; geçen (sâri), cugumtal dart yahut cugumtal ooru : sâri hastalık.
cugun
= cuk I; tabaktagı cugun : çanağa yapışan aş artığı.
cugundu
yapışan nesne (diyelim, çanağa yapışan aş kalıntısı); eskinin cugungusu : eski zamandan kalma, geçmişin mirası.
cuguş
I, yapışma, yapışkan, sâri; cuguş ooru : sâri hastalık.
cuguş-
II, müş. cuk II den.
cuguştuu
sâri, yapışkan; cuguştuu ooru : sâri hastalık.
cuguu
işs. cuk- II den.
cuguylan-
müdahane etmek, yaltaklanmak; yaranmak.
cuguz-
= cuktur.
cuk
I, herhangi yapışan bir nesne (meselâ, kabın kenarlarına yapışan aş kalıntıları); cuk-cabur : kalıntı, artık; cuk-cuburun kaltırbay cıyıp terip aldı : hiçbir şey bırakmadan topladı; cuurat tögülsö, cugu kalat ats. cuurat (bk.) dökülürse (herhalde kapta) bir şey kalır.
cuk-
II, yapışmak; catkanga caan cukpayt ats. : "yatan taş altında su akmaz" (harfiyen: yatana yağmur değmez); suu cukpagan : suya düşerse de kuru çıkan kimse.
cuka
yufka (kalın olmıyan); cuka kagaz : ince kâğıt; cuka kiyim : yufka (hafif ve sıcak olmıyan) giyim.
cukala-
inceltmek, ince yapmak.
cukalat-
et. cukala-dan.
cukalatuu
işs. cukulat-dan.
cukalık
yufkalık, incelik.
cukar-
incelmek.
cukart-
et. cukur-dan.
cukta-
aş kalıntısını kazımak.
cuktur-
yapıştırmak.
cul-
yolmak; koparmak; ulup-culup : şurasından burasından çekerek; ulup- culup ookat kılgan : şuradan buıradan kapmak, koparmak suretiyle yaşadı.
culak
alak sözünün tekidir.
culba
calba sözünün tekidir.
culbur
celbir veya calbır sözünün tekidir.
culdur-
et. cul-dan.
culgula-
it. cul-dan; kolum menen culgulap aldım : elimle yolarak (diyelim, otu).
culk-
yolmak, koparmak, kökünden koparmak; bulkup aldı çıldırdı, culkup aldı tizgindi folk. : yuları kaptı, dizgini kopardı.
culktur-
et. culk-tan.
culku-
= culk-; kagaz terezeni cel üzük culkudu : yel kâğıt pencereyi parçaladı ve kopardı.
culkula-
culgula-.
culkulda-
anî ve keskin hareketler yapmak; mec. direnmek (bir işi yerine getirmekten imtina etmek).
culkuldat-
yakalamak ve silkmek; kapmak; culkuldatkandın üstünö aldı : onu amansız bir surette tartakladı.
culkun-
çırpınmak, kurtulmak için çalışmak.
culkunt-
çırpınmaya yahut kurtulmak için çalışmaya zorlamak veya müsaade etmek; buuruldu minip, bulkuntup, eri ölgöndöy culkuntup folk. : demir kırı renkli ata bindi ve kocası ölmüş kadın gibi çırpınıp atılmaya zorladı.
culkuntuu
işs. culkunt-tan.
culkunuş-
müş. culkun-dan; beelerdi eerçip, celedegi kulundar culkunuşat : kazıklara bağlanmış taylar, kısrakların peşinden gitmek için çırpınıyor.
culkunuu
işs. culkun-dan.
culkuş
birbirini yakalamak ve tartaklamak.
culma
yolunmuş; culma-culma yahut calma-culma : yırtık, pırtık; yırtılıp parça parça olmuş.
culmala-
eliyle yakalamak.
culmalaaş-
1. birbirinin elini tutmak yahut hep beraber tutmak; 2. dövüşmek (kadınlar hakkında).
culmalat-
et. culmala-dan.
culmuguy
sakalsız, köse.
culmuñda-
telâşlıca, acele hareketlerde bulunmak, telâş etmek (ihtiyarlar hakkında).
culmuñdaş-
müş. culmuñda-dan.
culmuv-
sakalsız gözükmek (başlıca ihtiyarlar hakkında).
cult
cılt sözünün tekidir.
culuk
1. (ayakkabının) kenarı; 2. avm. fercin kenarları.
culukçu
kunduracı (küçümseme edasiyle söylenir) "soğuk" kunduracı.
culun-
ileri atılmak; culunun ordunan tura kaldı : birden yerinden fırladı.
culunuş
I, atılış, fırlayış.
culunuş-
II, 1. birbirine doğru atılmak; 2. hep beraber atılmak; fırlamak; hep birlikte kasdetmek, niyet etmek.
culunuu
işs. culun-dan.
culuş-
1. karşılıklıca yahut hep birlikte yolmak, koparmak; 2. dövüşmek, saç saça, baş başa.. (başlıca kadınlar hakkında).
culuu
I, koparma, yolma. II = cıluu.
culuuluk
cıluuluk.
cum
yummak (gözleri); (yumruk) yapmak; köz cumdu bk. köz.
cuma
a. 1. cuma günü; 2. hafta; tınımsız iş cuması : arasız iş haftası.
cumal
= cuumal.
cumalak
yuvarlak.
cumalık
tar. talebenin öğretmene cuma günü getirdiği hediye.
cumalan-
yuvarlanmak, tekerlenmek; cumalangan çal : (sürçen takatten düşmüş) ihtiyar.
cuman
caman-cuman : her türlü kıymetsiz nesneler; kötü; külüstür.
cumarla-
buruşturarak sıkmak.
cumdur-
et. cum-dan.
cumekey
açılekey-cumekey : bir çocuk oyununun adıdır.
cumru
= cumuru.
cumşa-
1. yumuşamak; 2. birisine bir yumuş (vazife) vermek; birisini bir işte kullanmak; anı suuga cumşadı : onu suya gönderdi; maartınıp kelgen bulu cok, cumşap kelgen kulu cok folk. : sürüp getirecek hayvanı yok; kullanacak kölesi yok.
cumşak
yumşak.
cumşakta-
yumuşatmak.
cumşal-
mut. cumşa-dan; işke cumşal : işte kullanılmak; bir işe istimal edilmek.
cumşal
mut. cumşa-dan; işkem.
cumşar-
1. yumuşamak; 2. yumuşak tabiatlı olmak.
cumşart-
yumuşatmak, yumuşaklık vermek.
cumşartuu
yumuşatma, yumuşaklık verme.
cumşat-
et. cumşa-dan.
cumşoo
bir iş tevdi etme; (birisini) bir işte kullanma; malay cumşoo : hizmetçi kullanma.
cumul-
yumulmak (gözler hakkında); yapılmak (yumruk hakkında); cumula tüştü mec. : gayet sevindi, sevinçten donakaldı.
cumuluñku
hafifçe yumulmuş, kapanmış (gözler hakkında).
cumur
I, kamır sözünün tekidir. II, 1. = cumuru; 2. kırkbayır, Spalterium yahut Oncasus geviş getiren hayvanların üçüncü midesi; bul cumurubuzga cuk bolboyt : bununla doymıyacağız; cumurdagı sır mec. : kudsî sır.
cumuray
cumuray curt : bütün ahali, cümbürcemaat.
cumurtka
yumurta; cumurtkaday mes. : değirmi (semiz); yumurta gibi.
cumurtkala-
yumurtlamak (kuş hakkında).
cumuru
yumru; üstüvanî, silindir; kolu cumuru : elleri kalın ve yumru; cumuru baş yahut cumuru baştuu : yumru başlı; mec. insan; cumuru baştuu mendede cok er : insanlar arasında eşi bulunmıyan yiğit.
cumurula-
yumru yapmak; silindir şekline sokmak; cumurulap calgan nokto : silindir şeklinde örülmüş yular.
cumuş
hizmet, iş.
cumuşa-
cumşa-.
cumuşçu
işçi; too cumuşçusu : maden işçisi; cumuşçu ayal : işçi kadın.
cumuşker
k-f. irgat, işçi; cumuşker at : iş atı.
cumuşsuz
işsiz.
cumuşsuzduk
işsizlik.
cumuşta-
(yalnız geçen zaman gerondifi şeklinde) cumuştap kelis ile (iş için) gelmek.
cumuştuu
şu veya bu işle meşgul olan, iş güç sahibi insan.
cumuuruyat
a. cümhuriyet.
cuñ
ceñ I sözünün tekidir.
cup
I, f. çift, çifte, çift sayı; cup kündör : çift günler. II, cu hecesiyle başlayan sözlere takviye için katılır; cup-cuka : incecik; cup-cumşak : çok yumuşak; cup- cumuru : yusyuvarlak, yusyumru. III, henüz; ancak; mn cup cetkende ele camgır caap iydi : ben henüz yetişmişken yağmur yağmaya başladı; işke cup kirişebiz : hepimiz birden işe başlıyacağız. IV, bir kumaşın adıdır.
cupañ
capañ sözünün tekidir.
cupka
yufka, sütte pişirilen ve yağla yenen bir nevi aştır, hamur işi.
cupta-
çift haline koymak; çift teşkil eylemek.
cuptat-
et. cupta-dan.
cuptu
f. = cup I; adal cuptu : meşru karı (zevce).
cupun
cupunu, sade, basit; mütevazi yahut hafif, sıcak olmıyan (giyim hakkında); cupun kiyim 1) sade, günlük ve ucuz yahut hafif giyim; 2) hafif giyinmiş; yufka; cupun kiyinip alıptır 1) hafif giyinmiş; 2) kötü giyinmiş; sade giyinmiş; ceñil-cupunu kiyindim : hafif giyindim; cupun kiyimdüü : hafif giyinmiş.
cupunu
bk. cupun.
cur
kiyimdan curday bolgon : büsbütün giyimsiz kalan; giyime aşırı derecede mutacolan.
curaat
tukum-curaat : hısım akraba.
curat
= curaat.
curday
bk. cur.
curdu
kalıntı, bakiye, artık; tabeteyinin curdusu ele kalgan : kalpağa büsbütün örselenmiş; kalpağından yalnız bir hatıra kalmış.
curi
= jüri.
curk
cark sözünün tekidir.
curnal
= jurnal.
curnalçı
= jurnalist.
curt
1. halk; tabaa; cıyılgan curt : toplu halk; eli menen curtun cıydı : halkını topladı; 2. ülke, öz memleket, vatan; ata curtu : baba yurdu, öz vatan; 3. okuu curtu : es. yüksek mektep.
curtçu
ak curtçu : lâtince Neophron denilen yırtıcı kuş.
curtçuluk
1. cemiyet, topluluk; curtçuluk kuruluşu : cemiyet nizamı; 2. aynı cemiyet, birlik üyeleri arasındaki birlik; tesanüd duygusu; curtçuluk kıl-: birlikte, vifakla iş görmek; curtçuluk kılgıla : (bir cemiyet üyesine yakışacak tarzda) muzaheret et!; 3. tar. yakının masraflarını kapatmak için toplanılan para; 4. tar. (hassaten seçimönü mücadelesi sırasında) kendi kabilesi mümessilini tutmak, ona muzaheret etmek.
curtkerçilik
= curtçuluk 2.
curut
= curt.
cut
I, kırgın (dondan ve yem kıtlığından kütle halinde hayvan kırılması); cakşı kelse—kut, caman kelse—cut ats. iyi (adam) gelirse—bahttır, fena adam gelirse—kırgındır.
cut-
II, yutmak; cuttu, imdat!; öldürüyorlar! aldım-cuttum bk. al- IV 1.
cuta-
açlıktan, "cut" tan ıstırap çekmek; zayıflamak; cutkan cutabayt ats.: yutan acıkmaz; el cutadı : halk "cut" tan mustarıp oldu (hayvanlarından ayrıldı); mal kıştan cutap çıktı : hayvanlar kışı fena geçirdi (zayıfladı ve eksildi); çöptön cuta-: ot yemi kıt olmak; kolxozdun malı cutabayt : kolxozun hayvanları "cut" tan ıstırap çekmez.
cutalañ
ihtiyaç, zaruret.
cutañkı
aç, açlıktan bitap düşmüş.
cutat-
et. cuta-dan; maldı cutatpay aman saktayt : hayvanlara iyi bakıyor, onları aç bırakmıyor.
cutkuç
ustalıkla yutan, yutucu; çoñ cutkuç : obur.
cutkur-
cutkuz-, et. cut- II den.
cuttuk
bir tek "cut"a yetecek kadar olan (refahın temeli olmak sıfatiyle hayvan hakkında); bk. cut I).
cuttuu
cut geçiren (bk. cut I); cuttuu kış : yem kıtlığıve hayvan kırgını ile birlikte geçen şiddetli kış.
cutuluş
1. yutuluş; 2. db. temsil (assimilation); ilgeri cutuluş : ileri temsil (assimilation progressive); tetiri cutuluş : geri temsil (assimilation regressive).
cutum
yudum; açkalıkta altından bir cutum carma artık ats. açlık zamanında bir yudum tirit (bk. carma 2) altından yeğdir.
cutun-
(başla göğde ile) yiyeceğe, içeceğe uzanmak, ileri atılmak, meyletmek; ilgeri cutunup, söz baştadı : ileri atılarak, söze başladı.
cutunt-
et. cutun-dan.
cutunu-
işs. cutun-dan.
cuu-
I, yıkamak; su eşmek; çamaşır yıkamak; (ölüyü) yıkamak; cuuyt : yıkıyor; bet kol cuu-: el yüz yıkamak, yıkanmak; suuga (yahut seyrek olark suu menen) cuu-: su ile yıkamak; suda yıkamak; kol cuu-: 1) elleri yıkamak; 2) mec. (ablatif ile) mahrum olmak, elden çıkarmak; al aybın cuudu: suçunu sildi. II, yaklaşmak.
cuuçu
dünür; kılavuz (evlenme işlerinde aracılık eden); cuuçu tüş-: kılavuzluk etmek, kız istemeye gitmek; cuuçu ciber-: kılavuzlar göndermek.
cuuçuluk
kılavuz vazifesi yahut durumu.
cuugan
sütle terbiyelenmeyen aş, yavan.
cuuguç
yıkamak için kullanılan nesne; kıl cuuguç: kazan, tencere yıkamak için lif yerine kullanılan bir tutam at kılı.
cuuk
yakın; keçke cuuk: akşama doğru; keçke cuuk bolgondo: akşam yaklaşırken; cuukta: yakında.
cuukta-
yaklaşmak.
cuuktat-
yaklaştırmak.
cuuktatuu
işs. cuuktat-dan.
cuuktoo
işs. cuukta-dan.
cuuktuk
yakınlık.
cuukunda
= cuukta.
cuumal
ak cuumal 1) beyaz, soluk (yüz hakkında); soluk yüzlü; 2) sarışın.
cuump
cum-dan gerundif.
cuun
I, caan I sözünün tekidir.
cuun-
II, yıkanmak; suuga cuun-: su ile yıkanmak.
cuundu
yıkandıktan sonra dökülen su.
cuundur-
et. cuun- II den.
cuur-
yuğurmak; karıştırmak; kamır cuur-: hamur yuğurmak yahut açmak; mayga cuurup tokoç kıl-: (hamuru) yağda yuğurarak, ekmek pişirmek.
cuuran
bal cuuran = balcuuran.
cuurat
halis (su karıştırılmamış ve üstü alınmamış) yoğurt; üyündö kaşık ayranı cok, kızının atı Cuuratbek ats.: evinde bir kaşık ayranı yokken kızının adı Cuuratbektir: "ayranı yok içmeğe, gümüş köprü ister geçmeğe".
cuurkan
yorgan.
cuurul-
mut. cuur-dan.
cuuruluş-
müş. cuurul-dan; ak buudaydın ununday cuuruluşup turdu deyt folk.: (sevgililer) beyaz buğdayın unu gibi yuğruldular, birleştiler.
cuuş-
I, hep beraber yıkamak. II, yaklaşmak, yakın gelmek, birbirine yakın gelmek.
cuuşa-
1. tam sükûn ve rahat içinde bulunmak; (karnını doyurduktan sonra tam bir sükûnet içinde ve ımızganarak yatan hayvan hakkında); 2. mec. ölüvermek.
cuuşañ
(koyun kırkmak için kullanılan) makas, sındı, kıptı, kırkı.
cuuşat-
et. cuuşa-dan; koylorun iyripcuuşatıp salıptır : koyunlarını bir araya yığdı ve onları dinlemeye başladı.
cuuşatıl-
mut. cuuşat-tan; koylor suunun boyuna cuuşatuldı : koyunlar nehir kıyısına dinlenmeye bırakıldı.
cuuşoo
işs. cuuşa-dan.
cübke
r. kon. "yubka" : fiston.
cübür
cün sözünün tekidir.
cüdö-
kuvvetten düşmek, arıklamak, zayıflamak.
cüdöñkü
bir parça zayıf, arıkça; öñü sargayıñkı, cüdöñkü : yüzü sararmış, zayıflamış.
cüdöö
kuvvetten düşme, dermansız kalma.
cüdöt-
kuvvetten düşürmek, bitap bırakmak.
cüdötüü
işs. cüdöt-ten.
cügön
oyan; cügön kat-: oyan geçirmek.
cügöndö-
1. oyan geçirmek; 2. gem vurmak (zaptetmek, yavaştırmak).
cügöndölüü
oyanlı; cügöndölüü at : oyanlı at.
cügöndöö
1. oyan geçirme; 2. gem vurma.
cügöndöt
oyan geçirtmek.
cügöndötüü
işs. cügöndöt-ten.
cügöndüü
oyanlı, başına oyan geçirilmiş olan.
cügönsüz
1. oyansız; 2. mec. : keyfince giden.
cügörü
f. mısır (bitki).
cügün-
diz çökmek.
cügündür-
eğmek; diz çöktürmek.
cügündürüü
işs. cügündür-den.
cügünt-
emk, diz çöktürmek.
cügünüü
işs. cügün-den.
cügür-
koşmak.
cügürt-
koşturmak.
cügürtmö
cügürtmö kapital : işliyen sermaye.
cügürük
yürük at; kızıl cügürük : romatizma.
cügürüş-
hep birlikte koşmak; kaçmak.
cügürüü
işs. cügür-den.
cük
1. yük, hayvana yükletilen ağırlık; kızıl cük : kızıl katar; cük taşuuçu maşına : yük taşıyan makine; 2. keçe evin bir köşesine toplanılmış olan yorganlar, yastıklar vs.; cük sanar es. : güveyin köyüne gönderilmeden önce gelinin çeyizini sayma.
cüktö
1. yüklemek, hayvanın sırtına ağırlık koymak; 2. bir iş ve vazife tevdi etmek, yükletmek.
cüktöl-
mut. cüktö-den.
cüktölüü
yüklü, üzerine yük konulmuş.
cüktömö
yükletme.
cüktön-
yüklemek (diyelim, kendisi için kendi atının sırtına yük koymak).
cüktönt-
yükletmek, yüklenmeye zorlama; moyunga anttı cüktönttü : andiçerek söz vermeye zorladı.
cüktöt-
yüklemeye zorlamak, yüklettirmek; ak çatırdı büktötüp, ak dönöngö cüktötüp folk. : beyaz çadırı dürdürerek ve onu beyaz taya yüklettirerek.
cüktüü
1. yüklü; cüktüü ögüz : sırtına yük konulmuş öküz; 2. gebe kadın; cüktüü katın : hâmile kadın.
cülgür
lâtince Eqpisetelas denilen bitki nevi.
cülük
r. kon. "jülik" I. Son derece alçak; 2. mec. : hafifmeşrep (hem erkek hem kadın hakkında).
cülüktük
alçaklık, hainlik.
cülün
nuhai şevkî, mundar ilik; kuban cülün : beyaz yüzlü, cülünü üzülöt : rahatsızlık götseriyor, rahatsızlıktan kıvranıyor; cülün boşot-: gayreti gevşetmek.
cün
yün; kıl (saç); tüy (kuşların); sarı cün: tülerken dökülmiyen tüy (dir, ki atın hasta olduğunun belgesidir); tülöndü cün : (at, inek) gibi hayvanların tüledikleri zaman döktükleri- tüy; çırımtal, cün bk. cırımtal; cündörü cata kaldı : ferahladı; başıma cün cıkkandan beri: "başımda saç biteliden beri" hayatımın ilk günlerinden beri; erken çocukluğumdan beri; cün çiyleş : hasır üzerine yün yayma ve yuvarlama (keçe dövme vetirlerinden biridir); cün-cübür : her nevi yün; kozucün: kuzu yünü; cündöy sabadı : öyle dövdü ki anasını ağlattı harfiyen: yün gibi ditti.
cündön-
yüne yahut tüye benzemek; samsaalagan saamayı totunun cünü cündönöt folk. : dalgalanan örgüleri papağan tüylerine benziyor.
cündöş
dondaş, renkdeş (başkalariyle aynı donda, aynı renkte olan.)
cündüü
yünlü; tüylü, tüyle kaplanmış olan.
cünsüz
tüysüz.
cür-
1. hareket etmek, harekette bulunnmak; yürümek; vasıta ile gitmek; cürü!: yürü!, haydi!, gidelim!; esen-coo cüröbüz : sağ eseniz; cürüp ketti : hareket etti, yerinden kımıldadı; gitti; 2. niyet etmek; ... ye yakın olmak; ölgönü cüröt : çıkmamış canı var, ölüme yaklaşmıştır; at alganı cüröm : at almayı düşünüyorum, at almak niyetindeyim; 3. hizmet etmek; ücretle çalışmak; al bayga cürgön : o, bay yanında çalıştı; malay cür yahut malaylıkka cür- : ırgat olarak çalışmak; 4. birisi yahut bir nesne olduğu anlaşılmak; ay manuñ Karabay bolup cürbösün?: vay bu Karabay olmasın?; 5. yardımcı fiil olmak üzere, baş fiilin işine süreklilik ve devam mahiyeti verir; usul bakka ceyin tekserilbey cüröt : tâ şimdiye kadar teftiş edemiyor; sen mından arı tentek bolbov cür! : sen bundan böyle sersemliği bırak!
cürdöök
1. (hayvanlar hakkında) daima yer değiştirmeyi seven; yürük; 2. mec. sürtük, sokak süpürgesi.
cürgünçü
1. geçip giden yolcu; yolcu, sayyah; 2. tar. ülke ülke dolaşarak kervan yürüterek alış veriş eden tüccar.
cürgüs
yürümesi imkânsız, içinden geçilmez; adam cürgüs cer : içinden geçilemeyen yer, mahal.
cürgüsüz
= cürgüs.
cürgüz-
harekete getirmek, icra etmek, yürütmek; üstömdük cürgüz- : hüküm sürmek; çarba cürgüz- : iğelik işletmek, idare etmek.
cürgüzül-
harekete geçirilmek; tatbik edilmek; önöktüp cürgüzülüp catat : mücadele yürütülüyor.
cürgüzüü
işs. cürgüz-den.
cürmö
sarı cürmö (yağla örtülen) ve yağlı tarafı içeriye çevrilen kalın inek (öküz) bağırsakları.
cürmüy-
= şümüröy.
cürö
haydi bakalım; (teklif mahiyetinde); cürö, baralı: haydi, gidelim!
cürök
1. kalp, yürek; cürek sokpoyt : kalp çarpmıyor; cürögü ot : âteşin yürekli; gayretli; ak cürök 1) iyi niyet 2) sadık; vefalı; er cürök : cesûr, yürekli, mert, atılgan, pervasız; bok cürök : korkak; kara cürök : muhasım, düşmanlık besliyen, fena niyetli; et cürök : kalp; suu cürök : korkak, ödlek; badal cürök bk. badal 2; cürögö kaldı = köñülü kaldı (bk. Köñül); cürögü basıldı : rahat etti, sükûnet buldu; cürögü tüştü : pek fazla korktu, ödü patladı; cürögü oozuna tıgıldı : "yüreği ağzına geldi", korkudan nefesi kesildi; cürögünö tiygen : "yüreğine dokunmuş", onu bıktırdı, bezdirdi; çürögü üşüp kalgan : "yüreği üşüyüp kalmış", korkmuş; cürögüm koop turat : beni karanlık önseziler eziyor, yüreğimde bir sıkıntı vardır; cürök tüşüü : bir çocuk hastalığının adıdır; cürek kuyduruu es. : sahte tabiplerin korkudan tedavi usulü (içinde soğuk su bulunan ve hastanın başı altına konulan kaba eritilmiş kurşun dökülür, ki bu kurşun gûya korkuya sebebiyet veren şeyin şeklini alırmış); eldin cürögün algan : herkesin yüreğine korku salmış; 2. yüreklilik, cesaret.
cüröksün-
korkmak, korkaklık göstermek.
cüröksüz
yüreksiz, korkak.
cüröksüzdük
korkaklık, yüreksizlik.
cüröktüü
cesur, yürekli.
cürü
! = cürö!
cürüm
cürüm- turum : edişler ve gidişat; cürüm- turumu caman : gidişatı fena.
cürüş
1. adım (at yürüyüşü), yürüme, yürüyüş; attın cürüşü menem keldik : yavaş yürüyüşle geldik; 2. (askerî yürüyüş); 3. cürüş- turuş = cürüm- turum (bk. cürüm).
cürüştö-
yürüyüşü hızlatmak, daha çabuk yürümek.
cütkün-
ileri uzanmak, ileri atılmak, hücuma, saldırıya hazırlanmak; buudan çalış mal eken, cügüröm dep cütküngön folk. (at) –yürük hasletlerine malik olan bir hayvandır, koşmak arzusiyle hep ileri atılıyor.
cütkünçük
ileri atılma, hız.
cütkünt-
et. cütkün-den.
cütküntüü
işs. cütkünt-ten; Sovet ökümötünün toyu toylongon sayın madanıyattı cütküntüüişi keñimek : Sovyet hakimiyeti tekâmül ettikçe kültür işleri de genişliyecektir.
cütkünüü
ileri atılış.
cüülüt-
sürüklemek; teşvik eylemek.
cüün
fıkraların (omurga kemiklerinin) mafsalları (bağlantı yerleri); muun- cüün : boğumlar, mafsallar; cüünü boş : gevşek, kof, sölpük; beceriksiz.
cüürt-
cüürtö basıp otur : bacaklarını bükerek, tek bir diz üzerine durmak (diz çökerek atmak istiyen nişancı böyle bir vaziyet alır).
cüyö
1. doğruluk; 2. öz; 3. delil (argument); cüyögö könbögön : lâkıranlatılması müşkül olan, dikkafalı.
cüyöçül
= cüyökeç.
cüyökeç
k-f. hazırcevap, anlayışlı, çabuk intikal eden.
cüyöker
k-f. cüyökeç.
cüyölöş-
birbirine deliller getirmek; birbirini gürültüsüz kanıtmaya çalışmak.
cüyölüü
kaideye uygun, uygun, muvafık; cüyölüü söz : esaslı, ciddî söz; cüyölüü sebep : kabul edilebilir sebep.
cüyür
cüyür-cüyür : cış-cış (bk. cış).
cüyürt-
cüyürtö basıp oltur- : çömelmek.
cüz
I, yüz, yüz tane. II, yüz (çehre); yüzey (satıh); cer cüzündö : yer yüzünde, bütün yer küresinde, bütün dünyada; iş cüzündö : işte; ooz menen bizdiki bolup, iş cüzündö bizdin tilekten çet : sözde bizimle beraber olarak, işte bizim arzularımızdan bir kenarda (duruyor); eldin işeniçin ooz cüzündö emes, iş cüzündö aktaymın : halkın itimadını yalnız sözle değil, işte de hakedeceğim; üç ay cüzü bolguça : üç ay geçene kadar, üç ay bitince; eç kimdin cüzünö karabastan : şahıslara bakmadan; cüz karamalık yahut cüz karamaçılık : riya, yüze gülme, cüzü kara : alçak, rezil; hain; cüzü kara duşman : haim düşman.
cüz-
III = süz- 2.
cüzdön-
yüzce benzemek; aç calañgiç cüzdönüp folk. : aç Azrail gibi çatık çehreli.
cüzdür-
= süzdür-.
cüzdüü
eski cüzdüü : iki yüzlü, müraı, münafık.
cüzdüülük
cüzdüülük: ikiyüzlülük, riya, nifak.
cüzö
yüzey (satıh), : cüzögö çıkar yahut cüzögö aşır- : varlığa çıkarmak; cüzögö çıkpay (yahut aşpay) kaldı : varlığa çıkmadan kaldı.
cüzüm
üzüm.
cüzümçülük
bağcılık.
cüzümdük
bağ.
çaalık-
yorulmak,
çaalıkpas
: yorulmaz.
çaap
gerondif çap- IV ten.
çaar
l. alaca; çaar köynök: alaca gömlek; 2. benekli (at donu); kızıl çaar: kara benekli; kara çaar: kara benekli; 3. çiçek bozuğu 4. içi çaar meç. ketum (kimseye sır açmaz); 5. (ayakkabının) kenarı.
çaara
= = çara II
çaaraker
f. far. (cenubî Kırgızlıkta): başkasının toprağında, başkasının alat ve edevatıyla çalışan ve mahsulün bir kısmım alan rençber.
çaarçık
karaca yavrusu.
çaarda-
buruşturmak, alacalandırmak (buruşuk, alaca yapmak).
çaardagıç
bir kunduracı aygıtıdır ki onunla kunduranın kenarı yapılır; kundura kenarı çarkı.
çaardat-
et. çaarda-dan:
çaardooç
= = caardagıç.
çaba
çap IV hal zamanı gerondifidir; karşı karsıya: önden (başlıca, yağmur hakkında); camgır çaba caayt: yağmur yüze vuruyor; yağmur kaldırılmış olan tündük’ün (hk.) karşı taraf ından vuruyor ve keçe evin içine düşüyor.
çabaagan
(bir iş hakkında) haber salmak için komşu avullara (köylere) gönderilen sai.
çabaagançı
= : çabaagan.
çabadan
f. kıymetli ev eşyasını saklamak için kullanılan uzun ve dar çuval.
çabak
l. çapak balığı; may çabak l) latince adı Gobio olan bir balıktır; (Ş. Sami’ye göre: tatlı su kayabalığı. M.); 2) balıkçık, herhangi bir ufak balık; it çabak (som balığı: Salmo cinsinden olan ve latince Salmo alpinus adını ta- şıyan bir balıktır. M.) çabak ur-: bir nesne suya düşmek ve bundan bir ses hasıl olmak; (yüzerken) kollarla ve bacaklarla küçük hareketler yapmak; kollarını sallayıp yüzmek; 2. yün ditmek için incecik çubuk (saboo’dan bk. daha ince); 8. tekerleğin dişi; 4. küçük sırık.
çabalda-
l. şişi birkaç yerden deşmek: 2. yün ditmek,
çabaktaş-
muş. çabakta-dan.
çabaktat-
et-, çabakta-dan.
çaban
.r. çoban /12/
çabar
l. sai (tatar); salıkçı (haberci); 2. kavas; kurye.
çabarmar
1.seyis, atlı; Z. kurye.
çabdar
al(at)
çabeles
. l. zayıf, denmansız; 2. ahmak.
çabendes
f. at üzerinde oğlakla yapılan yarışta oğlak çekmekte mahir olan; cesur, atılgan atlı; çabendester çogulsa; ulaktın çeri cazıllat folk. cesur atlılar toplandığında (onlar çekişirken) oğlağa ferahlık geliyor.
çabal
zayıf, dermansız; bergenin aigan— camandın işi; içkenin kuş kan— çabaldın İşi ats : verdiğini geri almak- kötü adamın işdir; İçtiğini kusmak— zayıfın işidir.
çabaldık
zayıflık, dermansızlık.
çabalekey
l. = çabiyekey; 2. = ene çikit (bk. çikit).
çabık
= çabındı.
çabıl-
l. dibinden kesilmek; tamırına balta çabıldı: kökünden yok edildi; çaçılıp - çabılıp bk. çaçıl-;2. çapula ve yağmaya çarpmak; 3. dörtnala koşmak (binek hayvanı hakkında); at çabıldı : at yarışı, koşu yapıldı.
çabılakey-
çabiyekey. ğu mesafe; tay çabım cer : bir ya-
çabım
yarışların mesafesi; at çabım cer : büyümüş atların koşturulduğuşında olan tayların koşturulduğu mesafe
çabındı
ot biçilen yer, çayır; çabındı çerler : ot biçilen yerler
çabır
ufak tefek şeyler, değersiz nesneler; çabır mal : çelimsiz ve arık hayvan (ufak, zayıf atlar, koyunlar ve s.)
çabış
I, işs. çap - IV ten; at çabış • at yarışı, koşu; at meydanı; çılañaç çabış es. : bellerine kadar çıplak olan iki atlının yansıdır ki bunlar birbirinin çıplak tenlerine kamçı ile vurmaya çalışırlar; çoñ çabış es. : yoğaşı verilirken yapı- lan at yanşları; kol çabiş : l) el çarpma suretiyle alkışlama; 2) bir oyunu veya şarkıyı nağmelere veya hareketlere uydurarak iki avucu birbirine vurmak suretiyle takibetme; çöp çabış = çabındı.
çabiş
II, l. hep beraber kesmek; birbirini kesmek; 2. koşmak suretiyle yarışmak; alabildiğine koşmak,
çabışuu
işs. çabış- II den.
çabıt
şikar araştırarak dolaşmak;baskın, akın.
çabıtta-
av arayıp dolaşmak.
çabiyekey
kırlangıç; too çabiyekeyi : dağ kırlangıcı.
çabuu
I, işs. çap- IV ten; kol çabuu l) el çırpmak suretiyle alkışlama;2) oyunu yahut şarkıyı el çırpmak suretiyle takibetmek. II, rubanın yahut paltonunarka kısmı.
çabuul
l. hızlı yürüyüş (at üzerinde); koşu; kara çabuul l) atın dörtnala koşması; atın bir defadaki hafif koşması (carriere); üç attuu, birinen biri ötüp, kara çabuul menen kele çatışat: üç atlı, kah biri, kah ötekisi öne geçerek, atlarını dolu dizgin koşturarak geliyorlar; 2) Öndülsüz at yarışı; irisi coktun atı kara çabuulda cügüröt ats. : talihsizin atı (yalnız) öndülsüz (ikramiyesiz) kokularda (iyi) koşar; 2. akın, çapul. taarruz hücum; çabuul sal- yahut çabuul koy- : akın etmek, taarruza geçmek, hücumetmek. korgongo çabuul koydu : kaleye hücumetti.
çabuulda-
l. muayyen bir yönet gö- zetmeksizin koşturmak (atı); 2. dörtnala, dolu dizgin koşturmak.
çabuuldat-
et. cabuulda-dan.
çaç
I. (insan başındaki) saç; çaç cıy- es. : saç Örmek (kocası öldükten sonra yedinci yahut kırkıncı günde bunu yapan dul kadın hakkında) ; karın çaç : çocuk karında iken biten saç; cıldı çaç : erkeğin ensesindeki perçem (şimdi artık bu perçemi .taşımıyorlar); çaç etekten bol- : bir nesneyi bol bol al- mak; bolluk ve kolaylık içinde ya- şamak; çaçtan köp : hesapsız, çok:çaç kap = çaçpap; çaç uçtuk; bk. uçtuk; çaç kırk tar. : saç örgüsünü kesmek (bu, bîr kadim rüsvay etmek için bir ceza olarak tatbik edilirdî).
çaç-II
l. saçmak (püskürmek): şu-raya buraya atmak; her yana dökmek; 2. serpmek 3. meç, israf etmek.
çaça-
bir şey içerken geniz nahoş bir surette gıcıklanmak neticesinde istemiyerek, aksırığa benzer bir ses çıkmak.
çaçat-
et. çaça-dan.
çaçı
l. küçük saçak; cooluktun çe- kelerinde mayda çaçılar bolot: mendilin kenarlarında ufak saçaklar bulunuyor, kuyruktaki kıllar; kimi hayvanların kuyruk ucu (diyelim. ineğin, eşeğin); ögüzdün kuyruğunun çaçısın kuyuşkaña baylap adlı : öküzün kuyruk uçunu kuskuna bağladı; 3. atın aya-ğnın gerisindeki kıllar.
çaçıl-
saçılmak, püskürülmek; çaçılıp - çabılıp kapa boldu : aşın müteessir oldu.
çaçıla
I, bir düğün ayinidir ki, şundan ibarettir : güveyin yakınlarından yaşlıca bir kadın, gelin nişanlısının köyüne geldiğinden (kaynatasının evine yaklaştığı zaman) onun üstüne şekerlemeler saçardı.
çaçıla-
II, saçakla süslemek, saçak takmak; topostun kılı menen çaçıla- : Çin mandasının (kaytızın) kuyruk kılıyle süslemek.
çaçılat-
et. çaçıla- II den.
çaçılt-
et. çaçıl-dan; kozgoloñçulardın askerlerin çaçıltıp ciberdi : asilerin askerlerini dağıttı.
çaçıluu
I, saçaklı, saçakla süslenmiş; çaçıluu içkır : saçaklı uçkur. II. îçs. çaçıl-dan
çaçım
l. saçma, dökme; 2. taksim, (ülüştürme); çaçım menen : taksime, ülüştürmeye göre.
çaçın
talaan-çaçın bk. talaan.
çaçıdı
darma dağnık durumda bulunan, saçık ; öteye beriye atılmış, serpilmiş.
çaçınıy
r. kon. hususî; hususî mülk sahibi, kollektive girmeden kendi basma iş gören.
çaçıra-
sıçramak, param parça olmak; künçaçırap çıkkanda : parlak güneş doğarken; kündün murdu çaçıraganda : güneş gözükmeye başladığında.
çaçıraak
sıçrayan: çaçıraak otun çatırdıyarak yanan odun. yanarken kıvılcımlar saçan odun.
çaçırandı
sıçrantı; zifos; çoktun çaçırandısı : kıvılcım.
çaçıraş-
müş. çaçıra-dan.
çaçırat-
sıçratmak.
çaçıratkı
hindiba (bitki).
çaçış-
muş. çaç- II den; suu çaçış- hep beraber su serpmek; birbiri üzerine su serpmek; çaçışkan cip . karışmış iplik.
çaçkm
saçık, dağmık.
çaçkındık
saçıklıkk, dağnıklık.
çaçma
saçık : kolay dağılmiya muştait olan; çaçma kürüç : pilav.
çaçpak
saç örgüsiyle beraber örülen saçak; çaçpak kötör- mec. : hizmete amade gibi görünerek, hoşa gitmeye çalışmak; birisini, peşine takılıp, bırakmamak; al çaçpagın kötörüp keldi : o, yalnız (misafir olması istenilen) adamla beraber bulunduğu için (diyelim misafirliğe) geldi.
çaçpaktuu
l. çaçpak taşıyan (bk çaçpak); 2. mec. kadın.
çaçta-
saçtan tutarak sürüklemek
çaçtaraz
k-f berber; çaçtaraz mene süylöşsöñ, ustara menen kayra* ğın aytar ats. : herkes kendi işinden bahseder (harfiyen : berberle konuşursan, o, bileği taşiyle usturadan bahseder)
çaçtaş-
birbirini saçından tutarak sürüklemek, saç saca başbaşa gelmek, dövüşmek (kadınlar hakkında; karş. çakalaş-).
çaçtaşuu
işs. çaçtaş-tan.
çaçtuu
saçlı kıllı.
çaçuu
l. saçma, dağıtma, püskürme; 2. serpme: 3. meç. pazara gönderme, satılığa çıkarma.
çadırakay
şişman, semiz, etli.
çadırañda-
hareketlerinde şişmana. semize benzemek.
çadırañdat-
et. çadırañda-dan.
çadıray-
şişman, semiz bir durumda olmak.
çağan
yahut çağan ayı (destanda): Moğol ve çinlilerde yeni yıl (bayramı bîr ay sürer).
çagarak
helezonî. burmalı; burma; ayıl itinin kuyruğu çagarak ats. : evde duvarlar da yardım ediyor (harfiyen : köydeki köpeğin kuyruğu helezonîdir).
çagarakta-
l. çengelimsi bükülmek (diyelim, köpeğin kuyruğu hakkında); 2. mec. gururlanmak; kendini müstakil hissetmek; çagaraktap kalıptır: o, gururlanmış; atım çagaraktap kalıptır : atım kanlı canlı gözüküyor.
çagaraktat-
et. çagarakta-dan; it kuyruğun çagaraktatıp arsıldadı : köpek kuyruğunu çengelleştirdi ve gümürdedi.
çagarakrtatuu
halka, helezon, çengel şeklinde bükme.
çağıl-
mut. çak- IV ten.
çagıldır-
gözü •kamaştırmak; köz cagildıra turgan : kamaştıran.
çagılgan
şimşek, çakın, yıldırım; aa çagılgan tiydi : ona yıldırım değdi; çagılgan ogu mit.: yıldırım oku: di; çagilgan ogu mit. : yıldırım oku : (güya yıldırım düşen mahalde yerin düzeyine çıkan) kırmızımtırak taş; çagılgandın ogunday : yıldırım gibi vuran.
çagılış
I. göz kamaştıran ışık; közgö çagılış ber- : gözü kamaştıran (gayet açık ve parlak nesne hakkında); kündün çagılışına karay albaym : güneşin parıltısına bakıyorum. II, aksetmek: suudan çagılışıp. carkırap körüngön ay eken parlıyan. suda akseden, meğerse aymış.
çatılıştan-
riyayı aksettirmek, yıl-dıramak.
çağım
iftira; curnal; tezviratlı dava: bövdö çağım bölökkö cetpes ats.: yalancının mumu yatsıya kadar yanar (harfiyen. : iftira başkasına yapışmaz).
çagımçı
curnalcı, muzevir.
çagımçılık
müzevirlik,
çagın
ölçülü, mahdut: azcık: özünö çağın malı bar : (kendi ihtiyaçlarına yetecek .kadar) bir mikdar hayvanı var.
çagır
çagır taş : bir taş adıdır; koy çagır : eski zamanlara ait bir silahın adıdır.
çagırmak
yahut çağırmak teke : büyümüş (yabani) teke.
çagış-
çatışmak (köpekler hakkında).
çagıştır-
(iki nesneyi birbirine) karşılaştırmak, mukayese etmek; akılga çagıştırıp baykap körçü! :akıl edip bak!
çakıştırma
l. Karşılaştırma, mukayese; 2. mat. nisbet, oran; prossent çagıştırması : faiz oramnı
çagıştıruu
l. mukayese; 2. mat. nisbet, oran; geometriya çağıştıruusu: geometrik oran; esep çağıştıruusu : hesap oranı.
çagışuu
işs. çagış-tan.
çaguu
işs. çak- IV ten.
çak
I. ölçulu; uygun, münasip; kolaylıklı; tam; yakışıklı; senin kîyimiñ maa çak kelet : senin giyimin bana tam geliyor; özünü çak :muvafık, münasip; kün çak tîh-tö : tam öğle zamanı; çak cayloo uygun, yazlık otlak, mer’a. II, zaman, vakit; bala çakta : çocuklukta; cıvırma beste çagında folk- : yirmi beş yasında iken; keler çak gram. gelecek zaman müstakbel zaman); cak toluktat kıç gram. : zaman gösteren zarf. III. iki şeyin birbırine vurulma-sından, çarpışmasından hasıl olan ses; çak çak : şak sak (diyelim,küçiik çekiçle metal döverken); çak etme : pistonlu silah (çakmaklığından farklı olarak); çak et- : tak tak etmek; çak etkiz- : tak tak ettirmek; çak etkizip terezeni caap koydu : tak ederek pencereyi kapatıp koydu; çak- çuk : keskin ve kesik takırtı; çagılgan çak - çuk dey tüştü : yıldırım çatırdıyarak düştü.
çak-
IV, l. müzevirlik etmek; şikayet eylemek: meni saa çaktı : bana senden şikayet etti; al maa mun-ğun çaktı : o bana dert yandı; 2. şiddetle vurmak; meni arak (yahut bozo ve s.) çagıp koydu : mahmurluktan kırıklığım vardır: 3. sokmak (ısırmak); 4. çakmak çakmak.
çaka
I. çaka-çaka : örse çekiçle vurmaktan hasıl olan sesi taklit. II, l. madenî kova (karş. çelek l); çaka kak- eş. (davula vurur gibi) kovaya vurmak (sahte tabiplerin doğurtma sanatı usullerinden bîridir); çaka tuyak = çakar; 2. ufak bakır sikke; metelik; ceti çaka karzım çok folk. : yedi metelik bile borcum yoktur.
çakalay
(vucuttakî) temregü, erpes (hastalık).
çakan
I. l. biraz bir miktar: berilgen cardımı ötö çakan : yaptığı yardım gayet ehemmiyetsizdir; 2. küçük: valnız şahsî ihtiyaçlara ye teçek kadar. II, korku (velvele); imdada çağırma işareti.
çakar
yaman; görmüş geçirmiş (kimse); kurnaz (daha fazla at hakkında).
çakçañda-
azim ve gayretle 4 görmek; çakçañdap kirip keldi : içeriye fırladı; közdörü çakçañdayt : gözleri fena halde gözevinden fırladı.
çakçarıl-
hiddetlenmek, ayranı kabarmak (alacağın olsun! dur bakalım, gösteririm ben sana).
çakçay-
kabarmak: közü çakçaydı : gözleri büyük açıldı.
çakçayt-
gözleri büyük açmak.
çakçelekey
intizamsızlık; karma ka- rışıklık; çakçelekey tüşürüp : alt üst ederk, altından girip üstünden çıkarak.
çakçı
= = sınçı,
çakçigay
(bir kuş adıdır).
çakıl
çakçıl etiş gram. geçen zaman gerondifi.
çakılda-
çak çak sesi çıkarmak (bk. III); açık ve kolay anlaşılır bir tarzda konuşmak: gıcırtı sesi çıkarmak (diyelim, saksağan hakkında); cıvıldamak.
çakıldat-
et. çakılda-dan; çot çakıldat- : hesap aleti düğmelerini şaklatmak.
çakıldoo
çak dövme; gıcırtı sesi çıkarma; cıvıldama.
çakır-
çağırmak, davet etmek, toplantıya çağırmak.
çakırakay
faltaşı gibi açılmış, (gözler).
çakırañda-
gözler faltaşı gibi açılmak.
çakıray-
l. gözler faltaşı gibi açıl mak; 2. (birisinin) üzerine atılmak.
çakırayt-
et. çakıray-dan; köz ça-kırayt- : (hiddetten yahut korkudan) gözleri faltaşı gibi açmak.
çakırayuu
işs. çıkaray-dan.
çakırık
l. çağırma, davet; 2. (çağırarak gönderilen) bildirge, ihbarname.
çakırış-
hep beraber çağırmak, birbirini çağırmak: birbirini davet eylemek,
çakırıl-
çağırılmak. davet edilmek toplantıya çağırılmak.
çakınluu
işs. çıkarıl-dan.
çakırıluuçu
l. çağırılan, davet edilen; 2. askere çağırılan.
çakırım
l. insan sesinin duyulabileceği mesafe; 2. (ruşçada «versta» denilen ve 1,067 kilometre’den ibaret olan uzunluk ölçüşü. M).
çakırmala-
= çakır-
çakırtuu
çağırtma, davet ettirme.
çakıruu
çağırma, davet etme. okuma*
çakmıuçu
çağıncı, okuyucu, çığırgan, münadi; çıkıruuçu saldı : çığırgan, münadi vasıtasıyla bildirdi.
çakıy-
dikilmek; göz dikmek, dikkatle bakmak; cıldız çakıyıp : yıldız pırıl pırıl yanıyor.
çakıyt-
et. çakıy-dan.
çakmak
l. çakmak; 2. çükö oyununun adıdır (bk. çükö); 3. közü ala çakmak boldu : gözleri süzülmeye başladı.
çakmakta-
közüñ ala çakmaktap cüröt l) gözlerin oynuyor: 2) sana her şey bozuk (aşırı büyümüş) şekilde gözüküyor; közü ala çakmaktay başladı : gözler süzülmeye, adam sarhoş olmaya başladı.
çaksa
f. (cenubî Kırgızıstanda) 5 kilo kadar ağırlık ölçüşü.
çakta-
(takriben) takdir etmek; denemek.
çaktaş-
muş. çakta-dan.
çaktı
l. takribi mikdar; on çaktısı :onlardan on kadar; 2. kuvvet:çaktısı kelbeyt : gücü yetmiyor, yapamıyor; çaktım kelet : muktedirim, gücüm yetiyor; çaktısıntaba albay kalıp : şaşırarak.
çaktır-
et. çak- IV ten.
çaktıruu
işs, çaktır-dan.
çaktoo
İŞS.. çakta-dan.
çal
I, l. kır (kül rengine çalar, beyaz); çal sakal : kır sakal; çal kuyruk : kır kuyruklu (at hakkında); 2. ihtiyar.
çal-
II. l. şiddetli ve keskin vuruşla vurmak : çalmak; (güreş sırasında) ayak çalmak; calip çıktı :ayak çalmak suretiyle yere serdi;2. kamçı ile vurmak; kancıgaga çal- : terkiye bağlamak,; tegerete çal- : ipliği tura ve çile yapmak:3. (hayvanı) kesmek; 4. bakmak:yolu yoklamak; col calip kel : yolu bakıp gelmek; konuş calip kel- :konağı (durağı) bakmak, yoklamak; durakalmak için elverişli yeri seçmek; keçüü çal- : nehirde geçit aramak: nehirden geçmek için uyurun mahalli seçmek.
çala
büsbütün değil; tam değil; eksiklik: melez; metis; çala can : yarı diri; çala ölük : yarı ölü; çala şabattuu : okuması yazması az olan (buradaki “sabattu” sözü «sevadlı» dan bozulmuş olacak, M); işiñ çala : işin eksik yapılmış : çala - bula : şöyle böyle; çalaga. Yım yahut çala kayım : avanak; mıymıntı; çalagayım cindi : ahmak adam; çala - çarpıt (yahut çalaçarpıt) cerinde ; her nerdeyse, herhangi bir mahalde: bazı yerlerde.
çalagayım
bk. çala.
çalap
ayran,
çalbar
şalvar.
çalcakta-
: çaicañda-.
çalcañda-
çocuk diliyle konuşarak. sahte tavır takınmak.
çalcañdat-
et. çalcañda-dan.
çalcañdoo
işs. çalcañda-dan.
çalçık
gübre suyu; çamur, bataklık, suunu köp keçse. çalçık bolot; sözdü kop süylösö, tantık bolot-ats. : (geçit yerinden) su çok ge-çilirse çamur peyda olur; söz çok söylenirse, saçmaya döner.
çaldı
çaldı - kuydu : karmakarışık. müşevveş, zor halledilen; çok izdegendin colu çaldı - kuydu : yitik arayanın yolu karışıktır.
çaldıbar
f. l. harabe; 2. yırtık pırtık, büsbütün Örselenmiş giyim;kivimdin çaldibarı çıktı : giyim (yamamak bile kabil olmıyacak derecede) örselendi; çaldıbarı çigıptır meç. : büsbütün perişan oldu. iflas etti.
çaldık-
1 (bîr nesneye) çarpmak; (bîr şeyle) çarpışmak: ooruga çaldık- : haslık almak; közgö çaldık- : göze çarpmak, dikkati çekmek, gözükmek; 2. yarı yanmak, bir parça yanmak.
çaldıktır-
et. çaldık-tan.
çaldır-
l. et. çal- II den; nokto çaldır : yular ördürmek; çöp çaldır . (hayvanı) bir parça otlatmak; 2. yenilmek.
çaldu
çaldu – kuydu: çaldı - kuydu (bk. çaldı).
çaldubar
= çaldıbar.
çaldur
çaldur - çuldur : kaz ve benzerlerinin bağırması.
çalgay
yol üstünde değil bir kenar da bulunan.
çalgı
tırpan (k. - ik.).
çalgıç
l. sıkıştırmak, bağlamak için küçük bir ip, kınnap; kerege çalgıç : kerege (bk.) nın parçalarını birbirine bağlamak için kullanılan ip; 2. karıştırma aygıtı.
çalgıçı
ot biçen kimse; iyi ot biçen adam.
çalgın
Il. kuvvetlice gerilmiye, açılmıya müstait olan (kanatlar hakkında); hızlı uçan; 2. kanat: 3. kanatların gerilişi, açılışı. II, l. tırpanla biçme; ot biçimi; çalgın çal- : tırpanla biçmek kök çalgın : yüksek, yeşil ot; 2. araştırma, taharri, keşif açılma: Çalgınca ketti : taharriyata, keşfe gitti; kontr - çalgın : mukabil ta harri. mukabil casusluk.
çalgınçı
t. - çalgıcı; 2. araştıran. keşif, istikşaf ile uğraşan.
çalgınçılık
taharriyatçi durumu yahut mesleği
çalgında-
l, dolaşmak, araştırmak, keşif maksadıyla yaya yahut vasıta ile gezmek; 2. daha iyi otu seçmek (hayvan hakkında); at çaigındap ottoyt : at otu seçerek otluyor.
çalgirt
çalır.
çalgırtta-
muvafakat etmemek, direnmek; (umumun fikrine) muha lif olmak; tamırı çalgırttap kalıptır : nabzı normal değildir.
çalgırttoo
karşı koyma, inat, direngenlik.
çalıluu
ilmik yaparak bağlanmış; altın kılıç ay balta bileğimde çalıluu folk. : altın kılıç ve savaş baltası (acak) koluna bağlıdır.
çalım
mahlut; çalımı çok argımak: temiz kanlı argamak (at); kıtayga çalım çeri bar : Çinliye çalıyor.
çalın-
mut. çal- II den: kemer çalın- : kemer kuşanmak: arkanga çalın- : ipe takılıp kalmak; selde çalın- : sarık sarınmak: karızga çalın- : borca batmak; çaman işke çalın- : nahoş bir ise karışmak.
çalır
l. eğri; çalır bet mat. : eğri yüzey (sathı münhanı); 2. şaşı; şaşılık; çalırı turat közündü folk. (hoş görmeyerek) yan bakıyor.
çalırakay
şaşı.
çalırañda-
hareketlerinde. işlerin de şaşıya benzemek.
çalış
I, l. .... şekline malik olan; ... ye benziyen; ... ye çalan; buudan çalış.: yürük at eskal ve evsafına malik olan; 2. yarı cins olan: çalış cılkı : yan cins olan at.
çalış-
II, elbirliğiyle istikşaf yapmak çalgındı birge çalıştık folk. : hep beraber taharriyat, istikşaf yaptık. III, ağır bir şey suya düşmek ve ses çıkarmak; çalkalanmak
çalışta-
dolanmak; buttan çalıştadı : ayakları dolandı, dolaştı.
çalıyar
= r çaryar .
çalka
çalkasınan catkız- yahut çalkadan catkız- : her iki küreğim yere diğdirmek suretiyle arkaüstü yere sermek; çalkasınan ketti : arka üstü düştü.
çalkak
dik olmıyan dağ yamacı.
çalkakta-
= : çalkala.
çalkala-
göğsü ve karnı öne çıkarmak; çalkalap otur- : göğüsü öne çıkararak, başı hafifçe geriye atarak kurulup oturmak; atka minip çalkalap folk. : at üstünde kurulup oturarak.
çalkalat-
et. çalkala-dan.
çalkaloo
göğüsü ve karnı öne çıkarma.
çalkan
ısırgan otu.
çalkanda-
çalkandap taşta- (Rad, V) : arka üstü atmak.
çalkar
yahut çalkar köl : kocaman göl.
çalkı-
l. geniş yayılmak; 2. ağır ve süzülerek hareket etmek.
çalma
I. lav; ak çalma : (su taşkını zamanında) balçıklı, bulanık su, boz çalma : bir bitki adıdır. II, atı yakalamak için kement çalma çal- yahut çalma ur- : kement atmak.
çalımıkey
bulamaç: kımızga taklan dan çalmakey kılıp içti : kımıza kavut katarak bulamaç yapıp içti.
çalmala-
karıştırmak (mayileri):
çalmalan-
karışmak, çalkanmak (mayi hakkında).
çalmaloo
kanştırma. Çalkalama (mayileri)
çalpılda-
(suya elayalarile vurarak) şaplatmak.
çalpıldaş-
muş. çalpılda-dan.
çalpıldat-
et. çalpılda-dan; maldın şıyragı suunu çalpıldatıp çaçıratat: hayvan suyu ayaklarıyla şaplatıyor ve sıçratıyor.
çalpıldoo
işs. çalpılda-dan.
çalpoo
(kars. çaypoo) : harın, az binilen (at).
çam
adım.
çama
I, l. kuvvet, kudret; çaması kelebi? : yapabilir mi?; gücü yeter mi?; çamam kelbeyt : gücüm yetmiyor; ben yapamıyorum; camadan tışkarı : ölçüden üstün, aşın; 2. göz karan; takriben takdir; saat on bir çamalarında : saat on bir sularında, raddelerinde II, içilmiş çayın çöpü.
çamala-
takriben takdir etmek; çamalap eseptöö : takribi hesap.
çamalaş
I, kuvvetçe denk.
çamalaş-
II, müş. çamala-dan.
çamaluu
l. takriben; cüz çamalun kişi : takriben yüz kişi;vüz kişi kadar; 2. ortaca; pek o kadar büyük değil; pek o kadar îvî değil; bayda çamaluu : payda orta : pek o kadar büyük değil; pek o kadar mana yoktur.
çambıl
alnı ak olan doru (at); çambıl ala : kirli benekli (diyelim; tozda ağnamış olan at hakkında); kirli alaca.
çamda-
1 adım atmak, yürümek; 2, ivmek, acele etmek; çamdap erterek bütürgülö : çabuk davranınız ve erkence bitiriniz!
çamdal-
= çamdan: ak colborstoy çamdalıp folk. : beyaz kaplan gibi, sıçramaya atılmaya hazırlanarak.
çamdan-
l. sicramaya. hücüma ha- zırlanmak; 2. maç. kendini tahkir edilmiş saymak; küsmek; sen anın aytkanına çamdanbay ele koy sen onun sözlerinden muğber olma!
çamdanuu
işs. camdan-dan.
çamdaç-
muş. camda-dan.
çamdat-
tezletmek ivdirmek.
çamdatuu
tezletme, acele ettirme
çamdoo
adım atma, adımları hırlatma; tempoyu arttırma.
çamgarak
tündük'ün altında kesişen bir şekilde konan ve obanın ağaç iskeletini tamamlayan bükük değnekler; kara çamgarak : baba obası (harfiyen : siyah çamgarak).
çamın-
atılmak, saldırmak.
çamındı
yonga.
çamınuu
atılma, saldırma
çamırkan-
kin beslemek.
çamırkanuu
kin besleme.
çampa-
campa.
çampan
çin. konuşma melekesi kötü olan (diyelim, henüz konuşmaya başlıyan çocuk yahut yabancı dille kötü konuşan adam).
çan
I, kılış kabzası.
çan-
II, küçümseyerek, hakir görerek muamelede bulunmak; kendine müsavi saymak; erin çangan katın : kocasına on paralık kıymet vermiyen karı; katının çamp cüröt : karısiyle (ev hayatı) yaşamıyor.
çanaa
. kızak.
çanaala-
kızakta taşımak.
çanaaluu
kızaklı, kızakta giden.
çaraç
l. tulum ; çanaçı carıldı al. (şöhreti afaki tutup da birdenbire kepaze olan adam hakkında) fena halde muvaffakiyetsizliğe uğradı (harfiyen tulumu patladı):2. çanak, tulumba
çanaçta-
çanaçtap : çanakla (dökmek veya koymak).
çanak
göz çukuru; közü çanagınan çıgıp ketti : gözleri çukurundan alnına fırladı.
çancuu
Çançı, çin. afyon haşhaşı tarlasındaki otları gidermek için kullanılan birnevi küçük kürek.
çancuula-
çancuulagan kebiñdı koy! : lakırdıyı başka tarafa çevirme!
çanç-
sançmak; bir yandan öbür yana delmek, saplamak.
çançkak
sancı (hastalık); belime çançkak turup kaldı : belimde sancı vardır.
çançuu
sancıma
çanda
nadiren; nadiren rasgelen, sevrek: canda biröö tabılat : seyrek düşüyor (rasgeliyor): nadiren tesadüf olunuyor: çanda biri bolboso : meğer ki onlardan biri ola: nadiren onlardan birisi.
çandan
I, f. bir çokları, çok, oldukça. II, = çanda
çandır
karnın aşağı kısmı
çandırla-
(karş. şalañda) : kuskunu arka kolana, kuyruğun mebdeine dokunmayıp kalçaya sarkacak tarzda bağlamak.
çandırloo
işs. çandırla-dan.
çandırmaluu
çıngıraklı; çandırmalun köökör (Rad., V) : çıngıraklı küçük kova.
çang
toz, buduñ - çañ yahut çañ - çuñ buduñçanç
çañda-
tozlanmak.
çañdat-
l. toz kaldırmak, toz koparmak; 2. toza döndürmek, toz haline getirmek.
çañdatuu
toz kaldırma.
çañduu
tozlu.
çañgı
bir çeşit kayak (çubuklardan örülen ve dağlarda kayak yerine kullanılan kareler.)
çañgıl
ak çañgrıl too : karlı dağ, kök çañgıl : hafifçe beyaz: hafifçe boz.
çangır-
alabildiğine bağırmak; canı tırmalıyan bir sesle bağırmak, acı acı bağırmak; yaygara etmek; çarğırgan ün : acı ses; kımız çañırıp kalıptır : kımız fazla ekşimiş (bozulmuş).
çañırt-
et. çañırt-dan.
çañıruu
işs. cañırdan.
çañıt-
ayran (çalap'tan fariu şudur ki çañıtta çalaptakine nisbeten su mikdarı fazla olur); ayranda su koşup, çañıt kılıp ber : yoğurda su katarak çañıt yapıp ver!
çañıtta-
bozumtırak, donuk renge girmek; kün çañıttap turat : hava bir parça kararıyor.
çañk
çañk - çañk : yaygara, bağırıp çağırma.
çañkay
tamamen, mutlaka, tam; çañkay tuş : tam öğle zamanı; çargkay açık tün : büsbütün açık (bulutsuz) gece; çañkay boz at :açık boz at.
çañkılda-
l. bağırıp çağırmak (çocuklar, kadınlar hakkında); 2. acı sesle havlamak (köpek hakkında).
çañkıldaş-
muş.çañkılda-dan.
çañkıldat-
et.çañkılda-dan.
çañkıldoo
işs. çañkılda - dan.
çantuu
çin. (destanda Çinli veya Kalmak ağzından söz söylenirken) :müslüman.
çap
I. l. kaşık : eçkinin çabınday al. : kızıl (saçlı); açık kızıl (insan hakkında); dağ eteği; üzerinde seyrek bitkiler bulunan veya hiç bulunmiyan bayır; 3. (Rad.) : uzun, uzamış, yayılmış; çap caak elmacık kemikleri çıkık olmıyan. dar olan. II. çap et : süratli, çevik hareket yapma; alakanın çap koydu : el çırptı. III, öp I sözunun tekidir. IV, l. hızlı koşmak; at çap- :at yarışları, at koşulan tertip etmek; atasına at çaptı es. : babası için olan yoğası sırasında at yarışları tertip etti; atka çap : ata binerek koşturmak; atı doludizgin koşturmak; atka çaap kalgan bala : artık ata binerek koşturmasını bilen oğlan; atka çaap keldim • ata binerek koşturarak geldim; 2. kesmek; balta çap- : balta ile kes- mek; ketmen çap- : bel ile çalışmak (toprak kazmak); çöp çap- :ot biçmek; kümüş çap : gümüş çerçeve yapmak; canımdı kurman çabayın! folk : canımı feda edeyim! başka çapkanday : bir şey düşünmeksizin; Kaşgardı çaap alganda folk. : Kaşgan yağma ettiğinde; 3. atılmak; öz baydasına çaap : şahsi menfaati, şahsî gayeleri peşinden koşarak.
çapa
çapa - cup yahut sapa - sup : çabucak, çeviklikle.
çapan
çapan, kaftan; çapan - çap-kıt kollektif isim : üst giyim.
çapançan
üzerinde yalnız çapan olarak (çapan üzerinden hiç bir türlü giyim giymeden).
çapçak
fıçı; yoğurt, kifir ekşitmek ve s. için kullanılan ağaç kova.
çapçan-
çapçang.
çapçañ
çabuk, çeviklikle, hızlı, ha- reketlerinde süratli, çevik.
çapçañdık
sürat, çeviklik, eline ayağına çabukluk; ustalık; çapcañdık menen : çabucak, çeviklikle; ustalıkla.
çapçı-
ön ayağivle, tırnağiyle yere vurmak (at, yabanî hayvan hakkında); bee balasın çapçısa da bert kılbavt ats. : kısrak yavrusunu ön ayağıyla vursa dahi. onu sakatlamaz.
çapçıla-
it. çapçı-dan.
çapçuur
kazandaki eti çevirmek iç kullanılan üç dişli çengel.
çapkı-
çalgı.
çapkıç
kesen aygıt (alet): çapkıç maşina : ot biçen makine
çapkıçı-
çalgıcı.
çaplala-
it. çap- IV ten; kir çapkıla-:çamaşırı (yıkarken) tokmakla dövmek.
çapkınçıhk
l. katliam, toptan öldür me, imha; 2. akınlar zamanında huzur ve rahatın bulunmadığı zaman.
çapkıt
çapan sözünün tekidir.
çapma
l. yürük at; çapma corgo :yürüklük derecesine yaklaşan yorga; 3. oyma, kazma çapma kaşık: adî, elişi kaşık.
çapmaluu
kakmalı: çapmaluu mıltık- (Rad., V) kakmalı tüfek.
çapta-
l. tıkamak; sımsıkı kapatmak; ok çapta-: silahı doldurmak; oktu çaptap, hayza aştap folk. :silahı doldurarak, süngüyü göndere takarak; 2. zamkla yapıştırmak;bir nesneyi diğer bir şeye yapıştırmak, bir şeyi başka bir nesnenin üzerine yapıştırmak.
çaptal-
mut. çapta-dan.
çaptat-
et. çapta-dan.
çaptık-
aşın derecede kızmak, gazaba gelmek.
çaptır-
et. çap- IV ten; kümüş tögüp çaptır-: gümüş kaktırmak, gümüş çerçeve yaptırmak; eer çaptır-: eğer sipariş etmek; at çaptır-:at yarışları yapmıya müsaade veya icbar eylemek; köz çaptır-göz gezdirmek.
çaptoo
işs. çapta-dan. l
çar
I, çöp sözünün tekidir; çar uçkanday : manasızca; sistemsizce;darmadağınık; çar uçkanday içteşet : elbirliğiyle çalışmıyorlar, biri o yana, biri bu yana çekiyor. II, f. çar cayıt = çarcayıt; çar tarap = çartarap. IIIr. tar. kon. (seçim zamanında kullanılan) «şar» (yuvarlak, kürecik); çarga sal- : (küreciler atarak) seçmek, intihabetmek. IV, yahut car karga : ekin kargası.
çara
I, l. büyük çanak; közdün çarası : göz çukuru, gözevi; 2. kabir çukuru (hars. kaznak). II. f. ölçü, vasıta, çare; çara çok : çare yok; imkansız; çara kör-: çaresini görmek; tedbir araştırmak; çara körböö : tedbir almama.
çarabzal-
çarapzel.
çaraçı
yardım, müzaharet eden.
çarakta-
= şarakta..
çaraıı
çoğun- çaran : hepsi birlikte, hepsi birden.
çaraça
l. sümük kabilinden muhatî madde; yeni doğan çocuğun tenini örten ince zar.
çarapzel
f. çakı.
çarasız
zaruret yüzünden, mecburen; carasız kondu : çaresiz, mecburen muvafakat etti.
çarasızdık
mecburiyet, çaresizlik; çarasızdıktan : mecbur olara. ça- resizlikten
çaray
(oroy sözıyle birarada) : oroy kozübüz çaray oturganda aytkın: hepimiz bir arada, toplu halde iken söyle.
çarayna
i.. f. zırh, cebe; nayza kirdi mılk' etip, çaraynası şılk etip folk. süngü şiddetle saplandı, zırh. (yani onun süngü saplanan kısmı) sarktı; altından sokkon çarayna folk. altından dövülmüş zırh. II = çarana.
çarba
I, l. iğelik (ekonomi); ayıl çarbası: köy iktisadiyatı; şaar çarbası : şehir iğeliği; tovar çarbası: çarbaçıhgı : köy iktisadiyatı, 2. da-varcılık iğeliği; 3. davarcı, hayvan yetiştiren kimse; dıykan bolsoñ basında bol; çarba bolsoñ, kaşında bol ats. : çiftçi isen ekin ekilirken orada bulun, davarcı isen, hayvanlarının yanında bulun! II = çorbo.
çarbaçı
ekonomi sahibi.
çarbaçıl
ekonomisiyle alakadar olan kimse.
çarbacılık
l. iğelik, ekonomi; ayıl çarkçılığı: köy iktisadiyatı 2 davarcılık iktisadiyatı; davarcılık.
çarbadar
f. davarcı.
çarbak
f. kale, etrafı hisarla çevrilen meskun mahal.
çarbı
ufak; çarbı mal : ufak hayvan.
çarcayıt
f. intizamsızlık; anarşi; mal carcavıt ketti : hayvanlar her tarafa dağılıp gittiler.
çarca-
l. yorulmak; 2. meç. ölmek (9-10 yasma kadar olan çocuklar hakkında
çarçañkı
bir parça yorulmuş, hafifçe yorgun.
çarçaş-
muş. çarça-dan.
çarçat-
yormak.
çarçatuu
işs, çarçat-tan.
çarçı
f. yahut tört çarcı : kare, murabba; çarcı metr : kare metre;çarçı boyluu : şişman ve kısa boylu; el çarcısın bil-: halkın haleti ruhiyesini bilmek; can tört çarçı bolup catkan kez : büyük meşgu- liyet ve uğraşma zamanı, harfiyen: canın murabbalaştığı zaman).
çarçıla-
boyunu, enîni denk olarak bükmek (diyelim, köşeleme bukii len mendil).
çarda-
l. kurbağa bağırmak; 2. kuğu kuşu ötmek; 3. malumat almak. vaziyeti yoklamak maksadiyle gitmek; el için çardap keldi : müşahede maksadiyle halk arasında dolaştı.
çardak
I, (Rad.) baraka. H, ak çardak : martı (kuş).
çardañda-
l. hareketlerinde şişmana benzemek: 2. meç. memnun, keyifli halde bulunmak.
çardañdas-
muş.çardangda-dan
çardañdat-
et. cardañda-dan.
çardarı
f. türlü ilaçların halitası, mü- rekkep ilaç.
çardat-
et. çarda-dan.
çardav-
kabarmak, şişmek; çardaygran kursak : şişkin karın.
çardoocu
. tar. vazifei. halkın refahı hakkında malumak edinmek üzere köyleri dolaşmaktan ibaret olan kimse.
çargıt
I, samimiyetsizlik; iğfal; doğru cevaptan kaçınma; çalırı turaf közündö, çargıtı turat sözündö folk, : yan bakıyor, sözünde aidatma vardır.
çargıt-
11 : söz çargıt- : lakırdısıyle insanın başını ağrıtmak; lakırdıyı başka mevzua çevirmeye çalışmak; çargıtpakm lafı başka taraf çevirme!
çarı
(kınnapla, şeritle) sararak bağlamak.
çarık
I = çarık l. çarık cip bk. cip. II = çarke.
çarıkta-
I, bileği taşı çarkında bilemek. II, nallanmamış atın tırnaklarını bir nesneye bağlamak, sarmak (taşlı yerde gezerken böyleyaparlar).
çarıktat-
et çarıkta- I, II den.
çarıktoo
bileği taşı çarkında bileme.
çarılda-
cıvıldamak; yaygara koparmak.
çarıldaş-
muş. çarılda-dan.
çarım
l. hayvan derisinin iç tarafın dairi elyaf lı tabaka 2. ufak veterler (adalelerin kalın sinirleri); (ette) sinirimsi elyaf; et çarım eken, tiş ötpöyt : et sinirli imiş. diş kesmiyor.
çarıt-
et. çarı-dan.
çarıyar
= : çaryar.
çark
I, f. çark: daire; bileği taşı çarkı; arabanın çarkı : araba tekerleği; çarkıñ kelbevt : gücün yetmez; hakkından gelemezsin; çark ur- es. (dervişler hakkında) : Al-lahın adım zikrederek dönmek (yakarış şekilleriden biridir) II, çark toktogon irik : büyümüş koç.
çarkar
f. l. kepek saklamak için bina; 2. (destanda) ev, mesken.
çarke
tek bir parça deriden dikilmiş olan ayakkabı.
çarkılda-
cıvıldamak; bağırıp çağırmak; şuur çarkıldayt : dağ sıçanı acı acı ses çıkarıyor.
çarkıldoo
cıvıldama; bağırıp çağırma.
çarkıra-
bağırmak (diyelim, bağırarak ağlayan çocuk veya Colaeus denilen kuş hakkında).
çarkırat-
et. çarkıra-dan.
çarpı-
çarpmak; at çarpıp başat : at önayaklarını ileri atarak gidiyor; at ayaklarını dik tutarak, ayakları dolaşmadan gidiyor; calın çarpıganday : alev tutuşmuş gibi.
çarpıl-
mut. çarpı-dan; azıraak cutka çarpıldık : bir parça cuttan (kırgından) mutazarrır olduk; (bk.cutl).
çarpış-
muş. çarpı-dan.
çarpışuu
çarpışma, müsademe (harp meydanında).
çarpıt
I, çala sözünün tekidir.
çarpıt-II
et. çarpı-dan.
çart
çatırtı; çatlama ses^'ni taklit; keskin, enerjik hareketi ifade eden taklit: cart tüv- : sağlam düğüm yaprak bağlamak; cart keş- : keserek koparmak.
çartarap
f. dört cihet; civar, yöre
çartılda-
gümbürdemek, gürlemek; kün çartıldap turat : gök gürlüyor
çartıldak
patlıyan ;çartıldak zatar : patlayıcı maddeler.
çartıldoo
gümbürdeme ; gürleme.
çaryar
f. yahut tört çaryar dn. : ilk dört halife.
çasaboy
r. kon. “çasavoy” : nöbetçi.
çasaboyçu
= çasaboy.
çaştaş
= çaçtaş.
çat
1. (iç taraftan) bacakların birleştiği yer;çatıñdı kere-kere bas : bir parça çabuk yürü ! ;sunun çatı :nehrin mansabı (daga ör. bk. suurul) ; 2. adım ; 3. dağın bir kısmının adıdır,el törgö çatka köçüp ketti : halk yukarıya, dağlara göçtü.
çata
kıyalı çata : hiddetli,öfkeli, çabuk kızan kimse.
çatak
niza,kavga,ihtilaf,nifak,şikak; çır- çataktı süygön kişi : kavgacı, talaşman kimse ; çatak konuşsiyasi es. : ihtilafları halleden komisyon.
çatakçıl
talaşman, kavgacı.
çataktaş-
lafla takılmak, muhalefet etmek; münazaa etmek, kavga, niza çıkarmak.
çataktaşuu
sözle birbirine takılma, çatışma.
çataş
ı,içinden çıkılmaz bir durum,karışık iş. ıı, 1. karışmak,karmakarışık olmak;intizamsız bir hale gelmek; 2. sayıklamak; tüşündö köp çataştı : rüyasında pek fazla sayıkladı.
çataştır-
karıştırmak,karmakarışık etmek,intizamsız bir hale komak;zihni teşviş etmek; ipin ucunu kaybettirmek.
çataşuu
1. içinden çıkılmaz durum; 2. sayıklama
çetekte-
katmerleştirmek; karmakarışık etmek ; işti çatektep aldı : işi karmakarışık etti.
çatektöö
mudilleştirme, karıştırma.
çatına-
çatırtı ile çatlamak.
çatınat-
et. çatına-dan
çatır
if. 1 : çadır; [*] ; kol çatır : el çadırı,şemsiye; 2. çatı ; saçak. ıı,çatırtı ; kov çatır dep ürktü koyunlar bağrışarak, ürektüler; çatır- çatur : devamlı çatırtı; gümbürtü.
çatıra-
çatırdamak ; takırtı yapmak.
çatıraş
f. satranç.
çatırat-
et. çatıra-dan
çatıray-
muhteşem bir görünüşe malik olmak ; parlamak; çatıraygan ak üy : muhteşem beyaz oba; çatıraygan kişi : mükellef elbiseler giymiş,kibar tavırlı adam.
çatırça
küçül. çatır i den .
çatırçalan-
saçakla örtülmek.
çatırla-
= çatıra-‘dan.
çatırluu
örtülmüş, çatılı (ev).
çatış
ı, mudil,karışık,müşkül; çatış masele mat. : mudil mesele
çatış-
ıı, çatallaşmak; karışmak (müdahale etmek) ; bir işe karışarak içinden çıkamaz hale gelmek:
çatkayak
atın art ayakların üst kısımlarının arasındaki yarık.[*]
çatıştır-
karmakarışık bağlama (diyelim, bir atın ayağını diğer atın ayağına bağlamak).
çatıştıruu
karıştırma,intizamsız bir duruma koma, zihni teşviş etme, ipin ucunu kaybettirme.
çatkı
: çatkı ayak = çatkayak
çay
ı, çay: kızıl çay:sert çay;taş çay: tablet biçiminde olan çay;"kök çay : 1) yeşil çay: 2) latince origanum denilen bitki; içine yağda kavrulmuş un ve çay menkuu dökülen sütten ibaret olan içecek; kara kaptal çay (forklorda) : bir çeşit çay ! ıı- kovun sürüsünü durdurmak veya geri çevirmek üzere çıkarılan ses; çay çayla : koyunlara bağırmak.
çayan
1. akrep; çayan közdüü : sarı : sarı gözlü; 2. yengeç ; 3. çayan tüvdüğme şeklinde düğüm bağlamak.
çavcıl
çay içmeyi seven, çay tiryakisi: mavda-çayda : hurda, ufak tefek ; mevda-çayda cumuştar ufak tefek işler bazı işler.
çaydav
bödöv-çayday : oyun esnasında birkaç kişi bir kişi üzerine her yandan saldırdıkları zaman söylenilen sözdür: bövdöy-çaydaykıl- mec: son derece heyecan veya şaşkınlık haline vardırmak.
çaydooz
= çaydos.
çavdos
f. su kaynatmak için kullanılan çaydanlık.
çayı-
çalkamak,yıkamak; cuup-çayıba ! : mec. kaçamak gösterme; lakırdıyı başka tarafa çevirme!
çayındı
(destanda) bir nevi üst giyim.
çayır
1. taze ( henüz yeni akmış) küknar sakızı (karş. : dabıykay) ; ağaç zamkı; kayırga çayır : iyiliğe karşı kötülük ; keme çayır bot. : yüksek dağlarda biten şeytan tersi ağacı : ferula ; reçine,kara sakız.
çayırda-
çam sakızı,reçine sürmek.
çayıt
asman çayıttay açık : gök büsbütün, temiz, açıktır, : uykusu (yahut közü) çay ttay açıldı : büsbütün uyandı; canlandı,: köñülün çayıttay açtı : pek şenlendi, neşelendi.
çeyiñği
= çayındı.
çayka-
1. çalkamak, sallamak ; baş çayka- : baş sallamak ; inkar etmek; muvafakat etmemek ; kımız çalkalamak karıştırmak karıştırmak ; 2. çalkamak ; yıkamak, temiz sudan geçirmek ; çöögün çavka- : çaydalığı çalkamak; kir çayka-: çamaşırı temiz sudan geçirmek yahut yıkamak; kalay çavka-: kalaylamak.
çavkaara
= çaykana.
çavkagıla-
it. çayka-dan ; başın çaykagılap : başını sallayarak.
çaykal-
çalkanmak sallanmak.
çaykalt-
it. çaykal-dan.
çaykaluu
çalkanma, sallanma.
çaykan
mut. çayka-dan; suuka çaykan- : suda yıkanmak,
çaykana
f çayhane, çayevi.
çaykaş-
müs. çavka-dan; atat baştarın çaykartı : atlar başlarını salladılar.
çaykat-
1. deprettirmek; sallatmak; 2. çalkatmak, yıkatmak.
çaykoo
isş. çayka-dan.
çaykor
f . = çayçıl.
çayla-
1. körleşmek; 2. iriñ çaylapketti : (yarayı) baştan başa irin doldurdu.
çaylaş-
müş. çayla-dan
çaylat-
et. çayla-dan.
çaylık
çay yerine kullanılan herhangi bir nesne; bir şeyin çay içmeye kafi gelecek mikdarı; bir çalık süt : bir defa çay içmeye yetecek kadar süt.
çayna-
çiğnemek, kulundu aygır çaynadı : tayı aygır ısırdı.
çaynal-
mut. çayna-dan.
çaynam
gereği gibi çiğnemiye kafi gelecek (yüyecek) mıkdarı ; bir çaynam sagız : bir defada ağza alınacak mikdara sakız
çaynaş-
1. müş. çayna-dan; 2. talaşmak (aygır yahut deve aygırları hakkında) .
çaynat-
çiğnemeye icbar veya müsaade eylemek.
çaynek
r. çay demlemek için çaydanlık.
çaynoo
çaynama; tiş barda taş çaynoo kerek, tiş tüşköndö aş çaynalmak emes ats. : diş varken taş çiğnemeli; diş dökülünce aş bile çiğnenmez.
çaypal-
çalkalanmak; sallanmak; dalgalanmak.
çaypalt-
çalkamak, çalkalamak, dalgalandırmak, sallamak.
çaypatuu
işs. çaypalt-dan.
çaypalaa
dalgalanma,sallanma.
çaypoo
sert başlı, sert ağızlı (at)
çaysıraak
= çayçıl.
çebelekte-
çebelekten- = çebelen.
çebelen-
çabalamak; aşırı telaş göstermek, : can atmak.
çebeñde-
= çepeñde-
çeber
eli uz kadın, iyi elişi yapan kadın.
çeberde-
dikkatlice, ustalıkla hareket etmek.
çeberlik
zanaatlarda uzluk, elişlerinde ustalık ; dikkatlilik ;çeberlik menen : ustaca uzlukla,incelikle.
çebiç
ikinci yaşına basan keçi.
çeç
ı, gözdeki misafir,leke, nokta,cataracte ; közünün çeçi bar : gözünde leke var. ıı, f. 1. harman yerinde çalışırken kullanılan beş parmaklı anadut; 2. es. ayıklanmış olan hububat, çeç. (yığın) baline konduktan sonra harman yerinde verilen ziyafet (ziyafet için oğlak kesilir); çeç soy-: çeç tertip etmek. ııı, 1. çözmek,düğümü çözmek; ötük çeç- : ayakkabı çıkarmak : ton çeç- : kürk çıkarmak; üy çeç- : keçeevi sökmek; töö çeçken bk. töö; 2. halletmek; mesele çeç-: mesele halletmek; tabışmak çeç- :bilmece halletmek ; kadrlar barlığın çeçet : kadrolar hepsini hallediyor.
çeçe
ana, anne (anlaşılan bu kelime kırgızların kazaklarla komşu olarak yaşadıkları yerlerde ancak kullanılmaktadır).
çeçek
çiçek hastalığı; çiçek aydagır! söv. :çiçekten geberesi !
çeçekçi
çiçek aşılayan.
çeçekey
yahut közdün çeçekeyi :göz bebeği, göz billürü.
çeçen
ı, 1. beliğ : söz ustası; 2. hakim (akıllı). ıı: kirpi çeken bk. kirpi.
çeçensi-
hatiplik,beliğlik taslamak.
çeçil-
mut. çeç- ııı ten ; çeçilip süylöş- : can ve gönülden konuşmak.
çeçim
karar : siyazdın çeçimderi kongrenin kararları; çeçim çığar-; karar çıkarmak.
çeçin-
soyunmak ; çeçinip işke kiriş- : işe azimle ve ciddiyetle girişmek: karar çıkarmak.
çeçindir-
soymak; soyunmaya icbar eylemek, :bulardı çeçindirbey kim ötkördü? : onlara soyunmadan geçmeyi kim müsaade etti !
çeçindirüü
soyma (esbabını çıkarma)
çeçint-
= çeçindir.
çeçinüü
işs. çeçin-den.
çekçin
aşikar, kat’i
çekçindik
azim,katiyet.
çeçkindüü
azimkar, halladici.
çeçkor
f. çeç’e davetli sıfatile iştirak eden ( bk. çeç ıı 2)
çeçtir
et. çeç ııı den .
çeçtirüü
işs. çeçtir-den.
çeçtüü
gözünde leke, göz misarifi olan.
çeçüü
1. çözme; 2. halletme; masele çeçüü : mesele halletme.
çeçüüçü
halledici, : çeçüüçü rol : kat’ i rol, : çeçüüçü uçur : kati an : çeçüüçü dobuş : bk. dobuş.
çeçüüsüz
halledilemeyen; çeçüüçüsüz tabışmak; halledilmez bilmece, muamma.
çedirekey
karaman karınlı (büyük karınlı zayıf cocuk hakkında).
çedireñ
= çedirekey.
çedireñde-
hareketlerinde kocaman karınlıya benzemek (çocuklar hakkında).
çedirey-
öne doğru çıkmak (arık çocuğun yahut arık gebe kadının karnı hakkında); çedireygen : büyük karınlı (fakat zayıf).
çedireyt-
et. çedirey-den.
çeen
yabni yırtıcı hayvanın kışın uyuduğu mahal, in ; çenge kim yahut çenge korgolo- : ine girip yatmak,ine çekilerek derin kış uykusuna yatmak.
çege
çivi, çivicik; köz çege : kalpağı kalkık olan çivi.
çegedek
küknar dalı ; kuu çegedek : kuru küknar dalı.
çekedektüü
dallı budaklı; ( küknar hakkında).
çeger
ıbk. mık.
çeğer
ıı, hesaplamak, hesap yapmak; ala turgan akıma çegerdim : alacağıma saydım.
çegerüü
hesaplama, sayarak çıkarma.
çegin-
gerisin geri gitmek,çekilmek.
çeğindir-
et. çeğin-den; köngül çegindir-: gönül kırmak.
çeğiniş-
müş. çegin-den.
çeginüü
çekilme, ricat.
çegir
çegir bayan yahut çekir bayan mit.: kuşlar (hele alıcı kuşlar) hamisi ; bay çegir: kancıgaluu kara señseñ (bk. señseñ); kuu çegir: karakuş nevilerinden biri.
çegirtke
1. çekirge; 2. cırlak (ocak çekirgesi); çeğirtkedey kara: curlak gibi siyah; 3. ekinleri harabeden iri çekirge; cegirtkeden korkkon egin akpes ats.: kurttan korkulursa, ormana gitmemeli (harfiyen: çekirgeden korkan ekin ekmez).
çeğirtkeç
(doğan cinsinden latince falco vespertinus denilen kuş)
çegiş-
müş. çek- ııı ten; er çegişpey bilişpeyt ats. : yiğitler ima kinaye ile bir parça konuşmadan tanışamazlar.
çek
ı, hat (sınır), hudut; çek koy- : hat koymak ; tahdit eylemek; çekten aşık : hattan aşırı; çek ara : sınır (iki ülke arası); çek aralık : hudut boyundaki; çek aracı : hudut muhafızı. ıı, r. çek (banka havalesi).
çek-
ııı, 1. çekmek; sürüklemek; azap çek- : azap çekmek,ıstıraba katlanmak; sapar çek- : sefere, yola çıkmak; seyahat etmek ; tameki çek- : tütün içmek; 2. ucunu vurarak kırmak; cumurtka çek- : yumurtanın ucunu vurarak kırmak; 3. (soruştururken) yalnız imalarla, kinayelerle konuşmak, ihtiyatlı kareket etmek; çegip suratı kör : ihtiyatlıca (imalarla) soruşturup bak ! ; 4. tegirmen çek- : değirmen taşı yapmak; 5. hayvanı koşmak.
çekçeñde-
mühim ve ca’li tavırlar takınmak.
çetkey-
1. ehemmiyetli ve müstakil gözükmek; 2. hayretten fırlamak (gözler hakkında) ; dalay közüng çekçeyer : daha birçok nahoş şeylere katlanacaksın, daha birtakım nahoş şaşılacak şeyler göreceksin.
çeke
şakak gözüstü; tebeteyin çekesine kıyşayta kiydi : kalpağını şakağına doğru eğriltti; ak çeke : alnında beyaz yıldızcığı (akıtması) olan; kök çeke : alnındaki beyaz yıldızcığı (akıtması) bembeyaz olmuyan kak çeke : çocuklar aşık oyununda daima kazanan oğlanı imrenerek böyle tesmiye ederler; kızıl çeke bolup uruş- : kan akıtırcasına dövüşmek, amansız bir surette dövüşmek; çeke cılıt mec. : memnun etmek, eğlendirmek.
çekele-
kenardan hareket etmek.
çekeleş-
çekişmek, kavga etmek, dövüşmek.
çeken
geniş yapraklı su kamışı; typha.
çekende
1. külü enfiye ihzarı için yarıyan bir çalının adıdır. : 2. cerçekende = çelgür.
çekene
f. küçücük; ehemmiyetsiz ; kısmi, : çekene ayıl : küçük köy; çekene iş : küçücük cüzi iş; çekene emes : küçük ehemmiyetsiz olmıyan.
çeker
f. tezgahdar.
çekey-
= çekçey-.
çekez
f. = tuur.
çeki
f. yanlış; kötü,fena ; bu kılganıñ çeki : sen bunu beyhude yaptın, fena hareket ettin.
çekildek
susen çiçeği,iris.
çekilik
yanlışlık, namünasip hareket, pot kırma.
çekir
1. gözdeki misafir, nokta; közü çekir : 1) gözünde misafir,leke var ; 2) çakır gözlü; 2. çekir bayan bk. çegir.
çekit
nokta [*] ; koş çekit : çift nokta ; köp çekit : çok nokta ; çekit ütür : yahut ütürdüü çekit : noktalı virgül.
çekkiç
yahut nam çekkiç, yufkada küçük delikler açmaya yarayan aygıt.
çekmen
= çepken.
çeksiz
haydutsuz,sınırsız, : hudutsuzca, sırsızca ;çeksiz monarhiya : tehdit edilmemiş monarşi.
çeksizdik
hudutsuzluk, sınırsızlık.
çekte-
tahdit eylemek.
çektel-
tahdid edilmek; iktifa etmek.
çekteliş-
müş. çekte-den.
çekteş
ı, hudut boyundaki ; bitişik; müşterek hududa malik olan ; çekteş el : komşu kavim.
çekteş-
ıı, müş. çekte-den.
çektet-
et. çekte-den.
çektir-
et. çek- ııı ten; tameki çektir- : tütün içirmek.
çektöö
tehdit etme ; iktifa ettirme.
çektüü
1. mahdut : 2. mat. nihai.
çel
ı, 1. hüceyrat nesci; hayvan derisinin iç yanındaki zar; çiptin çeli : ipliğin prüzü ; 2. gözdeki misafir ; közün çel bagtı yahut közünü çel çabıldı : gözünde misafir belirdi. ıı, çekmek, boynunuzu takarak bir yana çekmek (başlıca öküz hakkında).
çelde-
1. deriden yahut bağırsaklardan et ve yağ kazımak ; deri altındaki zarı koparmak; 2. düğümcüklerden ve pürüzlerden temizşeyerek ipliği perdahlamak.
çeldöö
işs. çelde-den.
çelegey
semiz ve şişkin karınlı.
çelek
1. ağaç kova ; fıçı (karş. çaka ıı) ; başım kızıl çelek kan bolgon : başım kan içindedir; sıya çelek : hokka ; 2. arı kovanı ; 3. poyra (tekerlekte).
çelekçi
yahut bal çelekçi : bal arısı besleyen, arıcı.
çeley-
1. patlamak ve akmak ( göz hakkında) ; 2. şişman ve şişkin karınlı gözükmek ; kardı çeleygen : büyük karınlı.
çeleyt-
et. çeley-den.
çeliş-
boynuzlarıyla kapışmak; süsümsek, tos vuruşmak, dalaşmak (öküzler hakkında).
çelisüü
işs. çeliş-ten.
çelit-
et. çel- ıı den.
çelkey-
büyük karınlı olmak (şişman kimse hakkında : kars. çedirev-) ; kardı çelkeyip turat : onun (şişman adamın) karnı sarkık duruyor.
çelkeyt-
et. çelkey-den, : kardın çelkeytip : şişkin karnını öne doğru çıkararak.
çelpek
bir nevi kaygana.
çelüü
işs. çel- ıı den.
çemen
hastalık; hasta; emine çemeniñ bar? : hastalığın nedir? ; çemen aktır ! : çemen vurası !
çemende-
hasta olmak, hastalanmak ; çemendep kalıptır : hastalandı, rahatsızlandı.
çemendet-
hastalanmayı, rahatsızlanmayı mucibulmak.
çemirçek
1. bir bitki adıdır, : 2. kıkırdak (gudruf) ; 3. sidik tutulmasına s,da sebebiyet veren bir at hastalığı.
çen
ı, 1. yer (mahal) ; ayrıldın orta çeninde : köyün ortasında, : 2. zaman, an ; tüş çende : öyleyin ; 20 avgust çenderde : ağustosun yırmılerınde ; martın orta çeninde : martın ortalarında ; 3. ölçü ; eni çeki çok bk. en ı. ıı, yan cihet; çenime kelbe yahut çenime colobo ! : bana yaklaşma, semtime uğrama ! ; çenine colotboyt : yanına yaklaştımıyor, yanaştırmıyor. ııı, r. (çin) omuzluk epolet.
çençi
1. bk. kaykool; 2. kon arazi ölçen mühendis, topograf.
çende-
yaklaşmak, yakına gelmek :,
çendeş-
yaklaşmak ; sıraya gelmek ; bölök koyğo çendeşpey kaytar : (koyunları) başka koyunlara yaklaştırmadan otlat, güt !
çendeştir-
et. çendeş-ten.
çendeşüü
işs. çendeş-ten.
çendet-
yaklaşmaya müsaade etme kendisine yaklaştırmak; canına çendetpeyt : yanına yaklaştırmıyor.
çene-
ölçmek, ölçü almak; denkleştirmek ; çenebey : ölçüsüz, hesapsız, çok.
çenegiç
ölçme aleti ; burç çenegiç : gönye (köşe ölçme altei).
çenel-
ölçülmek,denkleştirilmek.
çeneliş
ölçme.
çenem
ölçü, norm; toluk çenemde tam ölçüde, tam hacimde.
çenemdüü
denkleştirilmiş; tahdid edilmiş, mahdut.
çeñgel
f. 1. (yırtıcı kuşun ) ayağı, pençe, çengel ; 2. tencerede pişmekte olan eti çevirme (ucunda demir çengelleri olan değnek).
çeñgelde-
kapmak, pençelemek.
çeñgeldeş-
müş. çeñgelde-den.
çeñgeldet-
et. çeñgelde-den
çenönük
= çinöönük.
çenöö
ölçme; denkleştirme.
çenööç
1. ölçücü, takdir edici ; 2. kıstas.
çep
1. barıkad; set ; küçük ve tek başına duran istihkam siperi ; 2. hali ; sığınak.
çepeñde-
yerinde rahat oturmayıp, haşarılık etmek ; yaranmak maksadıyla telaş etmek.
çepilde-
telaş etmek (kısa boylu sıska adam hakkında).
çepken
1. iğne ardı dikilmiş (sırılmış) bir nevi erkek üst giyimi (kaba sarılmış olan) dir, ki şayak ( cuha ve s. gibi ) kalın kumaşla örtülmüş olur ; 2. çuhadan astarsız kaftan.
çer
ı, 1. bir fena şişin adıdır ; kugasında çeri bir : 1) karın nahiyesinde katı şişi vardır; 2) mit. ruhunda ağır bir derdi vardır ; çerkursak : büyük kursaklı ; 2. keder, ıstırap, can sıkıntısı; çer caz- : can sıkıntısını gidermek ; çer bayla- : kederlenmek, gam çekmek. ıı, koyu orman, içinden geçilmez çalılık; kalıñ çer karağay : içinden geçilmez çam ormanı.
çerben
= çervon ; beş çerben : beş çervon : elli ruble.
çerdegey
= çidiregey.
çerdek
büyükçe karınlı.
çerdeñde-
= çedireñde-
çerdey-
1. kabarmak (karın hakkında) ; 2. karnını öne doğru çıkararak, kurularak yürümek (büyükçe karınlı kısa boylu adam hakkında).
çerdüü
1. katılaşmış şişi olan ; çerdüü çara ; katılaşmış şişle beraber yara ; 2. dertli, gam çeken, kederlenen.
çerik
f. (krş. çerüü) : asker (er) (başlıca, çin askeri, muharibi) [*].
çerikçi
= çerik.
çert-
fiske vurmak ; komuz çert- : kobuz çalmak.
çertigiy
= çertik.
çertik
kabarık, şişkin (karın hakkında).
çertil-
mut. çert-ten ; tereze akırın çertilet- : pencere yavaşça vuruluyor.
çertiş-
hep beraber fiske vurmak.
çertişmek
fiske vurma oyunu oynamak ; çertişmek oynop kalalı folk : fiske vurma oynayalım.
çertkile-
it. çert-ten.
çertmek
ordo (bk. ordo 3) oyununun bir safhasıdır ki bunda oyuncu dairenin içine girer ve aşıkları vurup çıkarır.
çertmekçi
( ordo oynarken, bk. ordo 3) 1. dairenin içinde bulunarak, aşıkları vurup çıkarmak hakkında malik olan kimse ; 2. ordo oynayan.
çerttir-
et. çert-ten.
çerüü
f. (krş. çerik) asker (nefer) ; ordu ; sefer (harbe gidiş) ; çerüü,gö attan- : sefere (muharebeye gitmeye) hazırlanmak ; caman, çarmanın kızuusu menen, çerüügö attanat ats. : budala, arpa çorbasının teri ile harp seferine hazırlanır ; kara çerüü tar. : seçimler sırasında eskilerin adaylarına (namzetlerine ) muzaheret eden zümre; ak çerüü tar. : yeni namzetler gösteren zümre.
çervon
r. çervonets (10 rublelik rus lirası).
çes
r. çes ber- : askerce selam vermek.
çet
1. kenar, uç ; çetkerek : bir parça kenara ; bir parça kenara yakın ; çetinen kolhozcu : baştan başa kolektifçidirler ; arı çeti : 1) (onun) öteki kenarı ; 2) çoğay, azami ; maximum ;beri çeti 1) bu kenarı ; 2)azay, asgari, minimum ; çete kal- : bir yanda kalmak; çet element : yabancı unsur ; çetin çıkar- : ima etmek ; 2. hudut ötesi; çet el : ecnebi devlet, sınır ötesi.
çetin
üvez ağacı; çetin kişi : inatçı adam.
çekti
1. kenarda bulunan, kenardaki, uçtaki; 2. hudut dışındaki.
çette-
bir kenardan gitmek; bir yana çekilmek; sapmak; uzaklaşmak ; kendini yabancı hissetmek; özü ele çettep cüröt : kendisi yabancı gibi davranıyor.
çettet-
bir kenara etmak; uzaklaştırmak, bertaraf etmek; toskooldordu çettet- : engelleri bertaraf eylemek; özün özü çettetti : kendini yabancı yerine koydu.
çettettüü
bir kenara atma; uzaklaştırmak, özün özü çettetüü : kendi kendini uzaklaştırma.
çeyin
(hudut, sınır gösteren ektir) dek, değin, kadar : bul ubakka çeyin : bu vakite kadar ; bügüngö çeyin : bugüne dek, bu vakite dek; saat birge çeyin : saat bire kadar, üygö çeyin : eve kadar.
çeyrek
f. 1. dörtte bir ; çeyrek; es. “funt” ‘un dörtte biri [*] ; 2. hububat ölçüsü vahidi kıyasisi ; 3. ders yılının dörtte biri.
çeyşembi
f. salı.
çı
(türleri : çi, çu, çü) : bir ektir. ki şunları ifade eder : 1) sual : mençi? : ben yok mıyım? ; benim hakkımde ne denir; ; atamçı? : fakat babam? ; 2) alçı! : alsana! : ; 3) (conditionnel şekli ile kullandıkta) esef, pişmanlık : barsamçı ! : keşke varsaydım !
çıbar
= çaar.
çıbı
bozdoğanın veya atmacanın yavrusu.
çıbık
çubuk, küçük çubuk, kesilmiş dal ; köyöö çıbık ve aça çıbık (ağın bir kısmı) : iki tane çubuktur ki , bunların arasına yem bağlanır; çıbık kırk yahut çıbık karma- es. : and içerken çubuğu parça parça etmek (andın bozulmazlığının remzi olarak) ; son ve bozulmaz bir (hakim) kararı çıkarmak; çıbıktay kırkılıp kalalı (eğer ahdı bozarsak) çubuk gibi parça parça olalım.
çıbın
= çımın.
çıbır
küçük tepe; çıbır taş : ufak taş, çakıltaşı.
çıbıra-
kaynaşmak (ufak tefek nesneler hakkında).
çıbırat-
et. çıbıra-dan; altımış celeming kulun çıbırata bayladı folk : altmış kazığa bin kulun (tay) bağladı.
çıbırçık
bir nevi ördek.
çıbırtkı
ince kırbaç.
çıcılda-
cızıldamak, cızırdamak (diyelim, ateşe düşen yağ hakkında).
çıç-
avm. sıçmak.
çıçıla-
ıı adamakıllı kızmak, kendinden geçmek.
çıçalakta-
= çıçala- ıı.
çıçalat-
kızdırmak, kızıştırmak.
çıçalatuu
işs. çıçalat-tan.
çıçañ
keçinin kuyruğundaki kemik çıkıntısı ; çıçañ ata bk. ı.
çıçay-
dışarıya doğru sarkmak,dışarıya doğru çıkıp durmak ; çıkaygan kıstalak : şaka olarak serçe parmağa böyle denir.
çıçayt-
dışarıya sarkmak ; murutun çıçaytıp koydu : bıyığını yukarıya doğru kıvırdı; kuyruğun çıçaytıp : kuyruğunu dikerek.
çıçalatun
işs. çıçalat-tan.
çıçayuu
dışarıya çıkıp durma.
çıçır-
1. et. çıç-tan ; 2. mec. korkutmak.
çıçırkanak
latince adı hippohearhanoides olan bir bitki, çırganak otu.
çıçırkay
masarika (bağırsakları yerli yerinde tutan içyağı zarı) (anat.) ; çıçırkay may : masarikadaki yağ.
çıçkak
amel, içsürme.
çıçkakta-
amelden müstarip olmak.
çıçkaktat-
içsürmeyi mucibolmak.
çıçkan
1. fare, sıçan ; sokur çıçkan : “kör sıçan” : spalacidae (kemirice küçük bir hayvan) ; arıs çıçkan ; kakım, as ; sarı çıçkan (latince adı spermophilus olan bu sıçana şimal ve şark türk lehçelerinde “yumran” yahut “şumran” dahi denilmektedir, m.) tıyın çıçkan : sincap ; momoloy çıçkan : köstebek, talpa; 2. hayvan adlarına dayanan on iki senelik cyclique (devri) takvimde birinci yılın adıdır sıçan yılı.
çıçkı
sabırsızlık, sabırsızlanma.
çıçkılan-
gayet sabırsızlık göstermek, sabırsızlıkla beklemek.
çıçkılık
ıyğılık sözünün tekidir.
çıçkıluu
sabırsız, acül, ivecen.
çıçkuluu
= çıçkıluu.
çıda-
tahammül etmek, katlanmak, dayanmak ; çıdap turğusuz : tahammül edilmez dayanılmaz.
çıdam
sabır, tahammül ; çıdamı çok : tahammülsüz, dayanılmaz.
çıdamduu
sabırlı, tahammüllü.
çıdamkay
tahammüllü, sabırlı; tahammül, sabır; ısıkka çıdamkayı çok : sıcağa tahammülü yok.
çıdamkaylık
sabırlılık, tahammüllülük; metanet, kendine hakim olmak : bolseviktik çıdamkaylık : bolşevik metaneti.
çıdamsız
1. tahammülsüz; 2. dayanıksız ; taşınmaz; 3. tahammül edilmez; çıdamsız aval : tahammül edilmez vaziyet,ahval.
çıdamsızdan-
sabırsızlanmak.
çıdamsızdant-
et. çıdamsızdan-dan.
çıdamsızdanuu
sabırsızlanma.
çıdamsızdık
sabırsızlık, tahammülsüzlük.
çıdat-
et. çıda-dan ; çıdatpay ooruyt : tahammül edilmezcesine ağrıyor; ooru çıdatpadı : ağrıya tahammülü yok ; kayratım çıdatpadı : sabredemedim, dayanamadım.
çıgaan
mümtez, tanınmış, ileri gelen : çıgaan çeçen : ileri hatip.
çıçala
ı, yanan odun kütüğü.çıgaan külük : belli başlı yürük at.
çıgan
çıkılır yer.
çıgar-
ı bk. çık ııı. ıı sürüp çıkarmak ; yükleyip çıkarmak ; salıvermek ; çıkarıp almak; işten çıgar. : işe yaramaz hale koymak; kitep çıgar- 1) kitap yazmak; 2) kitap yaymak (neşretmek) ; kızmattan çıgar- : işten çıkarmak, yol vermek ; bölüp çıgar- : ayırıp çıkarmak; emçekten çıgar- : bk. emçek; uruş çıgar- : dövüşe önayaklık etmek.
çıgarıl-
sürüp çıkarılmak, atılmaya mahkum olmak. atılmak; yol verilmek" partiyadan çıgarıldı : partiden atıldı; ekinçi otodan çıgarılgan : zararlı otlardan ikinci defa ayıklanmış.
çıgarılış
ortaya koyuluş; prıtsentsiz çıgarılış : faizsiz çıkarılış (istikraz hakkında).
çıgarma
1. eser, telif; cazuuçulardın çıgarmaları : muharrirlerin eserleri; el çıgarması : halk eseri, halk icadı; çıgarmanın cıynağı : eserler topu (mecmuai asar); 2. üreti, istihsalat, mahsulat.
çıgarmaçılık
icat; el çıgarmacılığı : halkın yaratma kuvveti körküm çıgarmacılık : sanatta yaratma kuvveti.
çıgart-
ı çıkarma, çekme, içeriden alma, çıkarma; közüñdü çıgart kılba; : kendini gözden mahrum etme; ıı et. çıgar- ıı den.
çıgaruu
çıkarma, çekip çıkarma; karar; mesele çıgaruu mat. : mesele halletme; çıgaruu türü mat. : halletme şekli; kızmattan çıgaruu : işten çıkarma, yol verme.
çıgaşa
ziyan,noksan (hayvanların eksilmesi); çakşıdan caman tuulsa— çıgaşa, camandan cakşı tutulsa—kireşe ats. : iyiden iyi doğarsa ziyandır,kötüden iyi doğarsa kazançtırç
çıgaşaluu
eksilmek üzere bulunan; çıgaşaluu malga eesi baş ats. : hayvanlar sahibinin kusuru yüzünden eksilmeye yüz tutuyor.
çığdan
çiğden yapılan perde (bk. çiy ı); bu gibi perde ( oba methalinin sağ tarafından) kadınlar kısmında bulunur, ki onun arkasında mutfak kap kaçakları ve erzak muhafaza olunur.
çıgıl-
mut. çık-ııı ten; köp colu talkuulanıp çıgıldı : birkaç defa muhakeme edildi.
çığım
1. masraf, eksilme; baştan çığım boldu : adam öldü; maldan çığım bolgon çok : hayvan eksilişi olmadı; 2. tar. bir memurun ziyafetler için harcadığı masrafları kapatmak için ahaliden para toplaması, yahut bu maksat için toplanılan para (bunu ahaliye manap yükletirdi); çıgım sal- : çığım yükletmek, vergi tarhetmek; çığım tart- : vergiler ve rüsumları ödemek; eki üydün çıgımın tartıp cürgön : iki ailenin vergilerini ödemiş.
çığımdan-
para harcamak, masrafa katlanmak.
çığımdar
k-f. sarfedip bitirmiş harcayıp tüketmiş (servetini harcayıp bitirmiş)
çıgımsız
gamsız, kaygısız; bir parça tembel; eñele çıgımsız ciğit ekensiñ : pek fazla gamsız delikanlı imişsin.
çığımsızdık
gamsızlık, kaygısızlık.
çığın
= çığım.
çığındı
ihracat, export.
çığırık
pamuk temizlemeye yarar el makinesi, çıkrık.
çıgış
ı, 1. çıkış; çıgış jurnalı : çıkan evrak defteri (sadire); çıgış ulandı : gram. ablatif (mefulün anh); 2. doğru (şark); çıgış taanuu : şarkı öğrenme (tetkik); 3. tabası (tabı); 10" çı çıgış : 10 uncu tabı; 4. huruç (muhasara altında bulunan askerin hucum maksadıyla çıkışı); tap duşmandarının çıgışı : sınıf düşmanlarının çıkışı (hurucu).
çıgış-
ıı müş. çık- ııı ten.
çıgışuu
uzlaşma (compromis).
çıguu
çıkış, yukarı çıkış; eski adatan çıguuga ubakıt cetti : eski adetlerden vazgeçme zamanı geldi.
çık
ı, 1. nem; 2. kuşbaşı et parçaları üzerine dökmek için hazırlanmış olan et suyu; 3. yemeğe çeşni vermek için kullanılan tuzlu et suyu. ıı, onomatope (taklitlik söz) dir : çık et- : çıt etmek.
çık-
ııı (dışarıya yahut yukarıya hareketi ifade eden fiildir) içeriden dışarıya varmak; arkadan öne doğru hareket etmek; yerinden oynayıp görünecek bir duruma gelmek; yukarıya tırmanmak, yükselmek, yayılmak (ses hakkında) : üydön çıktı : evden çıktı; eçege yahut eçe çaşka çıktıñ? : kaç yaşındasın? ; on beşke çıgar-çıkpas çaşında : on beşine ya basmış ya basacaktı; kün çıktı : güneş doğdu; çıgaçka çık- : ağaca tırmanmak, toogo çık- : dağa yükselmek, çıkmak; kıştan çık- : kış geçirmek; mesut bir kış geçirmek; coldon çık- : yoldan çıkmak, sapıtmak; orundan çık : doğru, haklı çıkmak; duşmandarın oylogon oyu orundan oyu orundan çıkan cok : düşmanların düşündükleri, kurdukları doğru çıkmadı; kabinen çıkpayt : onun sözünden çıkmıyor,sözünü dinlemezlik etmiyor; aytkan cerden çık- bk. ayt. ııı; emçekten çık bk. emçek; çır etken ayaldın ünü çıktı : kadının çığlığı duyuldu; çık ! : hoşt ! (köpeğe haykırma); teşkerip çık- : tetkik etmek,yoklamak okup çık- : (başından sonuna kadar yahut muayyen bir miktarı) okuyup bitirmek; karap çık- : (başından sonuna kadar) gözden geçirmek; çıga kalış : çıkış; yola koyuluş; köpüröödön çıga kalıştagı : köprüden çıkış yerinde bulunan; biz dağı bir tilegingizge çıgarbız : bir zaman biz de bir işinize yararız; çıgar : belki, galiba, tahmin etmeli; kelgen çıgar : gelmiş galiba; bar çıgar : var galiba.
çıkanak
dirsek; çıkanak söögü : dirsek kemiği.
çıkanakta-
dirseklerle dayanmak.
çıkanaktoo
işs. çıkanakta-dan.
çıkçırıl-
kabarmak (kurulmak) mağrur bir tavırla gezmek; tebeteydi çekege şilep koyup, çıkçırılıp cüröt : kalpağını şakağına indirerek, kabararak dolaşıyor.
çıkçıt
ense kemiğinin nutu halemiye (apophyse mastoide’e) yakın olan kısmı.
çıkçıy
ı = çıkçıt.
çıkçıy-
ıı şık olmak,parlak olmak.
çıkı
bıkı sözünün tekidir.
çıkılda-
1. şaklamak; tiz ve keskin ses çıkarmak; takırdamak (diyelim, saat, telgraf aleti hakkında); 2. taş çatlamak (çok soğuk olmak); çıkıldagan ızgaar : şiddetli soğuk.
çıkır-
seslenmek, çağırmak.
çıkırçuu
çağıran, çığıran.
çıkıroon
şiddetli ayaz; taş çatlatan soğuk; pek fazla üşümek; kün çıkaroon tartıp turat : hava çok soğuyor, ayaz şiddetleniyor (kışın açık havada).
çıkırt-
çağırtmak, çığırtmak.
çıkıy
ense kemiğiyle şakak kemiğinin birleştiği yer.
çıkıyla-
(şakaktan bir parça yukarı) kafatasına vurmak.
çıkkın
hiyanet, ihanet.
çıkkınçı
1. hedefi gösterici (hırsızlarda); 2. hain.
çıkkınçılık
ihanet.
çıkkıs
çıkmayan; asla çıkmayan; köngüldön çıkkıs oy : fikrisabit, idee fixe.
çıksız
(karş. çık ı) çıksız söz : manasız söz, saçma; çıkısz sözdü aytat : saçmalıyor.
çıkta
ı, 1. tayın yularının aşağı kısmıdır, ki teek (bk. teek ı) onun üzerinde takılı bulunur; 2. ufak tayları teleye (bk. cele ı) bağlamaya yarayan kısa ip ; 3. = çığdan.
çıkta-
ıı, bir yiteceğin üzerine et suyu dökmek.
çıktat-
et. çıkta- ıı den; çıktatpayet cedir- : üzerine et suyu dökülmeyen halis et yedirmek.
çıktoo
bir yiyeceğin üzerine et suyu dökmek.
çıla
ı, çamur; ötük çıla boldu : çizme çamuru bulaştı; attın çılası : gübre yerinde kullanılmak üzere biriktirilen at idrarı, gübre suyu.
çıla-
ıı karıştırmak, çalkalamak; gizlice, hafifçe karıştırmak; su ile karıştırmak; bok çıla- : tezek karıştırmak (kerpiçler için).
çılaluu
çamurlu, pis; çılaluu cer : çamurlu, gübre suyu ile pislenmiş yer.
çılan-
ıslanmak, adam akıllı ıslanmak; nemlenmek.
çılapçın
(demir) leğen.
çılbır
yular, dizgin; moynuna çılbır saldı mec. : tam bir mutavaat gösterdi, galibin merhametine teslim oldu (harfiyln : kendi boynuna yular taktı).
çılbırda-
(başkasının binek hayvanını) dizgininden yakalamak.
çılbırdaş-
müş. çılbırda-dan.
çılbırdoo
işs. çılbırda-dan.
çılbırla
= çılbırda-.
çıldırat-
(rad) = şıldırat.
çılga
= çırga.
çılgıy
sepilenmemiş yahut ıslanmış deri; çılgıy kayış : çiğ deriden yapılan adamakıllı ıslanmış kayış; çılgıy kalp : halis yalan.
çılgoo
ayak sargısı ; çılgoobay : hiçbir işe yaramayan,paçavra (insan hakkında).
çılgoobay
bk. çılgoo.
çılık
eski kırgız hayatına ilişişi olan her şey (kırgızcılık sözünden kısaltılmış olması muhtemeldir); çılık çolu menen : kırgız adeti üzerine.
çılım
f. nargile; tömbeki.
çılk
halis, mahlut olmayan ; baştan başa, yalnız, munhasıran; çıynalışta çılk ele çaştar boldu : toplantıda munhasıran gençler bulunuyordu; çılk cetim : tam öksüz ( hem anası hem babası bulunmayan yetim); çılk ezilgen gedey : son derece fakir; çılk altın : saf altın, altın külçesi, halis altından olan; el çılk uygura kirgen kezde : herkes uyuduğu zamanda; üydün için karañlık çılk bastı : odanın içini tam bir karanlık bastı; çılk oron- : baştanbaşa örtülmek; çılk ıldıy tüştüm : dik yokuştan aşağı indim.
çılkılda-
= çılpılda-.
çılkıldaş-
müş. çılkılda-dan.
çılmır
(rad.) = çılbır.
çıplak
1. çapak (gözde); çılpagın aarçıymın dep, közün çukugan ats. : gözündeki çapağını temizleyim derken gözünü çıkarmış; 2. mec. pislik, murdarlık; çılpagın çıgardı : bütün pisliğini meydana çıkardı.
çıplakta-
çapaklanmak (gözler hakkında).
çılpaktat-
et. çıplakta-dan.
çılpılda-
çamura basıldığında “cılp cılp” diye bir ses çıkmak.
çım
ı, kesek; çım köñ : bataklıklardaki çürük ot kökleri (bunun mühtelif nevileri aşağıdaki isimleri taşırlar : karagöl kırgızlarında : ormok, çormok, kara şıgay, sarı şıgay, kanıkey balpıldak; cumgal kırgızlarında ise : surançı sakal, barakan başı, sarı şıgay, korolu balpıldak). ıı = çılk; çım ak : halıs ak. ııı, çimdik; etim çım ele dey tüştü : çimdikten etim acıdı.
çımçı-
çimdikleme; çımçıp is- : azar azar içmek (yemek); yemek hususunda tutumlu olmak.
çımçıla-
çimdiklemek.
çımçılaş-
birbirini çimdiklemek.
çımçılat-
et. çımçıla-dan.
çımçıloo
çimdikleme.
çımçık
(karş. : kuş, ilbeesin) her türlü ufak kuş; çımçık özün kuş oyloyt ats. : kuşcağız kendini alıcı kuş sayıyor; ala moyun çımçık : bir kuş adıdır (harfiyen : ak boyunlu kuş); albagan kuştan ala moyun çımçık artık ats. : ak boyunlu kuşcağız, avalmayan alıcı kuştan yeğdir.
çımçım
üç parmak ile alma; çımçım çaç : bir tutam saç; çımçım buuma, bk. buuma.
çımçuur
kerpeten; maşa.
çımılda-
1. hızlı hareket etmek, alabildiğine koşmak; 2. çabalekey (bk.) oyunda para cezası ödemek.
çımıldak
çığırtkan (kuş).
çımıldat-
et. çımılda-dan.
çımıldık
= köşögö.
çımın
1. sinek ; kara çımın : bir nevi sinek (harfiyen : kara sinek); kaşka çımın : bir nevi sinek (harfiyen : kel sinek); tööğö çımın tiydi : deveye sinek saldırdı ( guya ya burun deliğine yahut kulağına sinek girmesinden husule gelen bir deve hastalığı); çımın çakkança bilinbedi : hiçbir ağrı sezilmedi (sinek ısırması kadar ağrı bile hissedilmedi); çımın kuyun bk. kuyun ı; çımını bar : şamanlık istidatlarına malik; çımını tüşkön bakşıday burkuldayt : cezbe halindeki saman gibi feryat ediyor; çımınıñdı kagıp alarmın ! : burnumak (şaman hakkında); çımını kakılgan bakşı : şamanlık istidatlarından mahrum kalan şaman ; çımınıñdı kagıp alarmın ! : burnunu kırarım ! ben sana gösteririm ! ; közünün çaar çımın uçtu : gözlerinden kıvılcımlar saçıldı; 2. ruh, can.
çımındık
(rad., v) = köşögö.
çımır
muhkem, dayanıklı; sık; tıknaz, sağlam adam; ımır-çımır bk. ımır.
çımıra-
1. derinin üzerinde karıncalar yürüyormuş gibi bir kaşıntı, gicişme hissolunmak; butu çımırap ketti : bacağı karıncalandı; 2. unutmak, mahcup olmak; çımırabay : vicdan azabı duymadan; buga kimdin beti çımırar eken? : bundan kim mahcup olacak acaba ? ; beti çımırabastan akmın deyt : hiç vicdan azabı hissetmeden kabahatsizim diyor.
çımıran-
gerinmek.
çımıranuu
işs. çımıra-dan.
çımırat-
et. çımıra-dan; betin çımırat- c: mahcup etmek (başkasını).
çımırkan-
1. gergin ve heyecanlı olmak; enerji toplamak; çımırkangan küçtüü bilek : gergin kuvvetli kol; 2. şiddetle dayanmak ; ıkınmak, bürküt kanatın çımırganıp sermeyt : karakuş kanatlarını kuvvetle açtı, gerdi.
çımırkant-
et. çımırkan-dan.
çımıroo
işs. çımıra-dan; çer cılıp, kök çımıroo cakın kaldı : toprak ısındı, otların çimlenme zamanı yaklaştı.
çımıroon
bir melodi adıdır.
çımıyan
sık ve iyi evsaflı mata (bk. mata ı); ımıyan-çımıyan : eski püskü, paçavra.
çımkıy
= çılk; bütün; baştan başa (renk hakkında); çımkıy ak : apak bembeyaz.
çın
hakikat doğruluk;hakiki,sahici, şe’ni; çın ayt- : doğru söylemek; ciddi konuşmak; çın büt- : iman etmek, inanmak; aytkanına çın bütkönüm cok : söylediklerine pek inanmadım; çınınan : hakikaten, cidden; çınına kelgende : ciddi olarak (konuşmak) gerekse; çınnıñdı ayt ! : doğrusunu söyle ! ; çınıñbı ? : ciddi mi söylüyorsun? ; çınım : evet ciddi söylüyorum; çınıñbı ce oynuñ- bu? : ciddi mi söylüyorsun, şaka mı yapıyorsun? ; çın tiybes : çıt kırıldım.
çınar
f. 1. çınar; dağ kavağı; 2. yüksek yapraklı ağaçlar; 3. (rad.) kızılağaç, alnus; 4. mec. dayangaç arka,sığnak; çınarday kör- : mühim, büyük, dayangaç olmaya layık saymak.
çınçıl
doğruluk seven.
çınçır
f. zincir.
çınçırla-
zincirle bağlamak, zincire vurmak.
çıncırluu
zincirli, zincirle pekitilen, cidden; açuusu çındap keldi : cidden hırslandı, kızdı; çındap ıylasa, sokur közdön caş çıgat ats. : ciddi ağlanırsa körün gözünden dahi yaş akar.
çından-
(manaca) = çında-.
çındaş-
müş. çında-dan; çındaşıp menet kıl- : özenle çalışmak.
çındık
hakikat, doğruluk,geröeklik; çındagında : hakikatta, filhakika, gerçekten; çındıkka çık- : varlığa gelmek, bir hakikat olmak; kıyalım çındıkka çıktı : hayalim bir hakikat oldu.
çındırma
(rad.) şarap tulumunda çıngırdayan küçük demir çubuklar.
çındırmaluu
(rad.) çındırması bulunan (bk. çındırma).
çıñ
ı, açık muteviyatlı bir şarkıdır, ki onu gençler, gelinin güveyin evine geldiği zaman söylerlerdi; çıñ ayt- : bu şarkıyı söylemek. ıı, 1. dik dağ uçurumu, yanaşılmaz dağ, (dikliğinden dolayı) dağlarda yanaşılmaz mahal, genelce yanaşılmaz yer; 2. kad. sağlam, kuvvetli, sağlıkla, şiddetlice; çıñ kaçır- : kat’i saldırış, enerjik akın; bulçuñu çıñ : sağlam adeleleri vardır : çıñ bayla (bek baylayerine) : pek bağlamak.
çıñ-
ııı, çıñ et : vızıldamak (diyelim, uçan sinek hakkında).
çıña-
tahkim eylemek, sağlam ve metin yapmak; çalgı çıña- : tırpanı eğelemek.
çıñal-
tahkim edilmek, sağlamlaşmak, pekişmek, gerginleşmek.
çıñat-
tahkim etmek, pekiştirmek, gerginleştirmek, germek.
çıñda-
= çıña-.
çıñdal-
= çıñal -.
çıñdat-
= çıñat-.
çıñdık
sağlamlık, pişkinlik.
çıñdoo
tahkim etme, sağlamlaştırma.
çıñgır
(rad.) çember.
çıñgırduu
(rad.) çemberli.
çıñılda-
çınlamak, acı acı bağırmak, bağırıp çağırmak; çıñıldap ünü çıktı : çınlayan sesi çıktı; kulagım çıñıldap turat : kulağım çınlıyor.
çıñıldat-
et. çıñılda-dan.
çıñıltır
canlı, uaynık.
çıñır
can tırmalayan bir şekilde bağırmak, acı acı bağırmak, keskin ve gıcırdayan ses çıkarmak
çıñırduu
(rad., v) çınlayan.
çıñırık
acı ses.
çıñırt-
acı acı sesler çıkarmak (icbar ya da müsaade etmek); herhangi bir şeyden acı acı sesler çıkarmak; çoçkolordu çıñırtıp aydayt : domuzları sürüyor, ve onlarda acı acı bağırıyorlar.
çıñk
= çılk.
çıñkı
çıñkı boyu : insan bedeninin üst kısmı (kafa ve göğüsün üst kısmı).
çıñkılda-
yaygara etmek, acı acı bağırmak.
çıñkıldaş-
müş. çıñkılda-dan.
çıñkıldat-
et. çıñkılda-dan.
çıñkıldoo
acı acı bağırma.
çını
f. porselenden mamul; çını çööçök : porselen fincan; 2. piyale (çay fincanı).
çınıgap
çay fincanı kutusu.
çınıgı
hakiki, fiili reel; çınıgı cibek : hakiki ipek; anık-çınıgı : en hakiki; çınığı kızmat akı aynıbay ösüp çatat : hakiki hizmet ücreti durmadan artıyor.
çınık-
sağlamlaşmak, pekişmek.
çınıktır-
et. çınık-tan.
çıp
ı, çı sesiyle başlayan sözleri takviye için katılır(ör. bk. çırga). ıı, bir onomatope (taklitlik söz) dir : ter çıp- çıp etet : ter iri iri damlalar şeklinde dökülüyor; çıp –çıp kamçı ur- : kamçı çalmak.
çıpalak
serçe parmak.
çıpçı
r. kömür için maşa.
çıpçırga
= çıp çırga (bk. çırga).
çıpılda-
küçük habbeler, küçük damlalar şeklinde belirmek (diyelim, ter hakkında) ıı = şıpılda-; rahat oturmayıp, boyuna hoplamak, zıplamak; çıpıldap ter aktı : damla damla , bol bol ter aktı.
çıpka
süzgeç (süt süzmek için kullanılan bir tutam at kılı); çıpka elek yahut çıpkalek : süt süzmek için kullanılan küçük elek.
çıpkala-
süzmek.
çıpkalat-
süzmeye icbar yahut müsaade etmek.
çıpkalek
bk. çıpka.
çıptama
göğüsün yuvarlaklığını gizlemek için kızların taşıdıkları göğüslük.
çır
ı, diyelim, kaynayan yağ üzerine su döküldüğü zaman çıkan çıtırtıyı taklit; bala çır dey tüştü : çocuk ansızın acı bir ses çıkardı; eneden, çır etip, cerge tüşköndön beri : doğduğu ilk günden beri (harfiyen. anasının karnından acı ses çıkararak, yere düştüğü günden itibaren); çır etken ayaldın ünü çıktı : keskin kadın sesi çıktı. ıı, 1. cidalci; çabuk kızan; 2. huysuzluk, hırçınlık; kavga; nizalı; çırsal- : kavga aramak, direnerek münazaa etmek; çır- çatak : niza, münazaa; bır-çır bk. bır ; çır çıkpay turgan kıluu kerek : niza cıkmayacak tarzda yapmalı; eç kandayçırçatak çıkan çok : hiçbir kavga ve münakaşa çıkmadı.
çırak
f. mum, kandil, çırağ ; şeytan çırak : camsız lamba; çıragım okş. : nurum; atıñ cakşı bolsa – coldun ıraagı, uuluñ cakşı bolso- köñül çıragı ats. : atın iyi olursa - uzun yol (hoştur) ; oğlan iyi olursa can rahattır (harfiyen : gönül nurudur).
çırakçı
meşaleci.
çırakpaya
f. şamdan, çırakma.
çıraktan
aydınlanmak, yıldıramak, parlamak.
çıraktant-
et. çıraktan,dan; közün çıraktandıp : gözünü parlatarak.
çıray
yüzün çizgileri, yüzün güzelliği, suret (image) ; arık çıray : zayıf suratlı; çıraydı çılap içpeyt ats. : surattan su içilmez ; cıluu çıray : sevimli, gökçek yüzlü, yakışıklı.
çırayluu
güzel, sevimli; ay çırayluu kız : ay çehreli kız, dilber; kan çırayluu : açık al (yüz hakkında).
çırga
tuzağa veya oltaya konulan yem; karakuş için yem; çırga tart- : karakuşu çağırarak, yemi sürüklemek; çıp çırgası koroboy, barı esimde : bütün tafsilatıyla birlikte hepsi hatırımda; çıp çırgasın kororotpoy, saktap cürdüm : hepsini bütün olarak ve el sürmeden muhafaza ettim.
çırgala-
bir parça aksama; (art) ayağını sürüklemek.
çırgoo
alıngan; kendisiyle anlaşmak güç olan (kimse) ; çırgoo bala : ağlayıcı, hırçın çocuk.
çırılda-
cıvıldamak, yaygara etmek; cırıldap bakırıp : acı acı bağırarak.
çırıldat
et. çırılda-dan.
çırım
ı, : çırım al- yahut çırım et- : uyuklamak, uyku kestirmek; çırım edip aldım : uyukladım, uyku kestirdim; çırım etpey çıktım : asla uyumadım ; çırım etse,, közgö bayda, çımçıp içse— tamakka bayda ats. : bir parça uyku kestirmek göze faydadır; küçük küçük lokmalarla yemek boğaza faydadır. ıı = çıtır ı 3.
çırımtal
yeni doğan yavrunun vucudundaki tüy; civcivlerin vucudundaki tüy yahut ilk yelekler; çırımtal cünü tüşölök kezde : çocukluk yıllarında, hayatın ilk günlerinde.
çırıs
( bir otun adıdır, kiruscası “şiriaş” miş: m.)
çırk
onomatope (takliklit söz) : çırk avlan- : hızlı dönmek.
çıkra-
(rad.) = çura- ıı.
çırkıra-
bağırıp çağırmak, yaygara etmek.
çırkıraş-
müş. çırkıra-dan.
çırkırat-
et. çırkıra-dan.
çırkıroo
bağırıp çağırma.
çırma-
yumak şeklinde komak; bükmek, sarmak; çiy çırma- : çiy sarmak (çiğden yapılan hasırın ayrı ayrı sapları, bk. çiy ı); saat çirmasın ! : başına bir fenalık gelsin ! : anı meret çırınası : fena duruma düştü, felakete uğradı; ekçini menet çırmasa, kotur bolup kaşınat folk. : keçiye felaket gelirse, uyuz olur ve kaşınıyor.
çırmak
dürülmüş, sarılmış; çırmak çiy : taneleri yünle sarılmış olan çiy.
çırmal-
mut. çırma-dan.
çırmalış-
birbirini sarmak.
çırmañda-
kıvrılmak.
çırmıkta-
sık sık hastalanmak (çocuklar hakkında).
çırmook
yabani keten, cuscuta europaea; yabani kara buğday; öksüz urganı; convolvulus (ot) pyrola rotinofolia ; sarı çırmook : convolvulus arvensis.
çırp
çırp et- = çırım et- (bk. çırım ı).
çırpı-
ince tabakaya ilişmek ve onu çıkarmak; bir nesneyi ince tabaka şeklinde kesip almak; çetinen çırpıp ketti : ince tabakayı ayırdı (diyelim, keskin bir bıçakla öyle kesti , ki ince bir parça kopuverdi).
çırpık
ufak dallar, çrpı; çubuklar, kuru dal; çırpık özün tal oyloyt ats. : kurumuş dal kendini söğüt zanneder.
çırpılda-
cıvıldamak.
çırpıma
mat. kesit, makta, kesen, katı; teğet, mümas; köldölöñ çırpıma : mustaraz makta (kesit); perpendikulyar çırpıması : dikey kesit, amudi makta; çırpıma prizma : kesik prizma (biçme) nakış menşur; çırpıma çalpaktık : teğet yüzey, sathı mümas.
çırt
çatırdamayı taklit etmeyi gösteren onomatope (taklitlik söz); çırt edip carıldı : çatırdayıp yarıldı, patladı; çırt tükür- : dişler arasından ince sızdıraraktükürmek; çırt tükürgön : dişler arasında tüküren; çırt etme bk. etme.
çırtılda-
1. çatırdamak; suuk çırtıldayt : soğuk çatırdıyor : taş çatlıyor ; 2. cıvıldamak.
çırtıñda-
hareketlerinde ciddi görünmek.
çırtıy-
ciddi ve müstakil gözükmek, ciddi tavır takınmak, kurulmak.
çıştırnay
r. kon. yünlü kumaş.
çıştay
; r. ı, nakit para; akçanı çıştay ele sanap bendim : parayı nakden sayıp verdim ; 2. tertemiz sona kadar.
çıt
ı, basma (kumaş). ıı, çıt-çıt bol- : param parça olmak; bıt- çıt bk. bıt.
çıtı-
kaş çatmak, surat asmak : kabagın çatıdı : kaşlarını çattı (harfiyen : göz kapağını) ; kün çıtıdı : hava kapandı.
çıtıkı
bıtıkı sözünün tekidir.
çıtıñkıra-
bir parça, hafifçe kaşlarını çatmak, hafifçe surat asmak; kabagın çıtıñkıradı : hafifçe kaşlarını çattı.
çıtıra-
hışırdatmak, kıtırdatmak.
çıtırman
çalılık, sık fundalık.
çıtıy-
surat asmak; kün çıtıyıp turat : hava kararıyor.
çıtır
ı, 1. “deve otu” : trigonella foenum graecum (ot); 2. koyun hastalığının adıdır; 3. sinekli, ispatı (iskambil kağıtlarında). ıı, tıtır kelimesinin tekidir.
çıy
pıy yahut mıy ile bir arada : balanın çıy-mıy ünü çıktı : çocuk çığlık koparıyor (ağlıyor); it- kuştan çıy-pıyı çıgıp : yırtıcı hayvanlardan ödü koparak.
çıyçık
= çıyırçık.
çıyılda-
çığlıl koparmak, feryadetmek, acı acı bağırmak; gayet şiddetli gıcırdamak.
çıyıldak
ciyak ciyak bağıran (bu gibi bir ses çıkarmaya yarayan herhangi bir vasıta).
çıyır
çığır, yol : iz; çıyır sal : çığır açmak (taze kar üzerinden); uydun çıyırı : ineğin izi.
çıyırçık
sığırcık : ala çıyırçık : pembe sığırcık.
çıyırık
ı, kıvırma, bükme; çıyırıgı katuu cip : muhkem bükülmüş iplik; çıyırıgı boş cip : gevşek bükülmüş iplik ; çiptin çayırıgı candı : iplik çözülüp dağıldı.
çıyrık-
ıı donmak, üşümek, soğuktan büzülmek;çıyırıgıp üşüp kalıp tırmın : pek üşüdüm; çayırıgıp turam : üşüyorum.
çıykan
çıban; çıykandan caman ooru cok, anı suraar kişi çok ats. : çıbandan daha kötü hastalık yokken, kimse hal sormaya gelmiyor; al menin çekeme çıykan boldu : o bana baş ağrısı oldu (harfiyen : o bana şakaktaki çıban oldu).
çıykılda-
= çıyılda; menden suraybı dep, canım çıykıldap turdum : bana soracak diye ödüm koptu.
çıykıldak
ciyak ciyak bağıran (küçük yabani hayvan).
çıymıl
= çıymıt.
çıymıt
teke aşığı : küçük hacimli aşık (karş. çükö).
çıypılda-
cıvıldamak (serçe hakkında), ciyak ciyak bağırmak.
çıypıldak
1. ciyak ciyak bağıran; 2. sarı asma kuşu, emberiza.
çıypıldat-
et. çıypılda-dan; çöçölördü çıypıldatıp aydap saldı (sürüldüklerinde) ciyak ciyak bağıran piliçleri sürdü.
çıyrak
sağlam, dayanıklı, cesur çevik, mahir (başlıca, ata binerek, cesurca ve ustalıkla koşturan çocuklar hakkında); atka çıyrak bala : iyi süvari çocuk; çıyrap çıp : sağlam iplik.
çıyral-
1. kıvrılmak, bükülmek (ince iplik hakkında); 2. pişmek, kuvvetlenmek katılaşmak; taramıştarı taştan katuu bolup çıyralat : veterleri gerginleşerek, taştan daha sert oluyor; 3. kendini beyenmek, kurulmak; sen köp çıyrılba ! : pek o kadar kurulma !
çıyralt-
et. çıyral-dan.
çıyrat-
1. bükmek, kıvırmak (ince ipliği); murut çıyrat- : bıyık kıvırmak; 2. pişirmek, kuvvetlendirmek.
çıyratıl-
mut. çıyrat-tan.
çıyratma
bükülmüş, kıvrılmış (iplik hakkında).
çıyrıgıñkı
soğuktan bir parça büzülmüş, kısılmış, biraz üşümüş; çıyrıgıñkı tart- : hafifçe üşümek.
çıyrık
= çıyırık ı.
çi
bk. çı
çider
atı kösteklemek için kullanılan kayış köstek.
çige
ı = çay ıı (ancak bu keçi sürüsü hakkındadır). ıı, aşığın batık yanı.
çigrini
r. “şagren” : kumlu sahtıyan.
çikçigiy
kısa boylu ve kurumuş.
çikçiñde-
hareketlerinde kısa boylu ve kurumuş adama benzemek.
çikçiy-
mini mini, temiz ve çık kıyafette bulunmak.
çikert
hastalıklı, hasta; emine çikertiñ bar ? : hastalığın nedir? ; neresi ağrıyor?
çikertte-
hafif hastalanmak.
çikilde-
küçücük ve arık olmak.
çikir
kakır sözünün tekidir( bk. kakır ı).
çikit
çelik çomak, bir çocuk oyunudur, ki bunda iki tane değnek kullanılıyor : biri bala yahut bala çikit-tir, ki uzunluğu çeyret,k arşın kadar olur; ötekiside ene yahut çigittir. ki uzunluğu bir arşın kadar oluyor.
çil
boz keklik : çildey tara - : her yana dağılmak, kaçmak, çil yavrusu gibi dağılmak; çildey tarat- : her tarafa dağıtmak, çil yavrusu gibi dağıtmak; çıçkaçtagan çil közdöngön (hastalık yüzünden aşırı zayıflamış adam hakkında) : gözleri çapaklanmış, gözlerinin feri kaçmış.
çilbarça
f. çilbarçası çıkan : yıkılmış; ufak parçalar şeklinde doğranmış.
çilde
f. : kışkı çilde : kışın en soğuk çağı, zemheri; caykı çilde : yazın en sıcak zamanı.
çildigiy
çelimsiz adam, sünepe.
çilen
r. kon. : aza, üye ; çilen partiya kon. (komünist) partisi üyesi; soyuzga çilen (meslektaşlar) birliği üyei.
çilgir
f. = çaykı çilde (bk. çilde)
çilgirin
(rad.) bir kumaş adıdır.
çilmerden
f. 1. = çitlen; 2. dümbelek, küçük trampete; kerkke koş artılıp, çimlerden çalınıp, çırak otu cağılıp folk. : gergedana yük yükletildi, dümbelek çalındı, çıra yakıldı.
çilmigiy
kurumuş adam.
çilmiñde-
hareketlerinde kurumuş kimseye benzemek.
çilmiy-
kurumuş gözükmek.
çitlen
f. yahut kırk çitlen mit. : güya göze görünmeden insanlar arasında yaşayan ve tabiat üstü kuvvete malik olan kırk varlık, kırklar.
çimçile-
= şimşile
çimir-
(topacı) koyuvermek.
çimirik
topaç (çocuk oyuncağı).
çimirikte-
dönmek.
çimiriktet-
döndürmek.
çimiril-
1. şiddetlice dönmek; iyiktey çimirildi : iğ gibi döndü; 2. alabildiğine koşmak; talanı közdöy çimirildi : sahraya alabildiğine koştu.
çimirilt-
et. çimiril-den.
çimirüü
işs. çimir-den.
çimkir-
sümkürmek.
çimkirik
sümük.
çimkiriktüü
sümüklü.
çimkirt-
et. çimkir-den.
çinöönük
çinöbnük, r. “çinovnik” işyar, memur.
çirçe
= it konok (bk. konok ıı)
çirele-
1. ayaklarını uzatarak, yatmak (hayvan hakkında) yahut kollarını, bacaklarını uzatarak yatmak; tuugan koy catıp alıp çireleyt : kuzulayan koyun yatıyor ve bacaklarını uzatıyor; 2. mec. gururlanmak, caka satmak.
çiren
ı, kuu çiren : haylaz.
çiren-
ıı, 1. gerinmek, gerginleşmek ; üzöngünü çirene tep : üzengiye, dizleri bükmeden gergin bacaklarla dayanmak; aşıgıç cumuştar çirengende gana : yalnız bun amüstacel işler zorladığı taktirde; 2. mec. kurulmak, övünmek.
çiri-
çürümek, bozulmaya başlamak.
çirik
çürük, bozulmaya yüz tutmuş; çirik liberalizm : çürük libarelleşme.
çirit-
et. çiri-den.
çirke-
takmak : birini ötekisine bağlamak; töö çirke- : devreleri katar şeklinde dizmek( birinin başını ötekinin gerisine bağlamak); töögö; çirke- : deveye yük yükletmek.
çirkeş-
katar halinde uzamak.
çirkey
sivrisinek.
çirkin
1. menfur, murdar; 2. bu kelime sık sık teessüf, pişmanlik ifadesi için hizmet eder.
çirkindik
menfurluk, murdarlık.
çirköö
r. kilise.
çirlit
çirlit-çirlit : civciv (ufak kuşların ötmesi).
çirtiy-
çok arık olmak.
çitçik
r. (tabaat terimlerinden ).
çiy
ı, 1. çiğ ( yüksek,sert bir ottur ki saplarından hasır yapılır); çiydey bolup katıp ketti : yonga gibi kurudu; çiy but 1) ince bacaklar; 2) ince bacaklı 2. bu ottan yapılan hasır; 3. keçe evi kafesinin etrafındaki bu kabil hasır; kız —çiyden tışkarı ats. : kız-kesip atılan parçadır.
çiy-
ııçiy köbük bk. köbük : çiy temir. ııı, 1. çizgi, hat çekmek; tersim eylemek; 2. kaydetmek (listeye geçirmek).
çiyçe
iskoçya bezi.
çiydan
çobanların üst giyimi ( ki yüzü yünlü kumaştan, astarı keçeden olur)
çiydir-
çizdirmek.
çiye
ı, vişne(yabani); kızıl çiyedey caş baldar : küçük çocuklar /başlıca öksüzler hakkında) : kızıl çiye muştaş : kan akıtıncaya kadar dövüşmek. ıı, zor çözülen düğüm. ııı = çiyele-
çiyele-
yahut çiyelep bayla- : adı (kadınca) düğüm yaparak bağlamak.
çiyelen-
mut. çiyele-den; masele çiyelendi : mesele çatallaştı; çeçüüsü çiyelengen masele : zor halledilir mesele.
çiyeleniş
zorlaşmak, zor halledilir duruma girmek.
çiyelent-
et. çiyelen-den.
çiyil-
1. (çizgi) çizilmek; 2. yazılmak, kaydolunmak.
çiyilüü
işs. çiyil-den.
çiyim
1. tersim; oyum-çiyim bk. oyum, 2. = çiyin.
çiyin
hat; çizilen yazılan nesne.
çiyir
= çıyır.
çiyirdüü
patikalarla alacalanmış; çiyirdüü col : (kar üzerinde) birkaç tane patikalardan meydana gelen yol ; çiyindüü-iyindüü : patikalarla ve inlerle alacalanmış.
çiyki
çiğ, ğişmemiş;gereği gibi pişmemiş; henüz olmamış, çiyki buyum yahut çiyki mal : ham maddeler.
çiykil
kırmızımtrak renkli (diyelim, yarı çiğ etin rengi); çiykil çükö : çiğ etten koparılan aşık; sarı çiğit : yanağı kırmızı olan delikanlı; kızıl çiğkil caş bala : yüzünden kan damlayan parlak çocuk.
çiyleş-
cün çiyleş- bk. cün.
çiymay
karşılıklıca kesişen hatlar.
çiymayla-
karşılıklıca kesişen hatlar çizmek.
çiyme-
1. tersim edilmiş; oymo-çiyme bk. oymo, 2. kon. resim sanatı.
çiymek
çizgi, hat.
çiymekey
iymekey sözünün tekidir.
çiymele-
çizmek, çabuk çabuk yazmak.
çiype
iki tane müvazi sırıktan ve bunların arasına enine konulan değneklerden teşekkül eden gayet basit ve iptidai kızak.
çobur
adi, cins olmayan( hayvan).
çoçko
1. domuz; 2. domuz eti.
çoçmor
= çokmor.
çoçogoy
çıkık duran.
çoçoñdo-
hareketleriyle bir çıkık, yüksek ve ince nesneyi hatırlatmak.
çoçoñdot-
et. çoçoñdo-dan
çoçoy-
çıkı duran şekilde bulunmak; topusu töönün örköçündöy bolup çoçoyup turat : tepesindeki takası devenin hörgöcü gibi duruyor; çoçoyup otur : çömelmek (insan hakkında) ; kıç ile oturmak (diyelim, köpek hakkında)
çoçoyt-
çıkık duran bir şeyin şeklini vermek; üymöktün töbösün çoçoytup çıgar- : ot yığınının tepesini sivrilterek çıkarmak.
çoçu-
1. ürkmek; korkmak; 2. şişmek (şiş hakkında); bez çoçudu : bez kabardı, şiş belirdi.
çoçula-
kuşkulanmak.
çoçun-
(manaca) = çoçu ı; çoçunbay cortup, tün katkın folk. : korkmadan geceleri dahi yürü.
çoçunçaak
ürkek, korkak.
çoçuñkura-
kuşkulanmak.
çoçut-
korkutmak.
çoçutuu
korkutma.
çoçuu
korku; ürkeklik; bez çoçuu şişme; bezin kabarması.
çoduray-
= çuduray-
çogol
= çogool.
çogoyno
çogono, deve dikeni (bitki).
çogul-
toplanmak, yığılmak.
çogult-
toplanmak, yığmak; altı sözdün baş ayagın çogulta albayt : iki kelimeyi bir araya bağlamasını bilmiyor (harfiyen : altı sözün başını ve sonunu bir araya toplayamıyor).
çogultul-
toplanmak, yığılmak.
çogultuş-
müş. çogult-tan.
çoguluş-
yığılma, toplanma.
çoguu
beraber, toptan; çoguu barabız : hepimiz beraber gideceğiz.
çok
ı, 1. tayların yelesi kırkılırken bırakılan perçem, püskül; çok koy- : (yeleyi kırkarken) püskül, perçem bırakmak ; 2. püskül saçak; çok belboo es. : saçaklı kuşak (eskiden kırgızların hatırı sayılırları bu gibi kuşak kuşanırlardı) kızıl çok 1) mec. çin memuru; 2) es. mec. büro, kalem yanındaki atlı kavas. ıı, yanan kömür : kor; çokko baylap öz canın folk. : canına acımayıp. ııı, çok-çok et- : hakkını istemek; itaatsizlenmek.
çokço
tümsek : tümselen her hangi bir nesne : çokço sakal : sivri sakal.
çokçogoy
tümselip duran; çıkık kalkık duran.
çokçoñdo-
birisinin üzerine yumruklerını saldırır gibi dövmek isteyerek vucuduyla zıplar gibi hareketler yapmak.
çokçoy-
= çoçoy-
çokmor
topuz, ucunda top bulunan değnek, sopa; ura albagan çokmor öz başıña tiyet ats. : vurmasını bilmeyenin topuz kendi kafasına iner.
çokmorokto-
yığın halinde yoplanmak, kalabalık teşkil etmek; bulut çokmorotkop, uyup turat : bulutlar toplanıyor.
çokmoroktoş-
müş. çokmorokto; el çokmoroktoşop çogulup turat : halk yığın yığın toplanıyor.
çoko
= çoçogoy.
çokon
ordo oyununda kaybedene verilen mütemmim vuruş hakkı (bk. ordo 3).
çokondo-
çokondop kal (ordo oyununda kaybeden kimse hakkında) : az vuruş mikdarına malik olmak yahut başka oyuncudan ilave vuruşlar hakkını elde etmek.
çokoñdo-
= çoçoñdo-.
çokoy
ı, tek parça deriden dikilen bir çeşit ayakkabı, ayak sarmaya yarayan işlenmiş deri parçası.
çokoy-
ıı = çoçoy-.
çokoyluu
1. çokoy taşıyan adam bk. çokoy ı) : 2. mec. fıkara.
çokto-
ı, saçakla süslemek. ıı, kızdırmak (diyelim, fitilli tüfeği).
çoktolun
ı = çoktu ı.
çoktoluun
ıı, (karş. çok ıı) bir parça yıkılmış; mıltıktarı oktoluu, milteleri çoktoluu folk. : tüfekleri kurulmuş, fitilleri kızdırılmış.
çoktuk
= çok ı 2.
çoktuu
ı, kalkık; tümseldi. ıı, korlu.
çoku
ı, 1. kafatepesi kemiği; tepe; dağ tepesi; eñ çokusunda : tam tepesinde; burç çokusu mat. : açının (zaviyenin) tepesi; kök çoku mec. : koca serçe : görmüş geçirmiş (harfiyen : gök tepe); çokum barda mal cokpu ? ats. : baş sağ olursa, ekmek bulunur (harfiyen : bende tepe bulundukça mal bulunmaz mı hiç ? ); 2. dağ sırtı.
çoku-
ıı, çöplenmek; gagalamak; karga karganın közün çokubayt ats. : karga karganın gözünü çıkarmaz.
çokul-
mut. çoku- ıı den.
çokun-
1. ıstavroz çıkarmak (haç işareti yapmak); 2. vaftiz olmak, hıristiyanlığı kabul etmek.
çokuş-
gagalaşmak; hep beraber çöplenmek.
çokut-
et. çoku- ııden.
çol-
yolmak, koparmak, kazımak; közün çolup alam : gözünü çıkaracağım; çolup söylöyt : kesik kesik konuşuyor (uzun bir sözden rastgele çıkarılmış kesik, saçık cümleler söylüyor).
çolçoñdo-
sarhoş ağzı gibi dolaşmak (dil, dudaklar hakkında).
çolçoñdot-
et. çolçoñdo-dan; masbolup, oozun çolçoñdotup, birdemelerdi kıykırıp : sarhoş olarak rabıtasızca dilini döndürerek, bir şeyler bağırıyordu; oozuñdu çelçoñdotpoy otur : saçmalamadan otur!
çolo
1. firsat; boş vakit, serbest zaman; ara çoloda cazat: arada, işten boş kaldiği zamanlarda yaziyor; çolo tiybeyt: vakit yok; boş vakit yok; çolo tiyse: vakit olursa, boş vakit bulunursa; bekerdin çolosu cok ats. : işsizin boş vakti yoktur; 2. aralikli olan; çolosu cok aydalgan cer: baştan başa sürülmüş olan, araliği bulunmiyan toprak; bulut ala-cer çolo ats. : bulut aralikli olursa (seyrek olursa) toprak da alaca olur (baştan başa otla örtünmez); tulu boyuman çolo kaltirbay karap aldi: o beni tepeden tirnağa kadar süzdü.
çolok
1. tek kollu, çolak, tek bacakli; 2. kuyruksuz; kisa kuyruklu; çolok kiyim: kisa (avrupa biçimi) giyim; çolok ton bk. ton i; çolok caş bk. çaş 5: 3. kötü ve gayet arik at.
çoloo
= çolo.
çoloolo-
: çoloolop barip bir cibitka baş katti: bir parça uzaklaşarak (bir yana çekilerek) bir çukurda saklandi; ara- çoloolop arada bir; firsat buldukça.
çoloosuz
baştan başa: çeçek çoloosuz çıktı: çiçek (bütün vucudu kaplayacak surette) çıktı.
çolpon
zühre yıldızı: colpon ata bk.ata ı.
çoltoğoy
= çoltoñ
çoltoñ
sarkık duran (her hangi bir kısa nesne hakkında); kısa giyim: kesik uzuv: coltoñ at: kuyruğu kesik at; çoltoñ teminip: ayakları ile kesik kesik tepinerek (diyelim,süvarinin atın böğürüne tepmesi gibi).
çoltoñdo-
hareketlerinde kütüğe benzemek; kütük gibi sallanmak (diyelim, atın kesik kuyruğu, dirseğe kadar kesilen kol gibi).
çoltoñdot-
et. çoltoñdo-dan.
çoltoy-
kısa kuyruksuz (güdük) gözükmek, çoltoyğon beşmant: kısa etekli (avrupa biçimi) palto
çolu
ı = çulu
çolu-
ıı: çolup öt: temas etmek, arada bir fikir söylemek, tenkit etmek: çolup ötmö: fıkra (gazetede); söz arasında söylenen rasgele fikir; kılğan işterinen azıraak çolup ötölü: yaptığı işlere bir parça temas edelim; çolup kir- çullanmak. hiddetle üzerine atılmak.
çomul
= çömül-
çomun
r. kon. körü-körüne (kağıda bakmadan) oynamak (iskambil oyunuda).
çoñ
1. büyük ulu: çoñ kuban- pek fazla sevinmek, kıvanmak: közün çoñ açtı: gözlerini faltaşı gibi açtı; 2. büyük (yaşça) 3. amir.
çoñbut
uyuz develeri tedavi ederken kullanılan zehirli bir bitkinin adıdır.
çoñduk
ı. büyüklük, cesamet; bulmağa çoñdup kılat: bu bana büyük geliyor (diyelim, elbise ayakkabı hakkında): çoñduk kılba! çalım satma!; 2. mat. kemiyet çektüü çoñduk: mahdut kemiyet; çeksiz çonduk: gayri mahdut kemiyet; turaksız çoñduk: değişik kemiyet; turaktuu çoñduk: daimi kemiyet; ölçönbös çoñduk: ölçülmez kemiyet; ölçönör çoñduk: ölçülür kemiyet; çektelgen çoñduk: mütenahi kemiyet; nukra çoñduk: mutlak kemiyet.
çoñko
oñko sözünün tekidir.
çoñoy-
büyümek, artmak
çoñoyt-
büyütmek; arttırmak
çoñoytul-
mut. çoñoyt’tan
çoñoytuu
büyütme, arttırma
çoñoyuu
büyüme, artma
çoñsun-
kibirlenmek, kurulmak; çalım satmak, burun şişirmek, kendini büyüksemek (insan hakkında)
çontoy
: ok çonto = okçontoy.
çoo
tabanın çatlamasından ibaret olan deve hastalığı. çoo baskan (hayvan, insan hakkında): ihtiyar, yaşlı
çooçu
= çoçu
çooçula-
= çoçula
çooçun
1. yabancı, yat; çooçun kişi: yabancı adam: çoaçun ayıl: yabancı avul, köy: 2. mutat olmıyan, garip, tuhaf.
çooçura-
yabancı gibi hareket etmek, tevahhuş etmek, ürkmek
çoonuk-
tecrübe edinmek; pişmek; çoonukkan tecrübeli, mazbut (adam)
çoor
kaval: çoor tart-: kaval çalmak: çoor tarttır-: kaval çaldırmak. çoor kuuray: melek otu. angelica
çoorçu
kaval çalan
çoorlo-
(rad.) kaval çalmak.
çop
öpüşme sesini taklit :şap: çop et- : dil ve dudaklarla şap sesi çıkarmak; çop ettirip öp-: şap diye öpmek
çopdor
(destandan) bir çeşit ayakkabı
çopkut
zırh gömleği
çopo
ıbalçık, toprak; kızıl çopo: kızıl balçık : kara çopo: kara toprak ıı«ço» ile başlıyan sözlerin önüne takviye için katılır: çopo çogu: toptan, hep birden, tamamiyle
çopulda-
şaplamak (öperken dudağın ses çıkarması hakkında).
çopuldaş-
müş. çopulda-dan
çopuldat-et
. çopulda-dan; çopuldatıp öp-: şaplatmak (ses çıkararak öpmek): çopuldatıp em-: şap şap etmek.
çor
ı. kul ,köle ıı. 1. katılaşan şiş, ur; kemik üzerindeki lahmi zait; kırılan kemiğin bitişen yerindeki tümsek; nasır; çor taman: nasırlı taban; 2. koşumda yarım küre şeklinde madeni süs; 3. iki şeyin birleşmesinden hasıl olan kalınlık (diyelim, kayışların uçları birleştirilerek dikildiğinde) kuyuşkandığ çoru kuskun kısımlarının birleştiği yerdeki tümsek
çorbo
atın dudaklarına vurulan kıskaç
çorbolu-
atın dudaklarına kıskaç vurmak.
çorbolot-
atın dudaklarına kıskaç vurdurmak
çorbu
= çorbo.
çorçoy-
bir parça kabararak, fiyango şeklinde bükülmek (dudaklar hakkında).
çorçoyt-
et. çorçoy’dan
çordon
suyun yerden çıktığı mahal, kaynak.
çordot-
kabartma nakışlarla kaplamak.
çorduu
urlarla, nasırlarla, lahmi zaidlerle kaplanmış; çorduu kol : nasırlı el.
çorğo
emzik (çaydanlıkta) ; musluk; kapka çorğo: basit iptidai imbik
çorğolo-
çorğolup kuy-: (çaydanlığın) emziğinden, musluktan dökmek.
çorkok
maharetsiz, beceriksiz; işke çorkok: işe beceriksiz; sözgö çorkok: söze beceriksiz; çorkok kişi töönü caza muştayt ats. : beceriksiz kimse deveye bile yumruğunu isabet ettiremez
çorkoktuk
meharetsizlik.
çormok
turp kömürü (bk. çım. ı).
çormoñdo-
hareketlerinde kalın dudaklı ve sukuti adama benzemek.
çormoy-
kalın dudaklı ve sukuti olmak; (kalın) dudaklarını şişirmek ve ciddi görünmek.
çormoyt-
(kalın) dudaklarını boru şeklinde şişirmek; erdin çormoyttu: kalın dudağını şişirdi.
çornoboy
r. «çevnovoy» : müsvedde, karalama.
çoro
tar. (prens soyundan) oğlan,delikalı; (bahadıran) muharibi; kün tiygen cerdin çorusu mec. : dönek (hislerinde sabit olmiyan).
çort
ı, kesik ve ani hareketi taklit sözü; çort kes: kesivermek, kesip almak; çort sın-: dümdüz kırılmak; çort ayt-: doğruca, keskin bir şekilde söylemek; münözü çort cürgün kişi: çabuk kızan kimse. ıı. r. şeytan,cin
çorto-
= çort ı: çorto kes: kesivermek.
çorton
(rad.) turna balığı. escidae.
çortoñdo-
= kortoñdo-
çortoy-
= kortoy-.
çoş
r. ince tahta, padavra.
çot
ı, r. hesap aleti ıı, baltacık.
çotala
ı. f. oyuncuların ev sahibine oda yahut oyun kagıdı mukabilinde verdikleri ücret. ıı. fitilli tüfek.
çotor
= çotala ı.
çotto-
hesap aletiyle hesaplamak.
çoturañda-
hareketlerinde kısa boylu vetıknaz adama benzemek.
çoy
ı, sert, bekilmiş, pek: çoy bol- katılaşmak, bekişmek çoy kulak işittiklerine aldırmayan, vurdumduymaz.
çoy-
ııçekmek, uzatmak.
çoydur-
et. çoy ıı, den.
çoymo
uzamış; uzayan elastiki: çoymo tokoç: gevrek (bol yağda kızartılmak suretiyle yapıla bir nevi hamur işi).
çoynok
topal (başlıca kıraklar hakkında).
çoynokto-
aksamak topallamak.
çoyokto-
nazlanmak, kırıtmak, çoyoktogon: kırıtmayı, nazlanmayı seven.
çoytoñdo-
hareketlerinde kısa bacaklıya benzemek.
çoytoy-
1. kısa bacaklı gözükmek; 2. küçücük ve derli toplu olmak; çoytoyup ötük kiyip alıptır: (derli toplu dikilmiş) çizmeyi giydi.
çoyul-
uzamak, gerilmek.
çoyun
dökme demir, font, çöygen; çoyun baş: topuz; dökme veya demir başlı sopa, çomak (silah).
çoyuştat-
: oozun çoyuştatıp folk.:dudaklarını bükerek.
çöböğö
yağ ertirken kalan tortu.
çöbürö
1. (karş. çürpö) : ufak tefek şeyler; tooktuñ çöbürölörü: civcivler, piliçler; çöbürölörüm: yavrularım.
çöbürü-
ıı: çöbürögön mayda baldar: çocuklar, çoluk çocuk.
çöçö
f. civciv, piliç.
çögöl
bozkır kartalı nevilerinden biri.
çögölö-
= çögöölö.
çögöölö
diz çökmek: çögöölöp otur-: dizleri bükerek oturmak.
çögör-
1. diz üstüne düşürmek, çökermek; töö çögör: deveyi çökermek (deveyi diz üstüne düşürmek) ; buura çögör- : puguru dişi deve çiftleştirmek; 2. batırmak (suya, mayie dardırmak) ; ezmek; tebeteydin töbösün çögör kalpağın tepesini ezmek; sırtına altın çögörgön folk. : üstünü altınla işlemişti.
çögörmö
küçük çukur, oyuk.
çögörül-
mut. çögör-den.
çögörüü
işs. çögör-den.
çögöt
daldırma, çökertmiş, dalmış batırılmış; köñülü çögöt bolbosun: gönlünü dert sarmasın; köñülün çögöt kılba! : hatırını kırma, gücendirme!
çögöl-
mut. çök- ıv ten.
çök
ı, 1. deveyi çökermek için böyle haykırırlar. ; 2. = çay ıı (fakat develer hakkında) ; çök tüşüp otur = çögöölöp otur (bk. çögöölö) . ıı, 1. orompoy (bk.) oyununda daire; çök baytal (orompoy oynarken kullanılan ibarelerden biridir): kısrak, daireye gel! 2. finish; yaya yada at üzerinde koşanların yarışı biterecekleri son çizgi. ııı = teste.
çök-
ıv 1. çökmek, dizler üzerüne düşmek (deve hakkında) ; 2. dalmak; suuga çöktü: suya daldı; köönö çökkön: gönlü çökmüş, kederli, muğber, darılmış; 3. kocayıp kuvvetten düşmek, çökmek: çögüp kalgan abışka: kuvvetten düşmüş ihtiyar.
çökö
ı. (rad.) çin memurlarının kalpağındaki yuvarlak düğme. ıı. çökö taan bk. taan ı
çökölüü
(rad.) kalpağında kürekcikler bulunan.
çöktür-
dizleri üzerine düşürmek, çöktürmek (deveyi); buuraga çöktür- ; dişi deveyi erkeye çektirmek.
çöl
1. çöl, step; ova; 2. karakuş nevilerinden biri; böksönüñ çölü: çöl denilen karakuşun tâli nevilerinden biri.
çölçük
küçük su birikintisi, gölçük.
çöldö-
susamak.
çöldöt-
susatmak.
çöldüü
çöle mensup, ovaya ait.
çölkö
bölge.
çömölö
ı, küçük kuru ot yığını.
çömölö-
ıı, kuru ot «çömölö» kılığında yığmak.
çömölöt-
et. çömölö- ıı den.
çömör-
batırmak, daldırmak; suuga çakanı çömördö; kovayı suya batırdı.
çömüç
kepçe, çömçe, çömçek.
çömül-
dalmak; yıkanmak, banyo almak; terge çömül- : ter içinde kalmak, ter dökmek.
çömülüü
işs. çömül-den.
çömüt-
batırmak, daldırmak.
çömütüü
batırma, daldırma.
çöndölöy
dağ faresinin yavrusu.
çöñör
büyük kıymık (kaba ot, kamış kırıntısı).
çönök
şerit şeklinde uzanan toprak yığını; yılankavi sırt; hendek, çukur; arık çönögö köp cer: arkları, hendekleri çok olan yer.
çöntök
cep; töş çöntök: göğüs cebi; can çöntök: yan cep.
çöntökçü
yahut çöntökçü uuru: yankesici.
çöntöktüü
cepli: töş çöntökyü köynok: göğsünde cebi bulunan gömlek.
çöö
1. kızıl kurt; çakal; çöödöy sarı: büsbütün kızıl; çööçö katkırba: çakal gibi kahkaha atma; 2. bir oyun adıdır (karanlık çöktükten sonra oynanır).
çööçök
= çöyçök.
çöögün
çaydanlık (su kaynatmak için).
çöölmök
çömlek; ak çöömlök: geceleyin oynanan çocuk oyunu.
çöölü-
1. artık yaralamayıcak ve vurmıyacak (kurşun, ok hakkında); çöölügön ok eken, arcağına ötpöy kaldı: kurşun süratini artık kaybetmişti, hedefi delip geçmedi; 2. tenbel, yorgun koşmak (at hakkında).
çööt
yağmur ve benzerlerinin biriktiği küçük oyuk.
çöp
1. ot, kuru ot; çay çöp: latince adı hypricum olan bir bitki (ş. sami’ye göre: koyunkıran, kılıçotu: m.) ; aram çöp: iris (ot); tıyın çöp: ebegümecinin bir çeşidi: teñge çöp: arslan paçası; alchemilla vulgaris (ot): sen cürgön cerge çöp çıkpayt: senden iyilik beklenmez (harfiyen: senin gezdiğin yerde ot bitmiyor): közgö çöp sal: (karısına, kocasına) ihanet etmek; (harfiyen: göze ot salmak); men anın sarı izine çöp salam: ben onu ne pahasına olursa olsun arayıp bulacağım (harfiyen: ben onun sarı izine ot koyacağım): çöpçar: çörcöp ufak ot döküntüleri; çöp; 2. hayvanlarda son, döleşi (bu mana ile yalnız üçüncü şahsın bitişik zamiri ile kullanılır); koydun çöbü: koyunun sonu (karş. ton ı) .
çöpcü
ot biçmekle ve yığmakla meşgul olan.
çöpkana
k-f. kuru ot anbarı.
çöyçök
(başlıca, çocuklara has) küçük çanak; sır çöyçük: sırlı (boyalı) çanak; kara cıgaç çöyçök: boyasız ağaç çanak; çöyçök al- mec. (at hakkında): pek fazla semirmek (şöyleki sağrısında oluk peyda olur).
çöyçökçü
çöyçök (bk.) yapan usta.
çöyrö
daire, çevre; çöyrösündö: etrafında.
çöyröl
= çöyrö.
çöyrölö-
etrafta hareket etmek; uşu tegerekte ele çöyrölöp cürdüm: şu civarda dolaşak gezdim.
çu
ı, bk. çı. ıı = çü ıı.
çuba-
katar halinde gitmek, biribiri ardınca gitmek.
çubak
1. şua (şuvağ): kündüñ çubağı: güneşin şuaı: 2. (rad.) sıcak.
çubukta-
sürüklenmek.
çubal-
sürüklenmek; sürünmek; yavaş adımlarla yürümek; cibi çubalıp baratat: (o gidiyor) peşinden ipi sürükleniyor.
çubalakta-
it. çubukta-dan.
çubalçı-
uzamak; uzun mesafeye uzanmak (birbirinin peşinden) çubacıgan kalıñ töölüü köç kele atat: çok develi büyük göç katarları geliyor; çubalcıp titin buudaktayt: duman buram buram yükseliyor.
çubalçıt-
et. çubalçı-dan.
çubalıñkı
hafifçe sürüklenen; çubalıñkı sakal: bir parça karışık sakal.
çubalt-
sürüklemek; köynögön çubaltıp uzun kılgan eken: (o kadın kendine) sürüklenen uzun elbise yapmış; çubalta caz- : uzun uzadıya yazmak.
çubaltuu
işs. çubalt-tan.
çubama
uzamış; uzayıp giden, dizi.
çubatuu
işs çubut-tan; attı çubama ğana col: üzerine yalnız dizi halinde yürümek kabil olan yol. işs. çubat-tan; attı çubatuuğa sal-: (yarışlardan önce) atları seyircilerin önünden dizi halinde geçirmek.
çubaş-
müş. çuba-dan
çubat-
ı = çubatun. ıı birbirinin peşinden, dizi halinde yürütmek; koydu çubatıp sana: koyunu biribiri ardınca geçirerek saymak; koy çubat (tar.): koyun sürüsünü geçirmek (bu bir cezadır, ki bu cezaya çarpacak kimseyi yatırarak etrafını dikenlerle çevirirler yahut onun gerilmiş bacaklarını ve kollarını kazıklara bağlarlar ve sonra üzerinden koyun sürüsünü geçirirlerdi).
çubur-
uzamak; akmak; tane tane dökülmek; dizi halinde yürümek. may slaadan çuburup turat: yağ parmakların arasından akıyor; baarı kötünön çuburdu: hepsi onun peşine takıldılar.
çuburma
üzerinden yalnız dizi halinde geömek kabil olan patika.
çuburt-
et. çubur-dan; şilekey çuburt-: salya akıtmak; caş şuburt-: gözyaşı dökmek.
çuburult-
= çuburt; aytkan sözün oyunan çuburultup: söylediği sözünü gereği gibi düşünerek, teemmül ederek.
çuçkak
= çukak.
çuçuğuy
dar,vücudu sıkı saran (giyim hakkında).
çuçuk
1. sucuk; çoçko çuçuğu: (domuz sucuğu; taydıñ çuçuğu: tay etinden yapılan sucuk; çuçuktay bolup semiriptir: pek fazla semirmiş; sözüñ çuçukka tiydi: sözünle iğneledin: 2. hamutun simidi: 3. ilik.
çuçuy-
dar olmak, vücudu sıkı olmak (giyim hakkında); çuçuygan tar şım: bacakları sıkan dar pantolon.
çudurañda-
kımıldamak,hareket etmek (küçük, şişmanca çocuk hakkında)
çuduray-
küçük tepe gibi gözükmek; çudurayğan bala: gürbüz çocuk.
çugoy-
(çü+goy) sürmek, haydalamak: mahmuzlamak: üyün közdöy çugoydu: (süvari) atını evine doğru sürdü.
çuk
çak ııı. sözünün tekidir.
çukak
çocuksuz, kimsesiz, yersiz, yurtsuz.
çukçuy-
zayıf, arık gözükmek,
çukoy
= çugoy.
çuku-
kazımak, kazıyıp çıkarmak, oymak; murun çuku-: burnu karıştırmak; çukuğunday kep tapkan: yerinde sözü çabucak buldu, derhal intikal etti, farkına vardı.
çukul
1. acele, müstacel; sıra dışı, fevkalâde; çukul sıyaz: fevkalâde kongre; çukul mildet: geciktirilmez vazife, askerce iş; 2. kendini zabtedemiyen, çabuk kızan: keskin, atılgan; çukul bura tar- : birden çevirmek; çukul buruluş: kat’i dönüş, dönüm; çukul coop: kısa ve keskin cevap; çukuldan: birden, ansızın; çukuldan kayrıldı: birden, ani olarak döndü; çukuldan katuu çoçup ketti: beklenilmiyen halden gayet korktu; çukulunan ayta saldı: kısa söyledi, inceliklere girişmeden, işin özünü anlattı; 3. yakın; canına çukul kelgende: yanıma çok yakın geldiğinde; koş çıgarına çukul kaldı: ekim zamanına az kaldı; çukul münöt içinde: en kısa bir zaman içinde; çukul cerden bk. cer ı.
çukulda-
ı. çınlıyan, madeni sesler çıkarmak; 2. ötmek (ular hakkında)[*]
çukulduk
ı, sivri kazma, külünk, balka çukulduk: bir köpeğin adıdır. ıı, 1. acele, anilik; 2. katilik; 3. yakınlık.
çukur
çukur, oyuk; bir kazanı andıran derin dere; may çukur: kulak arkasındaki çukur (kulak memesinin altındaki).
çukuran-
inleyişe benzer bir ses çıkarmak (mes. yeni uykudan kalkan adam hakkında); hafifçe melemek (mes. yeni kuzılayan koyun hakkında): çukuranıp oygonup folk. : oynıyarak ve inliyerek.
çukuray
çukurlaşmak (mes. yanaklar hakkında); közü üngüröyp caağı çukuraydı: gözleri battı, yanakları çukurlaştı.
çukurayt-
et. çukuray-dan.
çukuraytuu
işs. çukurayt-tan.
çukurla-
: may çukurla- : (dövüşte) kulak arkasındaki çukura basmak.
çukurlat-
çukur açmak.
çukurlatuu
çukur açma.
çukuş-
müş. çuku-dan; karşılılıca kazmak.
çukut-
et. çuku-dan.
çukuur
kazma aygıtı: tiş çukuur: diş kazgıç, hilal; kulak çukuur: kulak kazma için küçük çubuk.
çulçuğuy
1. şişkin yanaklı, 2. kalın suratlı.
çulçuk
= çulçuğuy.
çulçuy-
şişkin gözükmek (yanak hakkında).
çulçuyt-
et. çulçuy-dan; caagıñdı çulçuytpa; yanağını şişirme!
çuldu
kırıntılar; eti kemirilmiş olan kemik; güdük, küt (mes. fazla kullanılmış olan kazma gibi).
çulduk
çulluk (kuş); töö çulduk gagası orağa benziyen bir nevi çulluk biy ats.: koyunun bulunmadığı yerde keçiye abdürahman çelebi derler (harfiyen. : ördek bulunmadığı yerde çulluk hüküm sürer)
çuldur
söylerken bazı sesleri, mes. «r» yi, iyi telaffuz edemiyen dığdığı.
çuldura-
1. bazı sesleri gereği gibi söyliyememek; 2. çetrefil bir dille konuşmak; al kıtayça kiçine çuldurayt: çince çatra patra konuşuyor.
çulduroo
işs. çuldura-dan.
çulğa-
kuşatmak, sarmak; orup çulğa: sararak örtmek, bürümek, her yanda örtmek; tegerektep çulğap al: her yandan sarmak, kuşatmak.
çulğan-
sarınmak, bürünmek.
çulğu-
yürümek arzusuyla başını sallamak (at hakkında).
çulğur
ateşte kızdırmak suretiyle delik açmak için kullanılan demir çubuk.
çulğut-
et. çulğu-dan.
çulp
suya düşen nesnenin çıkardığı sesi taklit; çulp et- : «çup» diye ses çıkarmak (mes. suya atılan taş hakkında).
çulpulda-
«çulp» sesi çıkmak.
çulu
sağlam; dayanıklı; tıknaz; som (yekpare); çulu kişi: sağlam, güçlü kuvvetli adam (ihtiyarlığına kadar zindeliğini, gücünü muhafaza eden kimse) ; çulu söök: som (kof ve borumsu olmıyan) kemik.
çuluk
kısa kulaklı (koyun kuzu hakkında).
çuluy-
adaleleri sert, kendisi sağlam olmak; tıknaz, güçlü kuvvetli kimseye benzemek; tay bukaday çuluyup mec. (sağlam, kuvvetli) öküz (tosun) gibi.
çumdur-
daldırmak.
çumku-
dalmak (suya).
çumkut-
= çumdur.
çumu-
= çumku-.
çunak
kulaksız; kesik kulak; tek kulaklı; atasın (yahut enesin) cutkan çunak küç. : meş’um (harfiyen : babasını yahut anasını yutmuş: öksüze işte böyle söverler).
çunañ
; kulağın çunañ-çunañ ettirip: (at hakkında); kulağını kısarak.
çunañda-
kısılmak (ısırmaya hazırlanan atın kulağı hakkında).
çunañdat-
et. çunañda-dan; at kulağını çunañdatat: at kulaklarını kısıyor.
çunay-
1. çok kısa yahut çok kısılmış gözükmek (kulak hakkında); 2. kulağını kısmak (at hakkında); 3. mec. hırslanmak; 4. acıklı bir görünüşte bulunmak.
çunayt-
et. çunay-dan; kulak çunayt- : kulak kısmak (mes, ısırmak isteyen at hıkkı).
çuñkul
batık, oyuk; çuñkul köz: batık göz, batık gözlü adam.
çuñkur
çıkur; oyuk; may çuñkur mec. sağmal inek.
çuñkuray-
çukurlaşmak, oyulmak.
çuñkurayt-
et. çuñkuray-dan.
çuñkuraytuu
işs. çuñkurayt-tan.
çuñkurçak
oyuk; çup-çuñkurçak kıl: temelinden yıkmak.
çup
«çu» ile başlayan kelimelere takviye için katılır (bk. çuñkurçak).
çupulda-
çamurda gezerken, yahut suya bir nesne düşerken «cup» diye bir ses çıkmak.
çur
1. aşık oyunu terimi (orta asyadaki rus çocukları lisanında bunun yerine «nalipuk» sözü kullanılır); çur karmadım yahut çurum karmadım «nalipuk» u aldım; 2. bağırmalar; şamata; çur dey düştü: birden bağırdı; kulağı çur dey tüştü: birden kulağı çınladı.
çura
ı. bir hastalığın adıdır.
çura-
ıı. koşmak, kaçmak.
çurat-
koşturmak, kaçırmak.
çuray
: cuka çuray 1. kasık (hayvanlara kasıkta art ayağı gövdeye bağlıyan ince deri); 2. avret (uvut) yerleri.
çurka-
= çura ıı; kanı boyuna çurkadı: kanı kaynadı.
çurkaş
koşma, koşu.
çurkat-
= çurat.
çurku
fıtık.
çurkulda-
fışlamak (tahammur sırasında).
çurkura-
= çurulda.
çurkuraş-
müş. çurkura-dan.
çurmuy-
somurtmak; surat asmak; şişkin olmak (dudaklar hakkında).
çuru
çuru-çuu: gürültü, arbede; çuru-çuu tüşüp ıylap atat: çığlık kopararak ağlıyorlar; koy çuruuçım tüşüp maarap: koyunlar meliyorlar (kalabalık koyun hakkında).
çurulda-
: çuruldap ıyla- : yüksek sesle ağlamak (birkaç kişi hakkında); çuruldap oyno: bağıra çağıra ve gayet canlı bir surette oynamak.
çuruldat-
et. çurulda-dan; it çuruldat- : köpeği kışkırtmak; it çuruldatkan kim? : köpekler kime havlıyorlar?
çutur
çatır ıı. sözünün tekidir.
çuu
çığlık, gürültü: çuu talap ket-: soyup soğana çevirmek; çuru-çuu bk. çuru: anın çuusu basılbadı: onun hakkında dedikodular, lakırdılar kesilmiyorç
çuuda
uzun deve yünü (dizlerde, boyun altında).
çuul
büyük patırtı, arbede, çığlık.
çuula-
çığlık koparmak.
çuulaş
müş. çuula-dan.
çuulat-
et. çuula-dan.
çuulda-
uğuldamak; kulağın çuuldayt: kulağın uğulduyor.
çuuldat-
et. çuulda-dan; beş-altı iret çuuldatıp mıltık atıldı: beş altı defa tüfekle ateş edildi.
çuulğa
= çuul.
çuulğanduu
bağırgan: sövmeyi seven; arbedici.
çuur-
= çuuru-: közünün caşı çuurdu: göz yaşları döküldü.
çuuru-
dizi halinde yürüyüp gitmek, hareket etmek.
çü
ı. bk. çı. ıı. deh; (atı yürümeye zorlama haykırış): çü de = çüdö; çü degen cerden: birden, bir çırpıda: uzun boylu düşünmeden: çü koy- bk. çuğoy.
çüç
ak çüç, : sağ ol; (aksıran adama iyi dilek).
çüçkür-
aksırmak.
çüçkürt-
aksırtmak.
çüçkürük
1. aksırık: 2. bir bitki adıdır.
çüçtö
= çüstö
çüçü
ı: çüçü kulak karma (çocuk oyunlarında iki kura çekilirken) «ebe» yi çıkarmak (biri tükrük ile ıslatılmış olan iki parmağa bakarak).
çüçü-
ıı: fiziyolojik, hele şehvetlik uyanışın en yiksek noktaya çıktığını söylemek.
çüçülö-
(atı) tekrar, sık sık haydamak yürütmeye çalışmak.
çüçülöö
(atı) haydalamak.
çüçülöt-
(atı) haydalatmak.
çüçülötüü
işs. çüçülöt-ten.
çüçün-
düş azmak, ihtilam olmak.
çüçüt
algını çüçüt- bk. algı ııı.
çüçüü
!, oğlakları çağırma haykırışı.
çüdö-
haydamak, (atı) yürümeğe teşvik etmek.
çükçüñdö-
büzülerek, kıvrılarak yürümek (zayıf insan hakkında).
çükçüy-
büzülmek, kıvrılmak (zayıf insan hakkında).
çükö
aşık (koyunun yahut keçinin diz kemiği); bettiñ çükösü: elmacık kemiği.
çükürü
balçuuran (bk) denilen bir bitkinin köküdür, ki bundan, koyun postunu boyamak için kullanılan bir sarı boya çıkarılır.
çüldürö-
(rad.) : anlaşılmaz bir tarda konuşmak; hezeyan söylemek; yabancı, anlaşolmayan bir dille konuşmak.
çülük
öküzün burnuna geçirilen ağaç halka; çülük bolup iyilip turat: dört büklüm olup duruyor.
çümböt
yüz örtüsü (peçe); çarşaf.
çümböttö-
yüzü peçe ile örtmek.
çümböttüü
(kadın hakkında) peçeli.
çümkö-
örtmek, baştanbaşa kapanmak.;
çümkön-
örtünmek; örtülmek;başına kadar örtünmek; paltoyu başına çekmek.
çümkönüü
işs. çümkön-den.
çümköt-
et. çümkö-den; tündük çümköt: sobanın duman deliğini kapatmak.
çümkü-
dalmak, batmak.
çümür-
çimir.
çümürük
= çimirik.
çünçü-
takatten düşmek, bitkin bir hale gelmek (fakir düşmek, üstbas örselenmek ve s.).
çünçüt-
et. çünçü-den.
çünçütüü
işs. çünçüt-ten.
çünçüü
işs. çünçü-den.
çüpürök
paçavra.
çürçüt
başka dinde bulunan, putperest.
çürgö-
itinasız yapmak, üstün körü, şöyle böyle yapmak; arı-beri çürgöy saldık: şöyle böyle yaptık.
çürmüy-
küçük boru şeklinde bulunmak (bilhassa, küçük boru şeklinde çekilmiş olan ince dudaklar hakkında).
çürök
1. birn evi yabani ördek, bağırtlak, anas querquedula; 2. ördek (dişisi) ; 3. dilberin vasfı olarak kullanılır.
çürpö
(karş. çöbürö ı) 1. piliç; 2. mec. çocuk; çürpölör: küçük çocuklar; çürpölörüñüz caksı turabı? : çocuklarınız sıhhatta mıdırlar?
çürtügüy
küçücük ve buruşuk (yüz hakkında).
çürüş
ı, buruşuk; kıvrılmış; büzülmüş; çürüş buuday: buruşuk buğday (tok olmıyan buğday tanesi).
çürüş-
ıı. buruşmak, kıvrılmak büzülmek.
çürüştür-
et. çürüş ıı-den.
çüş
= çüç.
çüştö
ince beyaz patiska; çüştödöy ak: bembeyaz.
çütkör
büyük kirpi: hystricidae; çütkördey: küçücük ve buruşuk; beti çütkördey: kuzugöbeği denilen mantara benziyen; yüzü kuzu göbeği gibi (sövme).
çüülü
= çüylüü.
çüygün
1. semiz yağlı (hayvan hakkında); soğumuñ çüygün bolsun: kestiğim hayvan yağlı olsun; (istikbal için hayvan kesene iyi dilek); mugaddi, besleyici (et hakkında).
çüygündö-
semiz techiz etmek; kazanıñdı çüygündöp as! : yemeğini, tencereye yağlı et atmak suretiyle pişir! : etti çüygündöp ber! etin, yağlı ve lezzetli parçalrını seçerek ver!
çüygündöy-
et. çüygündö-den; kazanıñdı çüygündötüp astırçı: yağlı et pişirtsene!
çüylü
ı, 1. ensedeki büklümler (öküzde ve şişman insanda) ; 2. ense çukuru. ıı = çüylüü.
çüylüü
latince adı astur palumbarius olan bir çeşit atmaca.
çüyrü-
kırıştırmak, buruşturmak.
çüyrül-
buruşmak, kırışmak.
çüyrüy-
memnuniyetsizlikten burnunu buruşturmak; memnun olmayıp yüzünü buruşturmak; hoşnutsuzluktan yüzünü ekşitmek; ötügü (yahut ötügünün tumşuğu) çüyrüyüp ketipurr: çizmesinin burnu kalkık duruyor.
çüyrüyt-
et. çüyrüy-den.
çüyünçü
= süyünçü.
çüyür-
= çüyrü-, murdun çüyürdü: burnunu buruşturdu.
da
de da (dahi); keza; sa dahi; gerçi; meni da, seni da: beni de seni de; sen da barasıñ: sen de varacaksın; eç kim suragan da cok: kimse sormdı bile; söz da bolboğon: lakırtısı bile geçmedi; bir da birin bilbeysiñ: sen onlardan hiçbirini bilmiyorsun; bu hususta senin haberin yoktur; ar bir adım attağan sayın uşul körünüş elestedi da turdu: her adımda şu levha göz önüne geldi de durdu; kim da bolso: kim olursa olsun; kaçan da bolso: ne zaman olursa – olsun; her vakit; beker berse da albaym: bedava verse dahi almıyacağım; bir da bk. bir,: bilgeniñ uşul eken da! : bütün bildiğim şu imiş, ha!; ceyeri ele et da: yersen et yemeli; ança da caman emes: o kadar da fena değil.
daa
ı = dağı.
daa-
ıı, cür’et etmek; cesaret etmek; atılmak; seniñ cürögüñ kantip daayt? : nasıl cesaret ediyorsun?; nasıl korkmuyorsun?; baruuğa cürögü daabayt: varmaya cesaret vermiyor; men ağa daap tiye albadım: ben ona dokunmaya cesaret edemedim.
daağı
= dağı.
daakan
= dubakan.
daakı
(karşı. dakı) 1. ilkbaharda tülememiş olan hayvanın üzerindeki yapağı: daakısı tüşölök tay: henüz tülememiş olan tay; daakı cünün taştadı: yapasığını attı: tüledi (hayvan hakkında); 2. tay derisinden kürk; 3. paçavra (eski yırtık ve buruşuk giyim); daakası çubalğan eski caman cuurkan : paçavraya dönmüş eski yorgan.
daakıluu
dökülmeye yüz tutmuş olan lkbahar tüyü ile kaplanmış; daakıluu tay : (ilkbaharda) tüyü dökülmeye başlayan tay.
daam
a. 1. taam; yiyecek; daamooz tiyip ket! : yemeğin tadına bak da öyle git! bir parça yede öyle git! ; meni daam aydap keldi: beni (buraya) taamdan nasibim getirdi (bana burada yemek mukadder imiş de onun için geldim);ardaamdın başımı : türlü – türlü yemekler; ar taamın başın cedik : çeşit – çeşit yemekler yedik; 2. tad; daamı cok : tadı yok ;tatsız ;daamı caman : tadı fena.
daamdan-
bir yabancı tad sezmek; oozu ermen daamlanıp: ağzıda pelin tadı duyarak.
daamduu
lezzetli; hoş; daamduu söz : hoş söz.
daamoldo
tar. müderris (dini mekteplerde: medreslerde).
daana
ı, f. tane ; nüsha. ıı, f. 1. maruf tanınmış; barızğadaana kişi : hepimize belli adam; 2. bilen; hakim (akıllı); arbir işke daana ciğit: her hususta kavrayışlı delikanlı; 3. okunaklı; açık (vazıh); daana körün -: vazıh: okunaklı olmak; daana caz -: okunaklı yazmak.
daanaklık
danaklık, akıllılık.
daanışman
f. danişmend: ilim ve irfan sahibi.
daar
(yalnız üçüncü şahsın bitişik zamiri ile): kısım parça: bazarğa alıp barğan maldun bir daarı satıldı, bir daarı satılbay kaldı: pazara götürülen hayvanların bir kısmı satıldı, öteki kısmı ise, satılmadan kaldı; kay bir daarı: onlardan bazıları; onlardan bazılar; onlardan kimisi.
daara
: calğız daara: tek başına,yalnız olarak; kendisi; müfret halinde; kendi başına (müstakillen).
daarat
a. aptes: taharet; but daaratı: ayak yıkama; kol daaratı: elleri yıkama; daarat al- : aptes almak; bey daara = daaratsız: daarat sındır- : aptes bozmak; daaratka olturdu: aptes bozmaya oturdu.
daaratsız
1. aptessiz; 2. mec. : müslüman olmayan.
daarattan-
aptes almakç
daarda-
pataklamak (toplu halde bir tek kişiyi).
daarı-
değmek; hafifiçe dokunmak; değmeden geçmek; ok daarıdı: kurşun hafifçe dokundu; çımın daarıp ketiptir: sinek (uçarken) hafifçe dokundu; munu cin daarıp ketken: bunu cin çarpmış; kıdır daarığın: hızır ilişmiş: talihli; muvaffak olan; emine mınçalık daarıdñ?: neden böyle coştun?
daarıt-
et. daarı-dan; canıma daarıtpadım: yanıma yanaştırmadım.
daarip
a. 1. tasvir; tarif (tavsif); 2. lakırdılar; dedikodular.
daba
a. deva: ilaç tedavi; ağa daba cok: «ona ilaç yoktur», onun başından çıkamazsın; onunla uyuşamazsın.
dabaa
= daba.
dabala-
tedavi etmek; emlemek.
daban
dağ geçidi.
dabdırañda-
korku-korka, mütereddid basmak (bütün dört ayağ ile aksayan hayvan hakkında): turup kaldı koy küröñ dapdırañdap, dalaktap: folk. topal ayaklar ile biçimsizce basarak, koyu al at durdu kaldı.
dabernes
= davernes.
dabır
: dabır-dubur: ayak sesi; ileri-geri uğraşma; şamata.
dabıra-
ayak patırtısı çıkarmak.
dabırat-
et. dabıra-dan.
dabırkay
(karş. cayır) hafifçe koyulaşmış olan çam katranı: çam sakızı.
dabırla-
= dabırat-.
dabırlat-
= dabırat-.
dabırt
ayak patırtısı; attıñ dabırtı uğulat: atların ayak patırtısı duyuluyor; dabırt - dübürt: ayak patırtısı.
dabırtta-
ayak patırtısı çıkarmak.
dabış
ses; bir dabıştan: bir ağızdan: dabışka koy- : reye koymak; yazı ile rey toplamak; attıñ dabışı: atın ayak sesi; kişiniñ dabışı : insan sesi.
dabışmak
= tabışmak.
dabışta-
1. bağırmak. 2. seslenmek.
dabıştuu
1. sesli; 2. es: sait (sadalı harf).
dabul
= doolbaş.
dacal
= tacaal; dacalday: «teccal gibi», gaddar, merhametsiz, amansız.
daçı
r. «daça» : sayfiye.
dagdaar-
şaşalamak, afallamak (ne yapacağını bilememek).
dağdağay
kalkık; çıkık; dadısı dağdağay: omuzları kalkık.
dağdal-
= takşal-.
dağdañda-
geniş, bol yakasını sallayarak yürümek.
dağdañdat-
yakasından tutarak sarsmak, silkmek; tışka dağdañdatıp süyröp: yakasından tutarak, dışarı sürükleyip.
dağday-
çıkık durmak; kökürögü dağdayğan: göğüsü kabarık duruyor.
dağdayt-
öne doğru çıkarmak; köküröğön dağdaytıp: göğsünü öne doğru çıkararak.
dağdır
= tağdır.
dağı
ve; daha; keza;dahi; dağı emine kerek! daha ne lazım! : emine bolsa dağı: ne olursa- olsun; kelse dağı: gelirse dahi; bir saar dağı boşko ketpesin: bir saat dahi boşuna gitmesin; dağısın: yahut; dağınkısın: bir daha; dağıkısın dağı aytam: daha ve daha söylüyorum.
dağınkısın
bk. dağı.
dağıra
= ağara.
dağısın
bk. dağı.
dakı
(karş. daakı) buzağı derisinden dikileni, kısa kollu ceket.
dakıl
a. giren, dahil; iştirak eden, işin içinde olan.
daki
ı, f. beyaz muslin. ıı. hilekar; mekkar; kurnaz; işin içinden çıkmasını bilen; dalaydı körüp, daki bolğun kuu: başından birçok şey geçirmiş olup, faka basmaz olan kurnaz adam.
dakilat
= daklot.
dakilik
kurnazlık (başlıca, atlar hakkında).
dakümönt
= dokument.
dal
ı, a. 1. arap alfebesinde «d» harfinin adıdır; 2. mec. kambur; kamburu çıkmış olan. ıı, tas – tamam; noktası – noktasına; dal ortosunda: tam ortasında; dal özü: tam kendisi; naoktası – noktasına onun gibi; dal bular aytkanday: tam onların dediği gibi; dal kel-,: tevafuk etmek. ııı, dal – dal: yırtılıp parça – parça olmuş; dal – dalı çıktı: yırtılıp parça parça oldu. ıv, 1. saşalamış; afallamış; başım (yahut kökürögüm) dal boldu: şaşaladım, kafam yerinde değil: ne yapacağımı bilmiyorum; 2. gevşemiş; kuvvetten düşmüş; bütkön boyum dal boldu: bütün vücudum gevşedi; büsbütün bitap oldum.
dalaa
= talaa.
dalaan
f. = dalaan üy: sofa.
dalaat
: dalaatıña kelgir yahut dalaatı caman: kadınlara yahut kızlara tevcih edilen kadın sövme sözü; öñ – dalaatı cok: o kadını çehresi değişti.
dalakta-
= dalbakta-.
dalalat
a. 1. kayırma; himaye; tesvassut; delalet; 2. delil; tekid; 3. teşebbüs; önayaklık.
dalaparan
f. göztaşı, kibritiyeti nuhas.
dalay
: bir dalay: oldukça çok; ehemmiyetlice.
dalba
ı, 1. yem (alıcı kuş için) 2. yırtık; paçavra haline gelmiş; kiyimi dalba – bolup cırtılıp cüröt: parça – parça olmuş elbise ile geziyor. ıı. parça parça olup yırtılmak: kiyimderi işten çığıp dalbağan: giyimleri büsbütün örselenmiş.
dalbaala-
= dalba ıı.
dalbaar-
yorulmak; kuvvetten düşmek; atıñ dalbaarıp kalıptır: atın takatten düşmüş.
dalbağay
büyük ve biçimsiz.
dalbak
kocaman ve biçimsiz; ak kaçırday dalbak: akbaba gibi biçimsiz, hantal.
dalbakt-
biçimsizce ve ağır – ağır yürümek; dalbaktap çügürü keldi: biçimsizce ve çok ağır bir tarzda koşup geldi: eteği kulaalının kanatınday dalbaktayt: eteği çaylak kanadı gibi (biçimsiz ve hantal) dalganıyor.
dalbaktat-
et. dalbakta-dan;kanattarın dalbaktata sermegileyt: kanatlarını biçimsizce çırpıyor.
dalbala-
= dalba- ıı.
dalbalakta-
= dalbakta-.
dalbañda-
= dalbakta-.
dalbasa
f. boşuna uğraşma; olmayacak hayalere kapılmak dolayısıyla telaş.
dalbasala-
boşuna uğraşmak; tahakkuk etmeyecek hayallere kapılmakla ilgili olarak çabalamak.
dalbasta-
= dalbasala.
dalda
ı, örtü; perde; hail, siper; sığnak; taşın arkasında oturuyor; közdön dalda boldu: gözden kayboldu
dalda-
ıı, hedafi dürüst, doğru tayin etmek; nişan almak; daldap attı: dikkatle nişan alarak ateş etti; kazandı oçokko daldap as! : kazanı ocağa düz, doğru koy!
daldaa
= dalda ı.
daldak
: daldak – duldak: biçimsiz; hantalca.
daldakta-
biçimsizce ve hantalca hareketler yapmak (uzun boylu ve hantal kimse hakkında).
daldal
ı, a. tellal, simsar (başlıca hayvan alım - satımında) ; aracı. ıı = dal – dal (bk. dal ııı).
daldala-
örtmek; perdelemek; himaye etmek; korumak.
daldalan-
saklanmak; gizlenmek; bir perde arkasında saklanmak.
daldanış-
müş. daldalan-’dan.
daldalat-
et. daldala-’dan.
daldalçı
= daldal ı.
daldañda-
dim – dik, yana çıkık duran (mes. büyük kulaklar hakkında). dim – dik, yana çıkık durmak (mes. büyük kulaklar hakkında).
dalday-
1. yatıp uzanmak, serilmek (kocaman ve biçimsiz birisi veya bir şey hakkında); catkan eken daldayıp folk. : (uzun boylu ve hantal adam) serilip yatmış 2. biçimsiz, hantal ve şaşkın bir görünüşte olmak; tüşünö albay daldayıp turdu da kaldı: hiçbir şey anlamayıp, afallayıp durdu.
daladayt-
et. dalday-’dan; kuş kanatın daldaytıp catır: kuş kanadını yayarak yatıyor.
daldıra-
1. gevşemeş; 2. tembelleşmek.
daldırat-
et. daldıra-’dan.
daldıy-
= dalday-; daldıyğan kağaz: büyük kağıt yaprağı.
dale
= degele.
dalı
1. kürek kemiği (anat.); dalı küygüz yahut dalı cak- es. kayun kürek kemiğine bakarak çnceden haber vermek (fal açmak) (bu iş harb seferine çıkarken yapılıyordu); kara dalı kız (17 – 18 yşında olan) olgun kız; kuu dalı bk. kuu ıv 2, : dalısı küzgüdöy:«kürek kemiği ayna gibi» sıhhat fışkırıyor; 2. omuzlar (onların genişliği - eni): dalısı bir kez kelgen cigit: omuzları bir arşın genişliğinde olan delikanlı.
dalıçı
koyunkürek kemiğine bakarak fal açan (önceden haber veren), bk. dalı 1.
dalılan-
omuzlarının şeklile birisini, bir nesneyi andırmak; şumkar dalılañan azamat: omuzları sungur omuzlarını andıran yiğit.
dalıluu
geniş omuzlu.
dalımboo
çin.«dalemba» (bir çeşit çin pamuklu kumaş).
dalil
a. delil; delil keltir- yahut delil körsöt - : delil getirmek; delille isbat etmek.
dalilde-
isbat etmek; deliller göstermek. isbat edilmek, tekit edilmek.
dalildet-
et. delilde-’den.
dalildüü
isbat edilmiş; delillerle tekit edilmiş: müdellel; dalildüü misal: delil olarak getirilen örnek.
dalilsiz
delilsiz; isbatsız; delille tekit edilmemiş olan.
dalilsizdik
delilsizlik, isbat edilmemiş olmaklık.
daliñke
r. tabak.
dalk
= dalkı.
dalkı
a. açılık; acı; acı tad.
dalp
: dalp et- (ağır ve hantal bir nesne hakk.) düşmek; uyğa dalp etip sekirip minip aldı: sıçradı ve bütün ağırlığı ile ineğe bindi.
dalpağay
büyük ve biçimsiz.
dalpay-
büyük ve biçimsiz olmak; dalpayıp kelip, bir coru kondu: bir akbaba uçup geldi ve kondu.
dalpılda-
1. dalgalanmak; 2. manasız sözler söylemek; çene çalmak; dalpıldap ele basıp cüröt: aylak aylak dolaşmak (evde – eve gezmek); kaçan bolso ele dayını cok dalpılday beresiñ: sen her zaman saçma şeyler söylüyorsun.
dalpıldak
1. dalgalanan; 2. geveze; saçma – sapan şeyler söyleyen.
dalpıldat-
et. dalpılda-’dan.
dalsız
taayyun etmemiş; noktası – noktasına belli değil; dalsız çoñduk: namuayyen hacim.
dam
: dam ur yahut dam koy- = dem ur- (bk. dem 1); aldıñdağıñdı içe albay, kazaña dam koyosuñ: önüne konulan yemeği henüz yememiş olduğun halde kazana bakıyorsun.
dama
a. umut; güvenç; iştah; meyletme; hırs; dama kıl- : umut etmek; göz komak; cokton dama kıldı: yok şey için tamahkarlık etti; büyük şey peşinden koştu; daması çoñ: aç gözlü.
damaa
= dana.
damlan-
umut etmek; hırslanmak; aç gözlülük etmek.
damalanuu
meyletme; tamahkarlık etme.
damaluu
arzulu; umudu olan; hırsı olan.
dambal
yahut dambal – ıştan: don; dambalçan: yalnız don giymiş halde (pantolonsuz).
dambaş
bk. eer.
dambılda
: daamoldo.
dambur
: dambur taş es. ot ve süt bolluğuna ermek maksadile, baharda ilk gök gürlemesi sırasındaki kadın yakarışı (kadınlar ellerinde gerdel olduğu halde keçe evin etrafnda dolaşıyorlar ve: cer ayrılıp, kök çık! celin ayrılıp, süt çık! diye bağırıyorlardı, ki : yer ayrıl ot çık; meme ayrıl süt çık! demektir).
dampañda-
hareket etmek (biçimsiz yahut gayet bol elbise giymiş adam hakkında); atka mindi dampañdap folk. : bütün ağırlığı ile ata bindi.
dan
f. 1. habbe; hububat; dan al: dolgun bir hale gelmek (hububat hakkında); dan aldır - : hububatı dolgunlaştırmaya bırakmak; dan kuuray bk. kuuray: dan cebes: şakak; sanı menen birge danı bolsun ats. : yalnız kemmiyet değil keyfiyet de olsun; 2. ekin; ekemek.
dana
(r., v) = danek.
danda-
müşkülpesent (güçbeğenir) olmak; iddialı olmak; beğenmezlik etmek.
dandat-
et. danda-’dan.
danday-
övünmek; caka sarmak.
dandaysı-
övünür gibi olmak; caka satar gibi olmak.
dandır
f. tandır: pideler, börekler pişirmeye mahsus fırın; dandırday kızar: pek fazla kızarmak.
danduu
1. tane ihtiva eden; hububat veren bitkilerle, hububatla mücehhaz olan; danduu eginder: hububat ekinleri, tarlaları; 2. iri dolgun (tane hakkında); danduu buuday: tanesi dolgun olan buğday.
danek
f. çekirdek; örüktüñ danegi: eriğin çekirdeği.
daneker
f. 1. bir çeşit tutkal; 2. mec. barıştırıcı; eki kişi künökör bolso bir kişi danekler ats. : iki kişi kabahatlı olursa (kavga ederlerse) bir kişi barıştırıcı olur.
danekerle-
1. tutkallamak; 2. lehimlemek
dañ
şenlik gürültüsü; canlılık; dañ sal: neşeli bir gürültü koparmak; şuhluk etmek; dañ – duñ: şamata.
dañaza
çin. tanatana; ihtişam; 2. insanı gelecek nesillerin gözünde meşhur yapmak maksadıyla yapılan herhangi bir iş; 3. hayret ve heyecanı mucip olan iş (sensation); dañaza kötör- yahut dañaza kıl- : bir şey hakkında, imiş gibi konuşmak, söylemek.
dañazala-
= dañaza kötör- (bk. dañaza).
dañduu
maruf, tanınmış; mümtaz.
dañğıl-
1. dayanıklı; saşlam; dañğıl col: sağlam işlek yol; işke dañğıl cigit: işe tahammülü olan ve becerikli delikanlı; 2. iş bilen; bilgiç.
dañğıra-
= dañkılda-,dañğırağan col: iyi çiğnenmiş işlek yol.
dañğır
= dañğıl; dañğır- duñğır: takırtı; gümbürtü.
dañğırat-
et. dañğıra-dan.
dañğıt
büyümüş erkek köpek.
dañılda-
= dıñılda-.
dañk
şöhret: ün; marufluk: tanınmış olmaklık; dañkı taş carğan: ünü taş yarmış: şöhreti afakı tutmuş; dañk et: uğuldamak gümbürdemek; mıltık atkan emedey too cañırıp dañk etken: dağlar, tüfekten ateş edilmiş gibi gürlediler.
dañkan
çin. 1. üç ayaklı küçük kazan; 2. mec. atın tırnak altında biriken toz topu (topak).
dañkay-
öne çıkmak; çıkık durmak; mağrur bir tavırla göklere yükselmek; kabarık durmak; dañkayğan ak üylör: muhteşem (büyük) evler.
dañkayyt-
ett. dañkay-dan.
dañkı
(rad.) = dañk.
dañkılda-
yüksek notlar üzerine uzun sesler çıkarmak;çınlamak; ırçının baarı dañkıldap, surnayları añıldap folk. : muganniler (hanendeler) in hepsini şakıyor, zurnaları ötüyor.: dankıldağan col: sağlam,işlek yol.
dañkıluu
(rad.) = dañktuu.
dañktuu
şöhret kazanmış; maruf; tanınmış; mümtazç
dañsa
dañza, çin. (destanlarda) meşhur kimselerin isimleri kaydedilen ensap kitabı.
dañsaçı
(destanlarda) dañsa (bk.) ya kaydeden katip.
danık
anık sözünün tekidir; maselenin anık – danığı: meselenin özü.
danışman
= daanışman.
dap
ı, da ile başlayan sözlere takviye için katılır; dap – dayar: tamamıyla hazır. ıı. f. tef.
dapılda-
= dalpılda-.
dapkırt
şayialar (yayıntılar).
dar
f., 1. darağacı; darğa as-: darağacına asmak, idam etmek; 2. canbazhane urgani.
dara
ayrı: ayrı, kendi başına duran, başkalrına karışmayan: dara col: bariz çizgi, hat.
daraca
a. derece; şerefli derece, hürmet; daraca tap-: dereceeyi bulmak; yükselmek, birinci daracadağı: birinci derecede olan.
daracaluu
dereceli; şerefli; çoğorku mektep es. : yüksek mektep.
darak
f. ağaç.
darala-
bir yana bariz olarak ayırmak; bariz vazıh yapmak.
darat
= daarat.
daray
f. birçeşit ipek; daraydan kılğan köynögü cik – ciginen sögüldü folk. : ipek elbisesi bütün dikiş yerlerinden yırtıldı (söküldü).
darayı
= daray.
darbaan
fena şöhret; birisini lekeleyen yahut kafi derecede tahkikat eleğinden geçmiyen haberler yayma; elge darbaan kılıp ciberdi: bütün dünyaya yaydı, dağıttı.
darbay-
= darday ıı.
darbayt-
= dardayt-: çoñ murutun darbaytıp folk.: kocaman bıyığını öne doğru dikerek.
darbez
f. = darçı.
darbaza
f. sokak kapısı.
darbazaluu
sokak kapısına malik olan; darbazaluu üy: sokak kapısı bulunan ev.
darbı-
kızışmak; şiddetli heyecana kapılmak; gemi azıya alarak koşmak (at hakkında): at darbısa, eşek koşo darbıyt ats.: atın koştuğunu görünce eşek de koşmaya başlar.
darbıt-
et. darbı-dan.
darbız
= tarbız.
darçı
1. cambaz; 2. ( darağacı yanındaki) cellat.
darçin
f., tarçın.
dardak
kaba – saba; hantal; damgalak; sünepe.
dardakta-
biçimsiz,hantalca yürümek.
dardalañda-
neşeli ve gamsız olmak; samimi tabiatlı olmak; dardalañdap köçödö cügürüp cüröt: gamsız ve neşeli neşeli sokakta koşuyor.
dardalañdat-
et. dardalañda-dan: dardalañdatıp elge cayıp cüröt: bütün halka yayıyor.
dardañ
= dardak; dardañ küü: boşboğaz.
dardañda-
= dardakta-; dardañdap ele maktana beret: boyuna ve boşuna övünüyor.
darday
ı, kocaman; iriyarı; darday cigit boldu: koskoca delikanlı oldu.
darday-
ıı, kocaman ve şişman görünüşte bulunmak; dışarıya doğru çıkık durmak (herhangi bir kocaman nesne hakkında); pek fazla şişmek; kabarmak; dardayıp cattı: uzanıp yattı (kocaman ve şişman hakkında); dardağan çoñ üy: kocaman ev; içi dardayıp kööp ketiptir: karnı pek fazla şişmiş, kabarmış.
dardayt-
et. darday- ıı-den.
dardıy
= darday ı.
darek
f. haber; salık; daregi cok: hakkında hiçbir haber yok; dareğicok boğoldu: nam – nişan bırakmadan kaboldu, gitti.
darğa
= dar 1; toktoboy assın darğağa folk. : durmadan hemen dar ağacına assınlar!
darı
f. 1. ilaç; deva; darı – durman yahut darı – dernek: her nevi ilaçlar ve devalar; darı tiydir: ilaç sürmek; 2. barut; ok darı: muharebe malzemesi.
darıçı
f-k. = darıger.
darıger
f. eczacı; tabip.
darıgerlik
eczacılık, tabiplik mesleği yahut mevkii.
darıkana
f. eczahane.
darıla-
tedavi etmek.
darılan-
tedavi olmak.
darılant-
kendisini tedavi ettirmek.
darılat-
tedavi ettirmek.
darılda-
1. cart sesi çıkarmak (yırtılan kağıt, kumaş ve benzerler hakkında); darıldap ayrıılıp ketti: cart diye yırtıldı; 2.(davudi sesle) bağırmak.
darıldak
yaygaracı, bağırgan (kabaca ve açıksaçık söylenmek suretiyle).
darıldat-
et. darılda-dan; darıldatpay arı alğıla! : bağırtmadan öteye götürün!
darıloo
tedavi emleme.
darılpunun
a. es. darulfunun: üniversite.
darım
afsunlama, (üfürükçülerin bir nevitedavi tarzıdar, ki ağızdan hastanın üzerine su serpmek bunun mühim bir kısmı teşkil eder).
darımçı
darım (bk.) usul ile tedavi eden sahte tabip (üfürükçü).
darımda-
darım (bk.) usulu ile tedavi etmek.
darıs
a. ders; darıs oku- 1) ders hazırlamak; 2) (mektepte) ders okumak.
darıya
f. nehir; büyük ırmak.
darkan
(kahraman destanında) demirci; kıldıñ bele kılıçtı, darkan? soktuñ bele soottu, dakan? folk.: kılıç yaptın mı, demirci? zırh döktün mü, demirci?
darkılda-
= darkıra-.
darkıra-
şiddetli bağırmak; boğazı yırtılıncasına bağırmak, haykırmak.
darköy
f. dn. saraylar köşkler.
darman
f. derman: darmanım ketip turak: dermansızlık hissediyorum; dermanım kalmadı; darı – darman bk. darı.
darmanduu
kuvvetli; sağlam.
darmansız
gevşek; kuvvetsiz: dermansız.
dermansızdık
kuvvetsizlik; dermansızlık.
darmek
darı sözünün tekidir.
darmekçi
tabip.
daroo
çabuk; tez; bir lahzede.
dars
= darıs.
dart
f. hastalık; keder; dert; közdö caş, köküröktö, dart: gözde yaş, göğüste dert.
dartta-
dert çekmek; kederlenmek; hasta olmak.
darttan-
mut. darttan-dan.
darttikem
= dattikem.
darttuu
hasta.
dası-
itiyat etmek;el alışmak; dasıbağan; tecrübesiz; toy; dasığan corğo: çok binilmiş yorga (at).
dasmal
f. küçük mendil; başörtüsü.
dastan
f. destan.
dastarkan
f. masa, sofra örtüsü.
daş
f. yahut daş kazan: şölenlerde yemek hazırlamak için kullanılan kocaman kazan; ak boz beye soydurup, daş kazaña saldırdı folk.: beyaz kısrak kestirerek, kocaman kazana attırdı.
dat
ı, pas (madeni eşyada, bitkilerde); dat baskan yahut dat alğan: paslanmış; dat küçösö, dan aldırbayt: pas fazlalaşırsa tane dolgunlaşmaz. ıı, f., 1. imdat isteyip seslenme; şikayet; 2. yukarı mahkemeye başvurma, istinaf.
datta-
1. imdada çağırmak; şikayet etmek; 2. istinaf etmek.
dattanuu
istinafa temyize başvurma.
dattekem
= dattikem.
dattikem
1. kumarbazların oyun esnasında (hele zar atma sırasında) kullandıkları tabir; 2. zar oyunu.
dattoo
1. imdada çağırma; 2. istinaf mahkemesine başvurma.
dattuu
ı, paslanmış; pasla örtülmüş. ıı. 1. imdada çağırmayı ihitva eden; dattuu arız bk. arız: 2. kederli, dertli.
davernes
r. vekaletname.
dayar
a. hazır; hazırlanmış; dayar bol- : hazır olmak; dayar kıl- : hazırlamak.
dayarda-
hazırlamak; hazır eylemek; yavaş – yavaş hazırlamak.
dayardal-
hazırlanmış olmak.
dayardaluu
işs. dayardal-dan; dayardaluu tiyiş: önceden hazırlanılmış olmalı.
dayardan-
hazırlanmak.
dayardanuu
hazırlık (kendi hakkında).
dayardanıl-
hazırlanılmış, hazırlanmış olamak.
dayardat-
et. dayardan-dan.
dayardık
hazır olma;hazırlık; dayardık kör-: hazırlık görmek.
dayardoo
hazırlama; dayardoo uyumdarı: hazırlama teşkilatları.
dayardooçu
hazırlayıcı.
dayek
koşularda kazanan ata verilen mükafat; öndül.
dayekçi
öndüllere bakan memur; koşularda jüri.
dayım
= dayıma; dayım dayar: daima hazır.
dayıma
a. daima; her zaman; ebediyen.
dayın
a. muayyen; tavazzuh etmiş; tayin edilmiş; dayını cok: belirsiz; meçhul; hakkında hiçbir mevşuk haber bulunmayan; bizge dayın: bize belli; bizce bu hususta şüphe yoktur; dayını uğuldu: onun hakkında haber duyuldu; onun hakkında malumat edindi; dayının taptırbay ketti: onun hakkında hiçbir haber yoktur; nam nişan bırakmadan kayboldu, gitti.
dayında-
1. meydana çıkarmak; tarif etmek; tayin eylemek; 2. hazırlamak.
dayındal-
1. açılmak; belli olmak; tayin edilmek; 2. ihzar edilmek.
dayındaş-
müş. dayında-dan.
dayındat-
et. dayında-dan; şeker şerbet, şirin aş dayındatıp berdirip folk.: şeker, şerbet ve tatlı hazırlatarak ve sundurarak.
dayındoo
1. açma (meydana çıkarma); tarif etme; tayin; 2. hazırlama.
dayınduu
açılmış; bilinmiş; taayyun etmiş.
dayınsız
bellisiz; na muayyen; dayınsız kişi: meşhul, belirsiz adam.
dayra
= darıya.
dayrı
kanatları germek; uçmaya alışmak; kuş dayrıt: (yavru) kuş, kuvvetini deneyerek daldan dala uçuyor; 2. mec. (elinden gelmiyecek) teşebbüslerde bulunmak.
dayrıt-
et. dayrı-dan.
de-
1.demek; söylemek; emne dediñ: ne dedin?; deeli yahut deyli: diyelim; degen menen: ne dense densin lakin...; öylesi öyle, amma…; bununla beraber; kün, tün debey (yahut debesten): gece gündüz demeden, geceli – gündüzlü; yirmi dört saat; çaş, karı debey: genç ihtiyar demeksizin: hem gençler, hem ihtiyarlar; eñ köp degende: en çoğu; azami beş gün; hiç de beş günden fazla değil; on kün degende: on gün geçer – geçmez; eñ çok degende: topu topuna; en azı; asgarisi; a degende: 1) olduğı anda; 2) durup – dururken; esaslı bir sebep yokken; ana - mına degende (yahut degiçe) cönöy turğan ubakıt kelip kaldı: şöyle - böyle derken, yola çıkma zamanı da geldi; a dep kelgenimde: ben gelir-gelmez; ben ilk defa geldiğimde; aytayım degenim: demek istediğim; bak ben ne demek istiyorum; alamın degendey kıldı: güya alacak gibi davrandı; öl dese ölüp, tiril dese – tirilgen: her şeyi itirazsız yaptı (harf.: öl! deseler- öldü; dirildi! deseler- dirildi); akılduu dese- akılduu çıyrak dese – çıyrak: akıllı istersen- akıllı, atik istersen- atik; ooy, deseñçi, al kündör esten çıkpayt!: ah efendime söyliyeyim, o günler unutulamaz!; emnege(yahut nege) deseng: bu, ondan, dolayıdır, ki… 2. tesmiye etmek; ad vermek; tesmiye edilmek; adlanmak; tesmiye edilmiş, adlanmış olmak; değen: denilen; adlanan; (adet olduğu üzere, tesmiye edilen şey dinleyene meçhul olduğunda yahut taaccup, memnuyetsizlik ifadelerinde kullanılır); oş degen şaarda: oş denilen şehirde; yenot degen ayban: yenot denilen hayvan; üç kün değende ürümçö degen şaarga kirişti: üç gün geçince ürümçö denilen şehre girdiler; bul emne degeb kep-: bu nasıl söz!; bu da ne demek-; 3. düşünmek; niyet etmek; bir gaye gözetmek; emne dep keldiñ? : ne maksatla geldin? ; okuymun dep keldim: okumak maksadıyla geldim; aytayın degenderimdi ayta albay kaldım: söylemek istediklerimi söyliyemeden kaldım; biz attanalı dep catkanda: biz atlara binmek üzere iken; şamal bastayın dedi: rüzgar dinmek istiyor, dinmeye başlıyor; baray desem, butum ooruyt: gitmek isterdim, fakat bacaklarım ağrıyor.
debder
ı = depter. ıı = kepkir.
debilge
hamle; gayret; çabalama; cakşı ele debilge kıldı ele, bolboy kaldı: o gereği gibi çalıştı, ancak bundan bir iş çıkmadı.
dedek
dedek bolup cür: didinmek, adamakıllı meşgul olmak; fazla gayret sarfetmek; çabalamak; bütün işterge calğız özü debek bolup cüröt: her iş hususunda kendisi bizzat çalışıp – çabalıyor: didiniyor.
dedekte
: dedektep kaç-: sakınmak, içtinap etmek.
dedil
f. gayretli; faal; bir işi büyük bir gayretle kovalayan; dedil bolup cüröt; şiddetli arzu gösteriyor.
dedir-
et. de–den; kıl dedirmeyinçe kılbayt: yap demedikçe yapmıyor; kendi teşebbüsü ile yapmıyor; dedirbey barat: emretmeden varacak.
dedirt-
et. dedir-den; balp dedire suğunup, kurk dedire cuttu ele folk.: hırsa kapanarak, gürültü ile yuttu.
deel-
= del ıı; deelgen: denilmiş; söylenmiş.
deene
= dene.
deer
1. şuur; akıl; düşünceler; dalaylardın deerinde bar: (bu hususta) bir çokları düşünüyor; deerinde cok bolğondon kiyin aytkan menen baydasız: mademki o doğuşundan akılsızdır, ne söylesen faydasız; 2. istidat; deeri cok, kantip okuyt! istidadı olmayınca nasıl okuyacak!
deerlik
hemen- hemen; denilebilir; cok deerlik: yok denilebilecek kadar.
degde-
şiddetle arzu etmek; okuuğa degdep kaldım: tahsil arzusuyla yandım; tündö catsam canıñda, körsöm dep kündüz degdeymin folk. eğer seninle beraber gece yatarsam, gündüzün seni görmek arzusu beni üzüyor.
degdel-
mut. degse-den: köñül degdelet: gönül arzusu ile yanıyor.
dendeñde-
hızlı - hızlı hareket etmek.
degdeñdet-
et. degdeñde-den; anı degdeñdetip süyröp keldi: onu arkasından dürte – dürte sürüklediler; onu zorlayıp sürüklediler.
degdeşe-
müş. degde-den; tamaşanı körüügö degdeşip, tegeretegi ayıldardan el köp keldi: şenlikleri görmek arzusuyla civardaki avullardan (köylerden) çok halk geldi.
degdet-
şiddetli arzu uyandırmak; cürök degdet – yahut köñül degdet-: arzu uyandırmak; cürögömdü degdetip, cürölü deysiñ kalıspay folk.: yüreğimi arzu ile hareket getirerek, «biri – hepimizden ayrılmaz olalım» diyorsun.
degee
çengelli zıpkın.
degele
= degi (bk.) + ele (bk. ele ı); degele katuu süyünüp: aşırı sevinerek.
degi
mutlaka; tamamen; degi kördüñbü! hiç gördün mü? degi aytıñızçı! nihayet söylesene; degi emine bolso da: ne olursa – olsun; degi oyuñda bir deme barbı?: fikrinde, hiç olmasa, bir şey var mıdır!; degi uşunday bolso dağı: öyle olsa dahi; isterse, bin kere öyle olsun, fakat…
degiz-
et. de-den.
dekabr
r. ilkkanun.
dekada
r. dekat (decade) on gün.
deke
f.: deke – duka: galeyan; çırpınma; şiddetli arzu; deke – duka bolup cüröt: büyük heyecan içindedir; sabırsızlıkla bekliyor.
dekebir
kon. dekabr.
deki-
tehdit etmek; korkutmak; gözünü yıldırmak.
dekilde-
sabırsızlık göstermek; bir işi acele, üstünkörü yapmak; ivmek; cöö dekildep gazeta taşıyt: koşa – koşa gazete dağıtıyor; al kaçan kelet dep, dekildep turduk: o ne zaman gelecek diye sabırsızlıkla bekleyip durduk.
dekildet-
et. dekilde-den; kitepti ciber dep, dekildete beret: kitabı gönder diye sıkıştırıyor.
dekilet
kon. = doklat.
dekiret
kon. = dekret.
deklaratsiya
r. deklarasyon: beyanat.
dekret
r. dekre (inkilap günlerinde sovyet hükümetinin çıkardığı ve çokluğu muvakkat mahiyette olan kanun ve karar).
del
ı = dal ıv.
del-
ııdenmek, denilmek.
dela
r. kon. br. («delo») dosya, dava; delada dalildar cok: davada deliller yok; delasın berçi!: şunun dosyasını versene!
delbe
meczup, aklı başında olmayan; anormal.
delbelekte-
acele yürümek.
delbelen-
meczup olmak.
delbelent-
et. delbelen-den.
delbeñde-
telaş etmek.
delbire-
dalgalanmak (mes. bayrak hakkında).
deldegey
= deldek.
deldek
dim – dik duran (mes. kulaklar hakkında); kabarık (mes. burun kanatları hakkında); deldek tanoo: kanatları kabarık olan burun; burun kanatları kabarık olan kimse.
deldekte
= deldeñde-.
deldelekte-
boşuna telaş etmek; dolaplı kafeste dönen sincap gibi çabalamak; bir tiyin tappay, cayı – kışı deldelektep cürgönüng cürgön: kışın – yazın on para kazanmadan boşuna çabalıyorsun (didiniyorsun).
deldeñ
= deldek; deldeñ kulak: sarkık kulak.
deldeñde-
1. dim – dik durmak: sivrilip durmak; 2. şaşkın – şaşkın hareketler yapmak; deldeñdep cüğürüp cüröt: şaşkın bir halde koşuyor, çırpınıyor.
deldeñdet-
et. deldeñde-den.
deldey-
1. dim – dik durmak (mes. kulaklar hakkında); kulağı deldeyip turat: kulakları dim – dik duruyor; 2. afallamak; apışmak; dona kalmak; emine kıların bilbey, öz közünö işenbey, deldeyip kaldı: ne yapacağını bilmeyip, kendi gözlerine inanmayıp, afalladı kaldı.
deldeyt-
et. deldey-den.
dele
ı = (da + ele) ve; keza; ğene; mında dele: burada da; gene burada; ötkön cılkının baarı bugün dele oydo: geçen sen olup – bitenlerin bugün de hepsi hatırımdadır; böböktörübüz dele, ağalarıbız dele: hem küçük kardeşlerimiz, hem büyük kardeşlerimiz; andan dele, mından dele: hem oradan, hem buradan.
delebe
heyecan; alaka; ilgi; delebesi kozğoldu: o heyecan içinde; onun alakası uyandı.
delgir-
= delöörü.
delin-
denilmek; adlanmak; tesmiye olunmak; telaffuz edilmek.
delöörü-
şiddetli temayül izhar etmek; adamakıllı kızışmak; hırslanmak.
delöörüt-
temayülü mucib olmak; kışkırtmak; hırslandırmak.
delpilde-
dalgalanmak; (rüzgarda herhangi bir büyük kumaş parçası hakkında).
delpildet-
et. delpilde-den.
dem
f. 1. nefes; dem al- 1) teneffüs etmek; solumak; 2) dinlenmek; dem alış: istirahat; izin; tatil günleri; kezektüü dem alış: sırasında verilen izin; dem aldır-: nefes aldırmak; istirahat ettirmek; dem ber-: kuvvet vermek; ilham vermek; kürüç dem cedi: prinç (pilav) yumuşayıp kabardı; demin içinen alıp turat: nefesini kısıp duruyor; demiñ içiñde bolsun: nefesini kıs; sus; esrarını söyleme;barına dem kirgen: hepsi geniş nefes aldılar; herkes kendini rahat hissetti; kur ele dem kılışat: boşuna cehdediyorlar; dem sal- es.: bir hastayı, okutmak suretiyle tedavi etmek; dem ur-: niyet etmek; dem bas- burnunu kırmak (kibrini gidermek); dem bayla-: cesarret taslamak; 2. ân; bir demde yahut demge kalbay: dakkasında; bir lahzada; dem – bedem: ikide birde; 3. kuvvet; kudret; 4. cesaret; şecaat.
demagog
r. avam aldatan, demagoji yapan.
demagogiya
r. demagoji.
demci-
arkadan itmek (kalabalıkta arkadakilerinin öndekilerini sıkıştırması gibi); ileriye yürümek; kerkim çapkan sayın demcip tiydi: baltacığım her vuruşta daha yukarı değiyor (bir diğneği dik tutarak yontarken).
demde-
haşlamak, kaynamış suya atmak ve öyle bırakmak; çay demde-: çay demlemek; kürüç demde-: pirinç demlemek: kaynar suda bırakmak; pilav pişirmek; oor balkañdı, işçi, demdep ker: işçi, ağır çekicini yüksek kaldır!
demden-
kuvvet toplamak; sağlamlaşmak.
demdet-
et. demde-den; çay demdet-: çay demletmek; paloo demdet-: pilav pişirtmek.
demdüü-
pervasız; cesur; kur demdüü: boşuna, faydasız yere gayret sarf eden, didinen (işi yerine getirmek için henüz uygun şartlar meydanda yokken).
deme
ı = neme: bir deme: bir şey; azıraak bir demeni estegendey boldu: bir parça bir şeyi hatırlar gibi oldu.
deme-
ıı, (hububati mayileri) ilave etmek katmak; küç deme-: kuvvet toplamak; üstünö suu deme-: üzerine su ilave etmek; seni demep kelgemin: senin yardımına güvenerek gelmişim; demep – demep: bir daha; tekrar – tekrar.
demek
hulasa; sözün kısası; demek; demek, al kelbeyt: demek o gelmiyecek.
demeyde
mutat, gündelik şartlar içinde;demeyde kıyın söylösüñ, direktorduñ aldında söylösöñ bolboybu? şimdi mükemmel söylüyorsun, bunu müdürün önünde söylesen olmaz mı?
demik-
1. ağır ve sık – sık solumak (kapalı ağızdan); nefes darlığından muztarip olmak; at demigip turat: at sık-sık soluyor 2. cehdetmek, gayret etmek, istihdaf etmek; temayül göstermek; ilgeri karay demigip: ileriye doğru gayret ederek.
demilge
= debilge.
demit-
1. kuvvetle ileriye doğru atılmak; toodan aktı taşkın sel,cılğa menen demitip: dağdan taşkın sel aktı, dere boyunca atılarak; it etegin culup alçuday demite berdi: sanki eteğini yırtmak ister gibi, köpek şiddetle saldırdı; 2. göğüsle dayamak, itmek (başlıca,üzerinde bulunduğun atın göğsüyle).
demokrat
r. demokrat
demokratiya
r. demokrasi; partiyanın içki demokratiyası: parti içindeki demokrasi.
demokrattık
demokrasiye ait, ilişiği olan, demokratik.
demöö
zorlama; teşvik.
dempiñ
r. dampiñ (dumping).
den
f. 1. ten;deniñ soobu? :sıhhatte mısın? ; den sooluk? : sıhhat; sağlık; deni soonuñ canı soo ats, : sağlam vucudun ruhu da sağlam olur; deniñdi bağışladıñbı? = kabıl tuttuñbu? (bk. kabıl I); 2. alt olan; bizge den bize ait tir; den al üzerine almak deruhte etmek; tanımak.
dene
f. gövde; ten; beden; dene tarbıyası: bedene bakma, beden terbiyesi; geometriya denesi: hendesî cisim.
deñdaroo
mütereddit; deñdaroo bolup turam: ne seçmesini, neyi üstün tutmayı, neye karar vermesini bilemiyorum.
deñdarıooluk
tereddüt; fikirlerde ve arzularda ikilik:
deñge
eñge sözünün tekidir.
deñgeel
seviye; madaniy deñgl: kültür seviyesi; tak deñgeel tuşuna keldenge: tam önüne geçip durduğunda.
deñgeldeş-
I, müsavi, denk; eköönün küçü deñgeldeş: ikisinin gücü denktir. II, rekabet etmek; boy ölçüşmek, asman menendeñgel deşken deşken uçsuz too: gökle boy ölçüşen, ucu-bucağı olmayan dağ.
deñgene
f. arifâne esası üzerine verilen bir ziyafettir, ki bunun için koyun kesilir (karş. coro, şerne, ülüş).
deñiz
deniz,
deñkiy-
aşırı uzun boylu ve çirkin olmak (başlıca, kadınlar hakkında); u deñkiygen! : vay, seni, ızbandıt!
deniy-
düm-düz olmak; pürüzler giderilmek.
deniyt-
düzletmek; pürüzler gidermek.
depkir
I = tekbir. II, ruhî muvazene (cesaret, maneviyat); depkiri kaçıp kaldı yahut depkirin tappay kaldı: korktu, şaşaladı; depdir tappağır! : rahat yüzü görmeyesin! depkirin aldı: (herhangi bir şey) onu korkuttu; depkirin taptırbadı: onu çok fena bir duruma soktu. III = kepkir.
depkir-
IV, öksürmek; atım depkirin kalıptır: atım öksürüyor.
depkirt-
et. depkir-IV’ten.
depo
r. depo, ahbar.
depozit
depozito: rehin olarak bırakılan akçe.
depter
f. defter; yazıhane, büro defteri; cekelik uçot defteri: zatî işler defteri; çığış defter: çıkan evrakın kaydedildiği depter: gelen evrakın yazıldığı defter: varide.
depterçe
küçük defter; yazıhanede, büroda kullanılan küçük defter; hatıra defteri, bloknot.
deputat
r. mebûs, saylav; Coğorku Sovyet depudatı: Yüksek Sovyet meclisi azası, saylavı.
deputattık
I, mebusa ati, mütaallik. deputattık mildet. mebus vecibesi.
debutattık
II, mebusluk, saylavlık durumu, mevkii; debutattıkka körsöt- : mebus adayı olarak göstermek, ileri sürmek.
dercabl
kon. = dirijabl.
derdeñde-
1. kabarmak (burun kanatları hakkında); attıñ tanoosu derdeñdep, teri zirkireyt: atın burun kanatları kabarıyor ve teri akıyor; 2. (küçücük birisi hakkında) heyecanlı ve döğüşmeye hazır bir halde bulunmak; canlanmak; 3. gururlanmak; sen emne derdeñdep kalıpsıñ? : sen neden bu kadar gururlanıyorsun?
derdey
kabarmak; şişmek.
dere
f. dar boğaz, dar geçit, derbent.
derek
= darek.
derektip
kon. = direktiva.
derektir
kon. = direktör.
dert
= dart.
dertüü
= dartuu.
des
f. kuvvet; kudret; camandıñ koluna des tiyse, oñdurbayt ats. kötü adam kuvvetlenirse, kimseye rahatlık vermez; desi kayttı yahut desi suudu: yavaşladı, dindi, şaşaladı.
destep
f. yahut destepte: başta; en baştan; her şeyden önce.
destiyer
f. muavin; çırak; destiyer bala: çırak oğlan.
deş
I, deyiş; deme; tesmiye; anday deş carabayt: öyle demek doğru, caiz değil.
deş-
II, (bazen deşiş-) hep beraber söylemek; demek; sözleşmek; antlaşmak, anlaşmak.
deviz-
r. şiar (devise).
deyilda
deyilde (destanda) 1 bir bahalı kumaşın adı;deyilda çapan: deyilda kumaşından yapılan çepken (kaftan); 2. bu gibi bir kumaştan dikilen üst giyim.
deyire
= deyre.
deyre
(haddi, sınırı ifade eden bir ektir): değin, kadar; cüz somğo deyre: yüz rubleye kadar; alige deyre: şimdiye kadar; oktyabrge deyre: Oktobore (İlkteşrine) kadar; saat 12-den 2-ye değin; çoñdordon baştan bardarğa deyre: büyüklerden tut da çocuklara kadar; soyuzdan çıgaruuğa deyre: birlikten çıkarmaya kadar.
dıbıra-
1. takırtı yapmak (diyelim, bir sert nesne üzerine dökülen taneler hakkında) 2. çisemek, sepelemek; kün dıbırap caap turat: yağmur sepeliyor; sicim gibi yağmur yağıyor.
dıbırat-
et. dıbıra-dan.
dıbırla
= dıbıra-.
dıbırtta-
= dıbıra; kün bürkölüp, kiçine dıbırtap turat: hava kapanıktır ve yağmur sepeliyor.
dıbış
ün; ses.
dıbışsız
sessiz.
dıbıştuu
sesli.
dıdaar
= dıdar.
dıdar
f. çehre, sima: didar; ak dıdar: beyaz yüzlü; dıdarı suuk yahut dıdarı buzuk yahut dıdarı caman: nâhoş, sevimsiz çehreli.
dığdıy-
1. pek tıknaz olmak; kan Kurmanbek dığıyıp, colborstoy catat mıkıyıp folk. tıknaz han Kurmanbek kaplan gibi büzülerek yatmış. 2. ileriye doğru çıkık durmak; iyni dığdıyıp kötörülüp turat: omuzları kalkık duruyor.
dığdırıl-
sıkıştırılmak; tıkılnış olmak; sokulmuş olmak.
dık
: tañ dık saldı: şafak söktü; cürögünö dık boldu: kalbi titredi.
dıkattı
a-k. dikkat.
dıldıra-
sünepe, beceriksiz olmak; dıldırağan = dıldırak.
dıldırak
beceriksiz; sünepe.
dım
: ünü-dımı cok: sessizlik; sükûnet; tam bir sessizlik; dımı çıkpay coğoldu: nam bırakmadan kayboldu; dınıñdı çığarbay bar! sesini çıkarmadan git! ; dımıñdı çığarbay tap! : hemen bul! ; çok suylenmeden bulacaksın!
dımak
f. arzu; düşünce; tama; kap, dımağıña taş tiygir! : boğazına taş tıkansın! ölçüsüz açgözlülüğün yüzünden canın çıksın! ; dımağı çoñ: tamaı büyük; akılsız değil! ; dımağıñ dalay cerde ğo! : bak ne istiyorsun, ha! ; cügü uyda bolso da, dımağı töödö ats.: bütün yükü inek üzerine ise de gözü devede.
dımı-
1. süzülerek ve görünür-görünmez bir tarzda akmak; 2. ağır, yavaş kaynamak.
dımık-
sıkıntılı, boğucu olmak (hava hakkında); aba dımığat, asman kara sur: hava sıkıntılı, gök kurşunî renkte.
dımıktıtr-
örtmek; sım-sıkı kapamak.
dımıt-
et. dımı-dan; kazandı dımıtıp ele koy! : öyle yap ki kazan yavaşça kaynasın.
dımkıl
boğucu: sıkıntılı; dımkıl tün:sıkıntılı gede.
dıñ
hiç sürülmemiş sapan görmemiş toprak ; eski bedenin dıñdı: eski yonca tarlasının saban görmemiş toprağı; dıñ cerde eğin cakşı cıgat: bâkir toprakta ekin iyi yetişiyor; dıñ suuğan ubak: “bâkir toprağın soğudu çağ” :güz; dıñ buz- : bâkir toprağı sürmek.
dıñdook
nütuu, hamlî: apophise mastoide (kafa kemiği).
dmğğıl
canlı; kıyak; yiğit; becerikli.
dıñılda-
çıngırdamak; tangırdamak.
dıñıkdat-
et. dıngılda-dan.
dıñkılda-
= dankılta-.
dır
(taklit sözdür): dır berip ürk-: ürkerek, kendini bir yana atmak; dır koyup cönödü: taban çekti; tabana kuvvet vererek kaçtı; attı kiçine dır dedirip alalı! : atları bir parça koşıuralım! ; dırday cıñalaç: çırıl-çıplak.
dırama
= drama.
dırdık-
yığılmak (insan kalabalığı ve hayvan sürüsü hakkında); koy dırdığın ürktü: koyunlar ürkerek bir yana yığıldılar.
dırdıy-
şişmek; kabarmak (diyelim, hava ile doldurulan tulum hakkında).
dırğayakta-
kaymak.
dırğayaktat-
et. dırğayakta-dan.
dırğı-
ürküp bir yana yığılmak (kütle hakkında); koyduñ bir çeti dırğıp ürküp kaldı: koyunların bir kısmı ürküp bir yana yığıldı.
dırğır-
et. dırğı-dan.
dırılda-
titreyen ses çıkarmak; çımın dırıldap uçat: sinek vızıldayıp uçuyor; darıldap cügür-: hızlı koşmak; uçarcasına koşmak.
dırıldat-
et. dırılda-dan; attıñ oozun koyo berip, dırıldatıp cetip baram: atı dörtnala koşturarak çabukça yetişeceğim.
dırıya
= dürüyö.
dırkıra-
param-parça olmak; köpürmek, kudurmak; dırkırap kaç-: çil yavrusu gibi dağılmak; şamal dırkırap turat: rüzgâr şiddetli esiyor ve kuduruyor.
dırkırat-
et. dırkıra-dan.
dıydar
= dıdar.
dıykan
f. köylü; kedey dıykan: fakir köylü; orta dıykan: orta halli köylü; baba dıykan mit. çiftçilik hâmisi (harfn: köylü dede); baba dıykan başına çıçtı es. mec. (mahsûl hakkında) bereketli harfn. : dıykan baba başına sıçtı
dıykançı
= dıykan.
dıykançılık
çiftçilik: köy iktisadiyatı.
diagrama
r. diagram.
dialekt
r. lehçe, ağız, diyelek.
dialektika
r. diyalektik (bir nevi felsefî muhakeme usulü).
dialektikalık
: dialektik’e ait, mütaallik; dialektikalık materializm; dialektik maddîcilik.
diametr
r. kutur.
dibiziye
kon. = diviziya.
didaar
= dıdar.
diğer
f. 1. gündelik namazlardan üçüncüsü (günün ikinci yarısında), ikindi; 2. güneş batmadan biraz önce ki zaman; kündigerden ıldıyladı: güneş batmaya yüz tuttu.
dik
: dik-dik: tık-tık; cürögüm tık-tik etet: kalbim şiddetle ve sık-sık çarpıyor.
dikar
r. vahşî insan.
dikilde-
= düküldö; dikildep cürögü kaktı: yüreği sık-sık çarptı.
dikildek
çevik, atik, tetik; atılgan.
dikildet-
= düküldöt-.
dil
f. kalp (karş. cürök, köñül); can-dili menen: canü dilden; büyük memnuniyetle, diliñdi suutpa memnuniyetle; dilindi suutpa yahut dili boyundu suutpa: sukuta hayala uğrama; can-dilimdi berip işteymin: uzenle, dikkatla canlamaşla çalışıyorum.
dilde
f. altın sikke; altın.
dildirem
kon. 1. = telegramma; dildiren ur-: telgraf çekmek. 2. = telegraf.
dilgir
f. şiddetle arzu eden; antuzi ast; baruuğa ötö dilgir: gitmeyi şiddetle arzu ediyor.
dilgirdik
şiddetli arzu; antuzi azm.
dimi
: can dimi (candimi): (katiyen işitmedim, hiçbir zaman görmedim; namussuzum böyle bir şey olmamıştır ve olamazdı da ve s. gibi sözler söyleyerek), aksi hakkında emin olduğu halde bir şeyi inkâr ederek türlü türlü ibarelerle yemin eden kimse.
din
a. din; meshep; din ilmi: ilâhiyat; dini kara: namussuz; dini karardı: fena şeyler tasarlıyor; ondan her şey beklenilebilir.
dinamika
r. dinamik.
dinamit
r. dinamit.
dinastiya
r. sülâle.
dinçil
dindar.
dinçildik
dindarlık.
dindeş
dinleri bir olan, dindaş.
dindüü
: adal dindüü: hak dinli.
diñke
takat; sabır; diñkem kurudu: bıktım; takatım kalmadı.
diñse
= tiñse.
dinsiz
dehrî; zındık, allaha inanmayan.
dinsizdik
dehrîlik, zındıklık.
diplomat
r. diplomat.
diplomatçılık
diplomat mevkii; diploması.
diplomattık
diplomasiye mütaallik, ait.
diputat
= deputat.
dir
(taklitlik söz): dir-dir kak-: titremek.
direktiva
r. direktif, talimat.
direktor
r. direktör, müdür.
direktsiya
r. direksiyon, müdürlük.
dirijabl
r. yolcu balonu (kabilisevk balon).
dirijor
r. orkestra şefi.
dirijorluk
orkestra şefi vazifesi; dirijorluk kıl-: orkestrayı idare etmek.
dirilde-
= dirkire-; tooşu dirildedi: sesi titredi; üşüp dirildep turam: üşüyüp titriyotum; dirildep kan çığıp turat: kan fışkırıp duruyor.
dirildet-
et. dirilde-’den; tooşun diril-detti: sesini titretti. .
dirkire-
1. titremek; 2. ince,kuvvetli ve titrek creyan halinde akmak; bütkön boyu dürküröyt, emçekten sütü dirkireyt folk. bütün vücudu titriyor, memesinden süt akıyor.
dirkiret-
et. dirkire-den.
dirt
(taklidlik söz): kan dirt dey tüştü: kan (aşağıya doğru) sıçradı.
disput
r. mubahase, ilmî münakaşa.
dit
f. düşünceler, tasarlar; arzu; dikkat; ditim cıyırma beşte: gözüm (arzum) yirmi beşte, yirmi beşi almak istiyorum; ditiñe kelse-sat, ditiñe kelbese-sappa: işine gelirse-sat, işine gelmezse-satma! ditiñde sakta: kalbinde sakla, aşkâr etme! ditimenen (yahut ditin salıp) uğup turat: dikkatle dinliyor.
divindent
r. temettü hissesi.
diviziya
r. tümen.
diykan
= dıykan.
doboger
a-f. davacı.
dobul
1. şiddetli dolu; dobul kağıp ketti: dolu vurdu: 2. firtına.
dobulbaş
= doolbaş.
dobuş
ses; dobuşka saluu: reye koyma; caşırı dobuşka saluu: gizli reye koyma; çeçüüçü dobuş: kat’î rey; kengeş berü dobuşu: istişarî rey.
dodo
1. yığın; küme; dodo kılıp üğdük: yığın, küme halinde topladık yığdık; külü dodo bolboğun: külü yığın olmamış (yaşama yerini sık-sık değiştirmeyi seven); 2. kalabalık (halk yığını).
dodolo-
yığın, küme halinde toplamak; dodolop koygon kül: yığın halinde toplanmış kül.
doğdoy-
tıknaz ve sağlam gözükmek.
doğdur
kon, = doktor.
doğo
r. iğri ağaç (araba koşumunda).
dok
f. istira; tevbih, serzeniş, göz dağı, tehdit; dok urun-: korkutmak; göz dağı vermek.
dokçu
iftiracı.
doklad
r. rapor.
dokladçı
doklatçik, rapor veren, rapor okuyan.
doktor
r. doktor, tabip.
doktorluk
1. tababet; 2. doktorluk mesleği yahut mevkii.
doktur
= doktor.
dokturluk
= doktorluk.
dokument
r. belge, vesika, doküman.
dolboor
= dolbor.
dolbor
plan; proje, tasar.
dolbordon-
projesi yapılmış olmak.
doldoy-
: şımım dal-dal bölünüp, kiri muzday doldoyup folk: donum parça- parça olmuş, kiri katmer katmer duruyor.
dolo
(rad. V) hanım; kadın.
dolono
f. apdiken ağacı, crataegus; ukuruğun dolono, uuru-börü colobo! kement sapım akdiken ağacındadır, hırsız kurt bana rast gelme!
dolu
hırçın, betuy; vyrdun-duymaz; dikkafalı; takılgan; dolu toklun: fırtınalı dalgalar.
dolulan-
muziplik etmek; direnmek.
doluluk
hırinlık, bedhuyluk; inat; muziplik; dalaşmanlık.
dombu
= dombul.
dombul
: ombul kelimesinin teki.
dombult-
öne doğru yürütmek, hızlı koşturmak.
dombur
f. iki telli bir çeşit saz.
domburaçı
bu sazı çalan kimse.
domçu
emçi sözünün tekidir.
dominion
r. dominyon.
donma
r. yüksek fırın.
doñkultak
= doñkultak.
doñuz
1. yabanî domuz; doñuz kop-: söv. (mahşer gününde) domuz şeklinde dirilmek; ölmöktön doñuz kop- söv. geber de, domuz şeklinde diril! doñuzduñ tügün döy köröm: bütün ruhumla nefret ediyorum (harfn: bana domuz kılı gibi görünüyor) doñuz rırtı: bir bitkinin adıdır; doñuz aybat, bk. aybat; 2. hayvan devrî takviminde son yılın adıdır.
doo
a. dava; talep; iddia: kara doo: uzun süren dava; doo-doomayım cok: hiçbir dava, iddiam yoktur, ooru aştan, doo karındaştan ats.: hastalık yemekten, dava ise, akrabadan, kardeşten.
dooçu
= doboger.
dool
I = dobul. II, a. davul; dool kak-: davul çalmak.
doola-
dava etmek, hak iddia etmek; mahkemede duruşmak.
doolaş-
biri-birini dava etmek.
doolaştır-
(üçüncü eshası) karşılıklı davaya, mahkemeye kadar gitmeye sebep olmak.
doolat-
et. doola-dan.
doolbaş
davul, alıcı kuşla avlanırken kullanılan küçük davul.
dooluu
munazaalı.
doomay
doo sözünün tekidir.
doomat
a. töhmet, iftira.
door
a. 1. asır; devir; door sür-: hüküm sürmek; anın dooru cürgön çakta: onun hüküm sürdüğü devirde; 2. = dooron.
dooran
= dooron.
doorloş
muasır; çağdaş.
dooron
a. 1. dn. ıskat: ölünün kaldırılmasından önce, onun ruhunun kurtulması, yani azaplarının afedilmesi ve kaldırılması için bir resmi mahsusla verilen sadaka; dooron ber- yahut dooron bayla-: dooron tertip etmek; dooron ötköz-: dooron ayınını idare etmek; 2. dn. cenaze namazından sonra hocalara dağıtılan sadaka; dooron al-: ölünün istirahati ruhu için yapılan ayin sırasında sadaka almak; 3. mec. hüküm sürme; ubağında dooron sürüp aldı: kendi zamanında hüküm sürdü, hakimiyetinin tadını aldı; dooronu cürüp turat: hükmü yürüyor, hüküm sürüyor.
dooruk
hadise; yaşama (baştan geçirme); 16-nçı cılı kırgızdıñ başınan ötkön dooruktadır: 1916 yılından beri Kırgızların geçirdiği hadiseler.
dooş
= dobuş.
dootay
çin. bir vilâyetin âmiri, vali (şarkî Türkistan’da).
dorbo
kad. = baştık II.
dorbool
= dolbor.
dordoğoy
= dordok; oozu dordoğoy: kalın dudaklı.
dordok
kabarık; şişlik; şişkin; şişirilmiş; kalın; baatır dordok yahut baatır dordoñ: kartal nevinelerinden biridir (ki onun gagası şişmiş gibi görünmektedir); oozu dordok: dudakları kalın ; dordok bed: şişkin yüzlü ablak.
dordoñ
= dordok.
dordoy-
kabarık, şişkin, şişman olmak; dordoyğon, kalıñ ootu: kaba, kalın çuha; oozu dordoyup şişip kalıptır: dudakları pek fazla şişmiştir.
dos
f. dost; dos bol-: dost olmak.
dosçuluk
dostluk duyguları; dostluk münasebetleri; ahbaplık.
doske
r. tahta (sınıftaki); kızıl doske: kırmızı tahta; kara doske: kara tahta.
dosondo
I. dost; yakın ahbap; dosondonun canı bir kudandanın malı bir ats. ahbapların canı bir gönüllerin malı bir. II. dostlaşmak.
dost
= dos.
dostoş-
dostlaşmak; ahbap olmak.
dostu
= dos; dostusu: onun dostu.
dostuk
dostluk.
dotatsiya
r. hibe, dotation.
doybu
paytak; doybu oyno-paytak oynamak.
doyur
dediği dedik olan kimse; inatçı.
doyurduk
direngenlik; inat.
dozok
= tozok.
dozoktol-
= tozoktol-
dozor
r. devriye, uç.
döbö
tepe; ak döbö: tabaktaki ufak doğranmış olan etin üzerine konulan yağ parçası.
döböçük
küçük tepe, tepecik.
döböl
= töböl.
döbölü-
yığın, küme şeklinde toplamak; yığmak; bir nesneyi tepe şeklini alırcasına dökmek; bir şeyi çok ve bol vermek yahut ikram etmek.
döbölön-
mut. döbölö-den.
döböö
= döbö.
döböt
büyümüş erkek köpek; erkek kurt.
dödöy
budala; beceriksiz, sünepe.
dödöylük
budalalık; becereksizlik.
dögdür
I, tepecik. II, kon. = doktor.
dögöçü
(destan’da) bir bitkinin adıdır.
dögürsü-
kibirlenmek; caka satmak; gururlanmak; farfaralık etmek, övünmek.
dögürsüü
farfaralık; gururlanma; caka satma.
dömör
bataklıkta kararmış tümsek.
dömpögöy
kalkık; hafifçe çıkık duran.
dömpöy-
hafifçe kalkık durmak (tümsek şeklinde):
dömpöyt-
et. dömpöy-den.
dömpöytüü
işs. döüpöy-den.
döñ
tepe; yüksek yer.
döñgöç
= dönköç.
döñgölö
(tekerlek gibi) yuvarlanmak.
döñgölök
tekerlek.
döñgölön
= döñgölö-.
döñgölöt-
(tekerlek gibi) yuvarlatmak.
döñgölötüü
işs. döñgölöt-’ten.
döñgül
döñgür, tepecik, tümsek.
döñköç
kütük; balta kötör güçö, döñköç dem alat ats.: baltayı kaldırıncaya kadar kütük dinlenir.
döñkölök
= döngkölök.
döö
I, f. dev; son derece iri insan; döö şaalar bk. şaalar. II, işs. de-den.
döödürö-
dırlanmak (can sıkacak bir tarzda bir tarzda ve durmadan konuşan kimse hakkında).
döödüröt-
et. döödürö-den.
döökör
cesûr; atılgan; döökör bakşı bk. baskı.
döökürsü-
= dögürsü-.
döölöt
a. 1. servet; devlet; çıkan menet, kirgen döölöt ats. her çıkan şey (ki ondan mahrum oluyorsun) azaptır; her giren, gelen şey- devletir; döölöt küt-: zengin olmak; 2. devlet; ulu döölöt şovinizmi: büyük devlet şovenliği.
döölöttüü
zengin.
döölük
döö I’den mücerret isim.
döömöt
a. nöbet; sıra; döömöt kütöt: sıra bekliyor; al döömöt kütüp kalıptır: caka sattı, kuruldu.
döömötçü
nöbetçi.
dööperes
= dööpörös.
dööpörös
f. saf; bön (saflığı yüzünden hakikatı söyleyim derken gaf yapan).
döörö-
saçmalanmak; sayıklamak.
döörök
1. geveze; boş boğaz; 2. gevezelik.
döörüt-
et. döörü-den.
döörüü
işs. döörü-’den.
dööt
a. hokka, divit; dööt-kalem: hokka ve kalem.
döötü
I = dööt. II, es. (zanaatlar hâmisi sayılan Davut has isminden alınmıştır) zanaat sahibine verilen ücret; döötünün coluna emne alıp kelesiñ:iş hakkı olarak ne getireceksin! (esnafın müşterisine nezaketle sorduğu sual).
döp
dö ile başlayan sözlere takviye için katılır; döp-döñkölök: yüs-yuvarlak.
dördögöy
= dördök; erdi dördögöy: kalın dudaklı.
dördök
kabarık; kalın (dudak hakkında).
dördöy-
kabarmak; şişmek.
dörö
f. kamçı, kırbaç (cezalandırmak için).
döröölö-
kamçı ile cezalandırmak.
döröölöt-
et. döröölö-den.
döşü
örs.
drama
r. ed. dram.
dramaturg
r. dram yazan.
duba
a. 1. dua; dubası konboy kaldı: duası kabul edilmeden kaldı, dubay salam: mektup; 2. kese; keseye dikilen dua: muska.
dubakan
a-f. es. sahta tabip; üfürükçü.
dubal
f. duvar; çit.
dubala-
1. dua ile tazarru etmek, yakarmak; 2. dua okuyup üfürmek (diyelim, deva olmak üzere, suyu üfürmek).
dubalat-
et. dubala-dan.
dubaluu
dualı.
duban
tar. kaza; sancak; bölge (inkılâptan önceki ıslahattır);karakol dubanı: 1) karakol kazası; 2) karakol kazasının kırgız ahalisi; bir duban erge dañkı çıkkan: ünü bütün bir kazaya yayılmış.
dubana
f. 1. divane; meczup; kaçık; deli; meñ dubana: bañ otu: Hyosciamus niger; bengilik otu; 2. dilençi.
dubay
bk. duba.
dublikat
r.suret; ikinci nüsha, düplikata.
dubulda-
= dulda.
dubur
dabır sözünün tekidir.
ducna
r. kon. düzine; cartı ducna piyba: yarım düzine bira.
ducurke
= tucurke.
duçar
= duuçar.
duduk
; dilsiz; dülöy-duduk bk. dülöy.
duğa
= duba.
duğduy-
(iriyarı adam hakkında) somurtmak, surat asmak; duğduyup unçukpay olturdu: o (iriyarı adam) suratını asarak konuşmadan oturdu.
duh
r. ruh; duh kötör-: maneviyatını yükseltmek, neşelendirmek.
duhoboy
r. duhovoy orkestr: üflemek suretiyle çalınan aletlerden teşekkül eden orkestra.
duka
deke sözünün tekidir.
dukaba
f. kadife.
dulay
1. keçeden yahut koyun derisinden yapılmış olan kış ayakkabısı; 2. alıcı kuşun ayaklarında kösteklerin yaptığı şiş.
duldak
daldak sözünün tekidir.
duluguy
geniş yüzlü (suratlı) ve muzlim çehreli ablak ve suratsız.
duluy-
1. (başlıca, geniş suratlı kimse hakkında) somurtmak; surat asmak; unçuk pay ğana duyulup oltura berüçü: o, adeti olduğu üzere, somurtarak oturuyor ve susuyordu; 2. direnmek, inat etmek.
dum
: em-dum: her nevi tedavi usulleri ve muhtelif emler, ilaçlar.
duma
r. tar. meclis; memelekettik duma: devlet duması (eski Rus parlementosu).
dumana
= dubana; dumananın asasınday silkilde: divanenin asası gibi silkinmek; keçi kuyruğu gibi titremek.
dumba
r. 1. tabure: arkası ve dayangaçları bulunmayan yüksek iskemle; 2. araziyi ayıran sınarlara dikilen alâmet.
dumabala-
sarmak.
dumbalan-
sarılmak; dumbalanıp cat-: başından örtünerek yatmak.
dumbaloo
işs. dumbala-dan; köz dumbaloo; göz boyamak; igfal, aldatma.
dumbul
sarı asma kuşu.
dumuk-
havasızlıktan, nefes darlığından muzdarip olmak; iç sıkılmak.
dumuktur-
boğmak; abadumukturup turat: hava sıkıntılıdır.
duñ
dañ sözününün tekidir.
duñçu
çin. dilmaç, tercüman.
duñda-
bir işi gizlice, sezdirmeden yapmak; arı-beri duñdap ele cok kıldı: gizlice hepsini harcadı.
duñğan
: ala duñğan yahut duñğa: küçük saksağan (bazı dağ florcinleri de böyle tesmiye edilir).
duruçma
r. kon. «drujina» : milis, asker, müfreze, muhafız takımı.
durus
f. dürüst, doğru; münasip; işe yarayan; kaideye uygun olan.
durusta-
düzeltmek; tashih etmek; yoluna koymak; durustap: gereği gibi, iyice.
durustal-
mut. durusta-dan.
durustoo
yoklama; düzletme.
durustuk
doğruluk, dürüstlük.
duşar
= duuçar.
duşman
f. düşman; el düşmanı: halk düşmanı.
duşmançılık
= duşmandık.
duşmandaş-
düşmanlık etmek.
duşmandık
düşmanlık; husumet.
duu
gürültü; patırtı; şamata; duu dep: gürültü ile gürültülüce; el duu külüp ciberdi: halk kahkahayı koyuverdi; kalıñ duu: şiddetli gümbürtü; uu-duu; şiddetli gürültü; gürültüyle karışık intizamsızlık.
duuçar
f. karşılaşan; rast gelen; çarpan; balağa duçar bol-: belâya duçar olmak, çatmak; okko duuçar bol-: kurşuna rastlamak.
duula-
1. gürültü yapmak; uğuldamak; 2. mec. meşhur olmak; 3. çok mebzul olmak.
duulan-
gürültü etmek; uğuldamak.
duulda-
patırtı yapmak; uğuldamak; yaygarayı basmak; çok canlı konuşmak; ot duuldap küydü: ateş büyük alevle yandı; duuldap mas boluştu: adam akıllı sarhoş oldular.
duuldaş-
müş. duulda –dan.
duuldat-
et. duulda-dan; Sotsialistik meldeşti duuldatalı! ; susyalist yarışı daha geniş inkişaf ettirelim! ; kalemperdi aşka salıp içkende oozdu duuldatat: yemeğe kırmızı biber konup yenirse, ağzı fena surette yakıyor.
duutar
f. dutar (bir musiki aleti).
duvay
= dubay (bk. duba).
dübür
= dabır.
dübürö-
ayak patırdısı, araba gürültüsü çıkmak.
dübüröt-
ayak patırtısı, gürültü takırtı çıkarmak.
dübürt-
= dabırt-; attıñ dübürtü: atın ayak patırtısı.
dücürnay
r. «dejurnıy» : nöbetçi.
düğdüñdö-
kuvvetli ve gayretli olmak; yorulmak bilmemek.
dügdüy-
çıkık ve kocaman görünüşte bulunmak; kanburlaşıp durmak (diyelim, atın sağlam boynu hakkında); moynu düğdüygön at: sağlam ve pek boyunlu at; dügdüygön cigit: sağlam delikanlı; dügdüygön kalıñ kol: hesapsız asker.
dükön
a. dükân; magaza; añgeme dükön sal-: sohbet etmek; lâf atmak, çene çalmak.
dükönçü
dükkâncı.
dükönçülük
dükkâncı işi yahut mevkii.
dükört
f. bıyık ve tırnak kesmek için kullanılan küçük makas.
düküldö-
1. çarpmak (korkudan kalp hakkında); cürögün dülüldöp turat: kalbim şiddetli çarpıyor; ben pek korkuyorum; 2. emreder gibi bir eda ile konuşmak.
düküldöt-
et. düküldö-den.
düküy-
1. kabarmak; şişmek; çıkık durmak (tümsek hakkında); 2. sık ve karanlık olmak (bulut, orman, bahçe hakkında); dükügön bak: ağaçları sık bahçe; düküygön ak bulut: koyu bulut.
düküyt-
et. düküy-den.
düküyüü
işs. düküy-den.
dülöy
1. sağır; dülöy-dudak: sağır-dilsiz; dülüygö salam berseñ, «atandıñ başı» deyt ats.: sağıra selâm verirsen, o seni sövmeye başlar; eti dülöy: kalın derili (ağrıya hessâs olmıyan); 2. kulak kiri; 3. güya hayvanların yüreğinde peyda olan küçük artık etler (lâymi zaidler (bu gibi etlerin bulunmaması bir koşu atı için iyi nişane imiş); tuyagında tura cok, cürögöndö dülöy cok folk.: tırnağında kemik yok (bk. tura 1), yüreğinde artık et yok; 4. alay- dülöy 1) tipi; 2) karışıklık; alt-üst olan durum; alay-dülöy boroşo soktu: tipi çevrinti yaptı; alay-dülöy boroon bolup turat: şiddetli tipi, kasırga vardır; 5. cer dülöy (yahut sadece dülöy): kurt mantarı (içi tozla donmul olan bir nevi mantar).
düm
I, f. kuyruk; mıltıktın dümü: tüfek dipçiği. II, korkunç; azametli görünüş (manzara); azamet; dümünön ele adam korkut: yalnız görünüşü bile insanı korkutuyor.
dümbö
f. harbi ucu.
dümbölö-
silahı doldurmak.
dümbül
f. olmamış (meyvalar ve taneler hakkında).
dümbürçök
kon. makpuz; makpuzun koçanı.
dümök
göz dağı; tehdit; felâket; dagdagalı durum; ağa bir dümök körsötöyün (yahut salayın): ben onu bir parça korkutayım: ben ona göstereyim! ; Talastağı çoñ dümök kan Manaska kaçılba folk.: beni Talas’taki korkunç Manas’ın yanına sürme, koğma! ; dümögön tarttım: onun yüzünden çektim (zahmete katlandım).
dümöktüü
1. müthiş; korkunç; 2. sakin olmıyan; dümöktüü üy: rahatsız ev (içinde kavga çok olan ev); dümöktüü kabar: endişeli haberler.
dümp
ses teklidi: onomatopée: düp dey tüştü: pat diye düştü.
dümpüldö-
boğuk ses çıkarmak.
dümpüldök
«kurt ve koyun» oyunu.
dümpüldöt-
1. boğuk ses çıkarmak; 2. dövmek; pataklamak.
dümpüy-
tümsek şeklinde çıkmak, kanbur kumbur olmak; dümpüygön kalıñ kol catat: yığılarak, hesapsız asker yatıyor.
dümpüyt-
et. dümpüy-den.
dümür
yanmış kütük; ağaçın çürümüş ve kararmış kökleri; pek siyah; kap-kara.
dümürçök
küçük kök.
dümüröñdö-
= dümüröy.
dümüröy-
kara görünüşte bulunmak; kararmak; dümüröygön kara kişi: kap- kara adam (ve şişman) adam; tüp-tüp çiy dümüröyüp körünöt: çiğ sazı topu kararıp görünüyor.
düñ
1. marufiyet; şöhret; anıñ düñü çoñ (yahut kıyın): onun büyük şöhreti vardır; el düñ (yahut düü) kılıp alğan: ahali arasında büyük şöhret kazanmış: düñü çıkan tanınmış, şöhret kazanmış; erge düñ boldu; şöhret kazandı; halk arasında tanındı; 2. toptan; gayri safi; düñ sooda: toptan ticaret; düñ tüşüm: gayrisafi (katışık) hasılât; topyekûn istihsal; düñ baa: gayri safi kıymet; toptan fiat.
düñgö
(ayrı-ayrı çiy’in kökü olmayıp) çiy sazı yığının tümsek teşkil eden kökleri.
düñgür
dañğır sözünün tekidir.
düñgürçök
1. (destanda) tütün kutusu; 2. = dümbürçök.
düñgürdüñ
davul sesinin taklididir.
düñgürö-
1. uğuldamak; kulagım düñüröyt: kulağım uğulduyor; cer düñgürögön çuu: şiddetli gürültü; düñgüröp kaç-: sıvışmak; tabanı kaldırmak; 2. hesapsız çok olmak.
düñgüröt-
et. düñgürö-den; kolhoz örüşünö cılkını düñgüröttü: kolhoz kendi otlaklarına hesapsız çok hergele (at sürüsü) sürdü; delegattar zaldı düñgürötüp kolçalışıp, uralar kıykırıştı: murahhaslar şiddetli alkışlar ve «ura!» sesleri ile salonu gürlettiler.
düñk
pat!; bat elge düñk dey tüştü: (bu) bütün halk arasına sür’atla yayıldı.
düñküldö-
1. boğuk ve kesik ses çıkarmak (diyelim, davul hakkında); atağı dünüyö cüzündö dün düñküldöy baştağan: şöhreti bütün dünyaya yayılmaya başladı; 2. (haber hakkında): her tarafa yayılmak.
düñküldöt-
1. boğuk ve kesik-kesik sesler çıkmasını mucip olmak (diyelim, davula vurarak); 2. (haberi) büyük bir özenle yaymak, herkese duydurmak; ar kim bul ayañdı dañaza kötörüp, ayıl arasına düñküldötö berişti: bu haberi, heyecan uyandırıcı olmak üzere, bütün ayıla yaydılar.
düñküy-
kocaman, şişman, ağır olmak; çoçko sınduu düñküygön: domuz gibi şişman.
dünüyö
= düynö.
dünüyölük
= düynölük.
düp
: düp-düp: sert bir şey üzerine şiddetli vurmayı yahut tüfekten ateş etme sesini taklittir; cörögü düp-düp etti: kalbi gayet şiddetli çarptı; mıltık ünü düp dey tüştü: tüfekten ateş etme sesi havayı sarstı.
düpö
: düpö- düpö cötöl-: kesik-kesik ve yüksek sesle öksürmek.
düpüldö-
şiddetli çarpmak (kalp hakkında); cürögö düpüldöyt: kalbi sık-sık ve şiddetli çarpıyor (heyecandan).
düpüldök
çarpma, heyecan (kalp hakkında); titrek ; cürök düpüldögün küçötöt: kalp çarpması gittikçe kuvvetleniyor.
dür
I(taklitlik sözdür): koy dür dey tüştü: koyunlar ürktüler ve hep birden kütle halinde bir yana atıldılar; ot dür dep küydü: ateş tutuşup alevlendi; cürögü dür dey tüştü: kalbi yerinden fırladı; dür et-: kütle halinde biryana atılmak, saldırmak. II: dür- düynö: türlü-türlü eşya; kooperativde dür-düynönün baarı bar: kooperatifte canın ne isterse o var; dür- düynö tamaktı caynaptı saldı: her türlü yemekleri sundu.
dürbö-
şaşkınlığa kapılmak; korkarak ve acele kaçmak; telâş etmek (halk yığını hakkında).
dürböl-
telâş etmek; şaşkın bir durumda bulunmak.
dürbölöñ
panik; şaşkınlık; isyan; kargaşalık; dünbölöñ sal-: şaşkınlık ika etmek; galeyanı mucip olacak yayıntılar çıkarmak, yaymak.
dürbölöñdö-
harekete gelmek; şaşkınlığa tutulmak.
dürböön
akın; yağma; karışıklık; dürböön sal-: tahribat yapmak; Semetey uğup kalbasın, kalkıña dürböön salbasın folk.: Semetey duymasın, senin halkını tarumar etmesin!
dürböş
I, şaşkınlık; galeyan.
dürböş-
II, müş. dürbö-den.
dürböt-
et. dürbö-den.
dürbün
= dürbü.
dürdük-
ürkmek; koy dürdüktü: koyunlar ürktüler, korkup bin yana çekildiler.
dürgü-
kaçmak: koşmak; kaçıp gitmek.
dürk-
ürk- sözünün tekidir; ürküp- dürküp dırkırap folk.: ürkerek ve titriyerek.
dürkün
grup; müfreze; dürkün-türkün: zümre zümre olarak; müfreze müfreze olarak; kütle kütle olarak.
dürkürö-
1. titremek; 2. gürültü yapmak (kalabalık halk hakkında); dürkürögön kıykırık: türlü türlü kafalardan çıkan yüksek ses; 3. geniş şöhrete malik olmak; muvaffak olmak; dürküröp öskön tört tülük: alabildiğine büyüyen ve çoğalan hayvan; dürküröğön temter: gürültülü (alabildiğine yürüyen) hızlar, tempolar.
dürküröt-
et. dürkürö-den.
dürmöt
tüfeğin yemi, doldurma; kuru dürmöt: mermisiz yemleme; mıltıktın dürmötü bar: tüfeğin yemi var (doludur).
dürmöttö-
(tüfeği) doldurmak.
dürmöttölüü
= dürmöttüü.
dürmöttüü
doldurulmuş (tüfek hakkında).
dürs
(taklitlik sözdür): dürsö-dürs uruş: biri-birini pataklamak.
dürsüldö-
ayak patırtısı çıkarmak.
dürsüldöt-
et. dürsüldö-den.
dürt
(patlama için takliklik sözdür): dürt etme zattır: patlayıcı maddeler.
dürüldö-
= dürkürö; bütkön boyum dürüldöyt: korkudan bütün vucudum ürperdi; ot dürüldöp küyöt: ateş çatırdayıp, büyük alevle, yanıyor; koy dürüldöp ürktü: koyunlar ürkerek bir yana atıldılar.
dürüldöş-
müş. dürüldö-den.
dürüldöt-
et. dürüldö-den; mına dürüldötüp biz da cettik: işte, biz de yetiştik.
dürüyö
f. birnevi ipekli kumaş; dürüyö köynök: ipek elbise.
düü
= düñ.
düüldö-
= duulda.
düülük-
köpürmek: kudurmak; şiddetli galeyan izhar eylemek; etim düülügüp çıktı: bütün vücudum kaşınıyor, gidişiyor.
düülültür-
et. düülük-ten.
düynö
a. 1. dünya (âlem); 2. servet; düynösü tügöl: 1) refahın yüksek derecesinde; 2) hiçbir eksikliği yok; dür-düynö bk. dür II; 3. define; hazne; düynö taptı: define buldu; başına devlet kuşu kondu.
düynökor
a-f. dünya malü mülküne haris olan.
düynölük
dünyalık; alemşümul; düynölük rekor: dünya rekoru; calpı düynölük: cihanşümul.
düyşembi
f. duşenbe: pazartesi.
düyüm
muhtelif; her türlü; herneviden; düyüm darı: muhtelif ilâçların halitası.
e
I, yahut ce (genizden söylenir): e! ; haydi! ; ya; haniya? , bakalım, nasıl? ; ee, emne kılıp catasıñ?: e, ne yapıyorsun bakalım! II, hey! bana bak-; ah! ay!
e-
III, gayri kiyasî ve noksan bir yardımcı fiil: imek; bar edi: var idi; vardı; bar eken: var imiş, varmış; emegende = emey, bk. eken, ele II, emen II, emes.
ebak
k-a. çoktan; artık çoktan; ebaktan: çok zamandan beri.
ebakı
çoktanki; eski; çoktan olup biten; ebakı ötkön kün: çoktan geçmiş günler.
ebakkı
= ebakı.
ebegeysiz
pek; gayet; aşırı; ebegeysiz çoñ: aşırı büyük; kocaman.
ebelek
1. çakarken, çivi tepesinin altına konulan astar; 2. perçin çivisi; başınan çığıp ketet dep, tört kırdağan bolotton koş ebelek urdurğan folk.: balta (sapından) kurtulmasın diye dört kenarlı çelikten çift perçin çivisi çaktırdı; 3. Cerato carpus arinarus otu; ebelektey eme ğo, ırğıtıp taştabaysıñbı? Cerato carpus aranarius gibi (hafif)dir; onu kaldırıp atamazsınız?
ebelekte-
yalnız kanatlarının uçlarını kımıldatarak, havada donakalmak (avı üzerindeki çaylak yahut tarirakuşu hakkında).
ebep
(krş. ibep): ar ebeptin sebebi bar: her hastalığın bir sebebi vardır.
ebire-
: ebirbe! yahut ebirebey eegiñdi bas!: çeneni tut: sus!
ebireş-
müş. ebire-den.
ece
I, 1. büyük kız kardeş: abla; ece kiygendi siñdi kiyet ats.: ablanın giydiğini küçük kız kardeş de giyer; 2. es. yaşça genç olan karıya nisbeten yaşça büyük olan karı (zevce). II, a. gram. hece.
eceke
okş. ece I’den; eçekeme işenıp ersiz kaldım ats.: ablama inanıp kocasız kaldım.
ecel
= ezel; ecelden beri: ezelden beri, eskiden beri.
ecele-
hecelemek: heceleyerek zorla okumak.
ecelet-
heceleyerek zorla okutmak.
ecelettir-
et. ecelet-ten.
ecelki
= ezelki.
ecigey
bir çeşit peynir; eçigeydey: eçigey gibi: pek sarı; sap-sarı.
eç
f. hiç; eç kim: hiç kimse;hiçbir şey; eç ubak yahut eç kaçan: hiçbir zaman; eç kayda: hiçbir yerde; eç kanday: hiçbir türlü; eçteke yahut eşteke, eçteme yahut eşteme, eçteñke yahut eşteñke, eçtemke yahut eştemke, eçdeme: hiçbir şey; eç eçteke: büsbütün hiçbir şey; eçteke emes: hiçbir şey değil; fevkalade bir şey yok; zarar yok; eçteñke menen işing cok: hiçbir şeyle ilişiğin yok, hiçbir şeyi merak etmiyorsun.
eçak
= ebak.
eçakı
= ebakı.
eçdeme
bk. eç; eçdeme cok: hiçbir şey yok.
eçe
kaç; eçedesiñ?: kaç yaşındasın.
eçek
(Rad.) şerir; kötü; işe yaramaz.
eçen
1. nekadar; 2. birkaç; çok; eçen colu: birkaç defa; çok defa; eçen cılı: birkaç sene; çok yıllar.
eçendegen
çoklar; pek çoklar.
eçkısa
: eçkısa cok: hiçbir şey yok; hiçbir zarar yok; hiç!
eçki
keçi; too eçki: dağ keçisi.
eçkir-
hıçkırmak; acı acı sesler çıkarmak; eçkirip ıyla-: hıçkırarak ağlamak; derinden iç çekerek ağlamak; eçkirip kül-: ca’lî bir tavırla ve yüksek sesle çok gülmek.
eçöö
kaç (tane, baş, kişi).
eçteke
bk. eç; eçteke cok: hiçbir şey yok; eçteke emes: zararsız; şöyle-böyle; ayrıca bir şey yok; hiç!
eçteme
bk. eç; tok bala eçtemeni oyloboyt ats.: karnı tok çocuk hiçbir şey düşünmez.
ede
(Rad., V ve Fergâneli Noygut- Kıpçaklarında) = ele II; kanday ittiñ kuş edeñ! kanday ittiñ at edeñ- (Rad., V) folk.: ey kuş hangi köpeğin idin sen; ey at, hangi köpeğin idin sen!
edil
: ak edil (başlıca, sağmal hayvan hakkında) yavaş, sâkin; ak edil koy: yavaş, ve memesi yumuşak (sağarken sütünü kolay veren) koyun.
edirekey
kabarık ve hafifçe kıvrılmış olan burun kanatlarına malik olan.
edireñ
= edirekey.
edireñde-
haraketlerinde edirekey’ye (bk.) benzemek.
edireñdet-
et. edireñde-den.
edirey-
1. kabarık ve hafifçe kıvrılmış burun kanatlarına malik olmak; 2. burun kanatlarını kabartarak, azametle bakmak.
edireyt-
et. edirey-den; oopazının murdun edireyte tarttı: öküzünü öyle bir çekti, ki burun kanatları tersine döndü.
ee
I1. sahip; ee bol-sahip çıkmak; tehnikağa ee bol-: tekniğe hakim olmak; 2. Tanrı; 3. gram fail: sujet; ee bağınıñkı: cümle içindeki ulaşma sujet. II, caa berbey ile birlikte: ee-caa berbey: hiçbir tesir altında kalmadan; ee-caa berbey ıylayt: kimseyi dinlemeden boyuna ağlıyor. III, 1. memnuniyetsizlik ve can sıkıntısı ifade eden nida: ee, hetpak! e-eh betbaht (uğursuz)! 2. mânayi kuvvetlendirmek için kullanılan nida; aldıng-ee! aldın ha! IV, bk. e I.
eeçi
= eerçi.
eeçiş-
= eerçiş; karkıraday eeçişip: turnalar gibi, dizi halinde giderek.
eeçit-
= eerçit-.
eek
1. çene; ak eek: aksakallı; ihtiyar; kızıl eek: dişsiz; tursuluk; eegi tüşkön (insan hakkında): çenesi sarkık, ihtiyar; kuvvetten düşmüş ihtiyar; kem eek: alt çenesi, alt dudağı öne doğru çıkık duran ve alt dişleri üst dişlerinin üzerine geçen adam; eegi eegine tiybey kıbırayt: «çenesi çenesine değmeden kımıldıyor»: boyuna çene çalıyor; eyegiñ bas!: çeneni kıs! sus! ; eek kübüröt-: mırıldanmak; eektiñ adlında: «çene altında»: çok yakın; burnunun dibinde; 2. alt dudak; eegin şalpıytıp: alt dudağını sarkıtarak (at hakkında).
eele-
sahip olmak; işgal etmek; benimsemek; bul üydü men eelep aldım: bu odayı (evi) ben işgal ettim; ökmöt askerleri eelegen rayondor: hükümet askerlerinin işgal ettiği bölgeler.
eelen-
şiddetle arzu etmek; kesin karar vermek; engellere bakmaksızın yerine getirmeye çabalamak; göz komak, göze kestirmek; okuymun dep eelenet: hiçbir şeye bakmadan oyumaya karar vermiş; atım eelenet: (itaatsızlık ederek) atım sanki beni fırlatmak isteyerek, ileri atılıyor.
eelet-
et. cele-den
eelik-
heyecana gelmek; coşmak; kızmak; atım elikti: atım kızıştı (meselâ, ayak patırtısı duyarak)
eelikme
çabuk heyecana gelen; çabuk kızışan; eelikme at: hırçın at.
eeliktir-
et. elik- ten; oyu anı oozduksuz attay eelektirdi: fikri, onu gemsiz at gibi, aldı götürdü.
eelit-
= eeliktir.
eelöö
eelö sahip olma; temellük etme,
eelüü
1. sahibi olan; 2. gram. sujet’si bulunan cümle.
een
ıssız; gayri meskûn; tenha; öksüz; een cer: ıssız, gayri meskûn arazi; een bol-: yalnız olmak; een oltur-: yalnız oturmak; anı een çakırıp çığıp: yalnız kendisini çağırıp çıkararak: gizlice çağırarak; koy een ketip bara catat: koyunlar bajımsız (çobansız) gidiyorlar; een-erkin caşağan el: bolluk içinde ve serbest yşayan halk; een kaldı: tek başına kaldı; üyü een kaldı: avi bakımsız kaldı: een baş: dik kafalı, söz dinlemiyen: hırçın; een baş bala: hırçın, haşarı çocuk.
eenbaştık
kendi bildiğile, resen iş görmeklik, keyfî muamele.
eendet-
tek başına bırakmak; tenha bir yere uzaklaştırmak; bizdiñ aldıbızda uğran cok, eendetip çıkkandın kiyin -kim bilsin: bizim önümüzde dövmedi, tenhayere götürdükten sonra ise, -kim bilir.
eendik
1. boş saha; 2. ıssızlık; gayri meskûn olmaklık; tenhalık; 3. öksüzlük.
eer
eyer; nambaş (nan+baş) yahut dambaş (dan+baş) eer: (geniş kaşlı) Kırğız eyeri; ak kañğı eer: (geniş kaşlı) Moğol eyeri; kuşbaş eer: (kaşı ikiye ayrılmış olan) Özbek eyeri; orus eer: Rus kazakları eyeri; erdin kabı: eyer örtüsü.
eerçi-
birinin peşinden gitmek; takip eylemek;colooçunu eyerçip, it ölöt ats.: yolcunu peşinden giderek, köpek geberiyor (çünkü atlıya yetişemez ve gölgede dinlenemez ve s.).
eerçik
küçük eyer: eyerçik.
eerçiş-
dizi halinde biri-birini takip eylemek.
eerçişüü
biri-birinin peşinden gitmek.
eerçit
kendinin peşinden götürmek;takip etmeye icbaretmek.
eerde-
eğerlemek.
eerdi
bk. erin I.
eergül
mil (mihver); menteşe.
eerin
= erin I.
eersiz
sahipsiz; eğersiz caydak: eyersiz; mec. fazla yük almaksızın.
eesiz
sahipsiz; eyesiz süylöm gram. sujet’siz (gayri şahsî) cümle.
eesizdik
1. sahipsizlik; 2. şahsiyetsizlik.
eetimal
a. ihtimal; imkân; olabilirlik.
efir
r. esir (éther), efir mayı: esir yağı.
ege
I = eeI 2. II, 1. eğelemek; demiri bilemek; demiri demirle sürüştürmek; 2. eklemek; uçuna bolot egegen folk. (mızrağın) ucuna çelik eklemiş.
eger
I = eer. II, f. eğer (şart sözdür); egerde 1) eğer; şayet; 2) (menfî cümlede) = egerim.
egerim
f. (menfî cümlede): hiçbir zaman; aslâ; katiyen; egerim kelbet kalbasın: katiyan gelmeden kalmasın.
eges
esef, pişmanlık ifade etmek için kullanılan sözdür; attiñ, egesay (yahut eges kalğır-ay)!: ah, ne yazık!
egeş
I, münazaa; kavga; çarpışma.
egeş-
II, 1. (başlıca, demir hakk.) sürtülmek; 2. kavga etmek; münazaa etmek; ihtilaf durumunda bulunmak.
egeştir-
et. egeş-II den.
egey
: egey-şiğay: kuvvetçe, cesaretçe, yiğitlikçe müsavi olan.
egil-
mut. ek-ten.
egin
1. ekin; dan eginder 1) taneli ekinler; 2) hububat; egin aydoo: çift sürmek ve ekin ekmek; 2. hububat veren bitkiler; egin dayardoo: hububat tedariki.
egindik
ekinlik, tarla.
egiz
I, ikiz; çifte; çift; egiz tuuptur: ikiz doğurdu; egiz kara at: bir çift akra yağız at; egiz kozuday: “ikiz kuzu gibi”: iki su damlası gibi (biri-birine benziyorlar). II, yüksek, yüce.
egöö
= ögöö.
egöölö-
= ögöölö-
egöölöt-
= egöölöt-.
egüü
serpme (hububatı), ekme.
egüüsüz
ekimsiz;egüüsüz talaa: ekin ekilmemiş bozkır, işlenmemiş tarla.
eh
! ah! vah!
ek-
-1. ekmek;dikmek; 2. işlemek (sürmek); uşul cerdi men egem: bu yeri ben sürecek ve ekeceğim.
ekçe-
çırpmak; elemek; seçmek; ekçep alğan: seçme; en iyi.
eçel-
mut. ekçe- den;çöyçöktögü suu tögülböstön ekçelip kelet: kovadaki su çalkalanıyor, fakat dökülmüyor.
ekçelt-
kımıldatmak; dalğalandırmak; may kuyrugun ekçeltip cüröt: yağlı kuyruğunu (kıçını) sallayarak geziyor.
eke
= ake.
eken
e-III’ten geçen zaman gerundifidir;kim ekenin açık ayta alasıñbı?: kim olduğunu açıkça söyleyebilir misin?; özüñdü künölüü ekenin dep bildiñbi?: kabahatlı olduğunu kabul ettin mi?; bul tuuraluu ak ekenimdi özü da toluk bilet: bu hususta benim suçsuz olduğumu kendisi de çok iyi biliyor; anın kim ekenin emi maalim boldu: onun kim olduğu şimdi malum oldu; şaarda ekende: şehirde iken; dağı bir neçe mektep açılsa eken: daha birkaç mektep açılırsaymış ne iyi olacaktı; aytsañar eken: söylese idiniz,iyi olacaktı; oozuña kelgendi süylöy beret ekensiñ: aklına ne gelirse, onu söylüyormuşun; men özüm menen birge eç nerse albağan ekenmin: kendimle hiç bir şey almamış imişim; ölöt eken, uşunda ölöt: ölecekse burada ölür; itke temirdin barkı emne eken?: köpek için demirin ne kıymeti olsun?.
ekendik
eken’den mücerret isimdir; kayda ekendiginin dayını cok:nerede bulunduğu belli değil.
eki
iki; sözün ekî kılbayt: iki türlü söz söylemez; sözünün eridir; eki-ekiden: ikişer-ikişer;ekinin biri: 1) ikisinden biri, 2) en iyisi, ileri gelen; eki bolboysuñ yahut düynödö eki bolboysuñ: dünyada iyilik görmeyeceksin.
ekilen-
1. nazlanmak; 2. çıtkırıldım olmak.
ekilendir-
et. ekilen-den.
ekilent-
et. ekilen-den; komuzdu ekilentip çertti: kopuzu özenle, canla-barla çaldı.
ekilentüü
mübalağa; lüzumundan fazla büyütme.
ekiltik
hesap esnasında ikinin yerini tutan; iki çükö’ye (bk.) denk olan; ekiltik kılıp kaytaramın: iki mislini iade edeceğim.
ekilüü
(at hakkında) hırçın;(kız hakkında): çekingen; çıtkırıldım; hırçın; nazlı.
ekimet
a. hikmet; ekimet kep: hikmetli söz.
ekinçi
ikinci.
ekinçiley
saniyen, ikinci olarak.
ekipaj
r. mürettebat; samolyottun ekipaji: tayyarenin mürettebatı.
ekonomika
r. iktisat; iktisadiyat.
eköö
iki tane; ikisi birlikte; sen ekööbüz: sen ve ben ikimiz.
ekspeditsiya
r. seferî heyet: expédition.
eksploatator
r. işletici, istismar edici.
eksploatatsiya
r. işletme, istismar.
eksploatatsiyala-
işletmek, istismar etmek.
eksploatatsiyalan-
işletilmek, istismar edilmek.
eksploatatsiyalanuu
işs. eksploatatsiyalan-dan.
ektir-
et. ek-den.
el
1. kabile ittihadı; soy; kabile; halk, millet; el kayda köçöt: hanım böceği: Coccinellidae; elicer: vatan; öz ülke; öz halk; el komissarı: halk komiseri (Vekil); el komissariyatı: Halk komiserliği (Vekâlet); el biyleri es.: mahkemelerde jüri heyeti; 2. soydaş (aynı kabile ittihadına, dahil olan); 3. sivil: ahali (örnekler bk. coola ve elde); 4. memleket; devlet; çet el: yabancı millet; yabancı ülke; sınır dışı; çet elderde: yabancı memleketlerde; sınır dışında.
elçabar
Ruslar’ın «patlayan zincirler» oyununu andıran bir nevi çocuk oyunu.
elçi
1. sefir; elçi; haberci; 2. kendi kabilesini, kendi soyunu-sopunu seven; 3. es. halkçı.
elçikana
k-f. elçilik, sefarethane.
elçile-
başkalarını taklit etmek; başkaları gibi yapmak; elçilep kiyim kiygen ceri cok: başkaları gibi giyindiği yoktur (daha fena, daha fakir giyiniyor).
elçilik
1. es. kabile kuruşuna, nizamına bağlılık; 2. sefir,elçi vazifesi yahut mevkii.
elçire-
yumuşamak (kalp hakkında); rikkate gelmek.
elçiret-
et. elcire-den.
elde-
1. sakin ehaliden 2. sakin ahaliden gibi kabul etmek; el deseñ, eldep alamın, coo deseñ, coolap alamın folk.: barışlık niyetlerle geldin isen, seni sakin ahaliden gibi kabul edeceğim; düşmanca fikirlerle geldin isen, düşman gibi kabul edeceğim; 3. halk arasında yaşamak; çooçun cerdi cerdedim, çooçum eldi eldedim folk.: yabancı yerde oturdum, yabancı millet içinde yaşadım.
eldeş
I, soydaş; yurttaş. II, 1. barışmak; uzlaşmak; 2. (oyun esnasında) kura çekmek.
eldeştir-
barıştırmak; uzlaştırmak.
eldeştirüü
1. barıştırma; 2. (oyun sırasında) kura çekme.
eldeşüü
işs. eldeş- II den.
eldik
I: calpı eldik: bütün halka şümülü olan. II, (karş. sendik): halkçı: halk taraftarı; eldik bolup catkansıyt: halk taraftarlığı taslıyor.
eldüü
meskûn; eldüü cer: meskûn mahal; eldüü cerde elek bar: ats.: insanların bulunduğu yerde elek de bulunur.
ele
I, bir ektir, ki cümlenin manasını tahdit etmek veya ona katiyet vermek için kullanılır; sık-sık tekrar edildiğinde ise, manasını büsbütün kaybeder; tokuz ele kün kaldı: yalnız dokuz gün kaldı: ötkön ele cılı: daha geçen sene; men elemin: evet, bu benim; süylöt elekte ele küldük: o daha söylemeye başlamamışken, biz gülmeye başladık; özüm ele baram: ben yalnız gideceğim; kelip ele kayta bar: gel de hemen git (burada fazla kalmayacaksın); at bolboso, cöö ele ele baralı: at olmazsa, yaya gidelim; aytkanıñday ele bolsun: haydi senin dediğin gibi olsun; alıp kelgeniñ uşul elebi?: getirdiğinin hepsi bundan ibaret midir? ; dayım ele uşunday: daima böyledir; kol kabuş kıla koysuñçu, deseñ «al ele, bul ele» deşet: sen onlardan yardım istiyorsun, onlar ise hep bundan kaçınıyorlar; sadalı ile biten sözden sonra gelirse, önce gelen sözün sadalısı düşüyor: oñoy bele (bı + ele)?: kolay mı dersin? ; men aytpadım bele!: söylemedim mi!
ele-
II, (karş. e III) olmak manasına gelen yardımcı fiildir; saitle biten sözden sonra ele I (bk.) de olan hali burada da görürüz; kıştıñ künü ele: kış idi; kışın olmuştu; tün ele: gece idi; özüñ kayda turgan eleñ?: (o zaman) sen kendin nerede yaşıyordun? ; al kezde men çaş elem: o sırada ben gençtim; murun da bilet elem: evelce de biliyordum; biz kim elek, kim bolduk!: biz kim idik, şimdi kim olduk! r-li, s-li gerundif ile birlikte conjonetif ekil yapar: berer beleñ (bi + eleñ) yahut beret beleñ: verir mi idin? ; uşunday bolor belem- yahut uşunday bolot belem?: böyle olur mu idim? ; eç bir manisi bolbos ele: (bunda) hiçbir mana olmazdı; ğay-lı fiille birlikte dilek ifade ettiği gibi, fiil menfi şekilde olduğu zaman korku-şüphe ifade eder: kelgey ele: gelse idi, iyi olacaktı; bugün boroon bolboğoy ele: korkarım ki bugün bora olmasın. III, 1. elemek (kalburla, elekle); 2. çikit (bk.) oyunu sırasında küçük değneği büyük değnekle vurup defetmek. IV, farkına varmak; dikkat etmek; tepkimek (aksülâmelde bulunmak); elebeptir: hiç aldırmadı.
eleçek
f. evli kadının sarığı; tokol eleçek: aynı sarıktır, ancak bu, daha alçak olur; kaz eleçek: kocaman hacimdeki sarık; kiymeleçek (kiyme + eleçek): Kazah kadınlarının başına giydikleri şey.
elek
I, elek: kıldan yapılan elek; cez elek yahut torko elek: tel elek; süzgü elek: süzgeç; çıpka elek bk. çıpka; etegi elek, ceñi celek: yırtık pırtık giyim hakkında; harf.: eteği elek, kolları bayraktır, eteği elek, ceñi celek bolup iştedi: durmadan-dinlenmeden ve büyük şevkle çalıştı. II, «şimdilik henüz…» manasına gelen ve fiile menfi mana veren bir ektir; yalnız esas fiilin hal zaman gerundifi ile birlikte kullanılır: kelelek (kele + elek): henüz gelmedi; körölökmün (körö + elek + min): daha görmedim; çay içeleğinde keldim: ben onun henüz çay içmediği anda geldim; caan caaleginde (caay eleginde) barıñar: henüz yağmur yağmamışken gidiniz; Lenindiñ carıya kılına elek katı: Leninin henüz neşredilmemiş olan mektubu; karıy elek: o daha kocamamış; körö elekter: henüz görmemiş olanlar; bk. ele.
elekten-
ufak pürüzlerele örtülmek; köl üstü elektendi: gülün yüzü ufak pürüzlerle örtüldü; köz aldı ımırcımır bolup elektene tüştü: göz önü kararır gibi oldu.
elektr
elektir, r. elektrik; elektriğe ait.
elektrleş-
elektiriklenmek: memlekette elektrik tesisatı yayılmak.
elektrleştirüü
elektrikleştirme: memlekette elektrik tesisatını yayma.
elektron
r. elektiron.
element
r. eleman: unsur; cat element sis. yabancı unsur.
elementardık
iptidaî ilkel, basit.
elen-
elekten geçirilmek, elenmek.
eleñ
dikkat; köp eleñ da kıybayt: ayrıca dikkat etmiyor; ona vız gelir; ehemmiyet vermiyor; eleñ-eleñ et- yahut eleñ-bulañ et-: korka korka etrafa, bakınmak eleñ-eleñ etip, kılçaktap art cağın karayt: kuşkulanarak arkasına bakınıyor.
eleñde-
bakınmak; başını süratla çevirerek, korkarak,bakınmak; telâş etmek; kulağı korkkon koyondun kulağınday leñdey tüşkön: kulakları korkmuş tavşanın kulakları gibi kımıldadı.
eleñdeş
müş. eleñde-den.
eleñdet
et. eleñde-den; at kulağın eleñdetet, bir deme körüp turat ko: at kulaklarını kımıldatıyor: bir şey görüyor, galiba.
elep
: elep-celep bol-: heyecan içinde bulunmak, sabırsızlıkla beklemek; cürögü elep-celep bolup alıp uçup toktolbodu: kalbi endişe ile çarptı ve o, sükûnet bulamadı.
eles
silüet; vazıh olmayan çizgiler; hayalet; timsal (image); eles-bulas közümö körünö tüştü: bana bir lahza için hayalmeyal gözüktü; eles-bulas bilem: hayalmeyal hatırlıyorum; elesi çok elder: çok uzaklarda bulunan halklar; kağeles (kak + eles) yazıfça (insan hakkında).
eletse-
hayalmeyal görünmek; tahayyül edilmek; közüñö elestey kalat: gözünün önüne geliyor (hatırlanıyor); tün içinde attın elesteginen kişinin kele catkanın bilgen: karanlıkta atın silüetinden bir adamın gelmekte olduğunun farkına varıyordu.
elestel-
mut. eletse-den.
elestet-
et. eletse-den; köz aldıma elestettin: hayalmeyal göz önüme getirdim: köz adlına kelecek künün elestetti: geleceğini göz önüne getirdi; al kündördü tüşümdöy elesteten: o günleri bir rûya gibi hatırlıyorum.
elestetüü
işs. elestet-ten.
elestöö
işs. eletse-den.
elet
I, (karş. Moğol. ölöt): göçebe ahali (oturak ahaliye karşı konuluyor); eleten kelgen: ucra meleketten gelmiş. II, hayvanlara tevci edilen sövme sözüdür ( = ölöt); kayda kurgur ketti elem elet!: nerede battı bu geberesi!
elet-
III, 1. elekten geçirtmek: eletmek; 2. (hastalanmış eti, sarkıtıp tutarak) ufak doğramak.
eletçi
step, bozkır adamı.
elettik
kır adamına, göçebeye taalluk eden her şey; «sahraîlik»; taşralık.
elevator
r. silo.
elge-
= ele-III.
elgek
= elek I.
eli
parmak genişliği (uzunluk ölçüsü); eki eli: iki parmak genişliği; anın kiri bir eli: üzerindeki kir bir parmak kalınlığındadır; kazısı üç eli çığıttır: (tabakanın kalınlığı hakkında) karın yağı üç parmak kalınlığındaymış.
elik
karaca: Capreolus; öödökaçkan elik murundañan: ucu yukarıya doğru kalkık duran burunlu.
elikme
hırs.
elikte-
maskaralık yapmak (başlıca dudaklar ile); yüzü ekşitmak, buruşturmak; birisini kızdırmak maksadı ile taklidini yapmak.
eliktet-
et. elikte-den.
eliktöö
birini takipm etme; taklit eyleme, birini kızdırmak için yüzünden buruşukluklar uyapmak.
elir
1. kuvvet, enerji toplamak; 2. şiddetli temayüle malik olmak; 3. heyecana gelmek; taşkınlık etmek: kudurmak; cin tiygendey elirip: cin çarpmış gibi kudurarak 4. somnambulisme (uykuda dolaşma) hastalığından muztarip olmak; daha ör. bk. elirme.
elirme
somnambulisme; elirmesi bar, tün içinde elirip ketet: somnambulisme’den muztariptir, geceleyin uykuda dolaşıyor.
elirmelüü
somnambulisme’le mushap: lunatique: uykuda dolaşan.
elirt-
et. elir-den.
elkim
= elkin 1.
elkin
I, tek; eşi olmayan; bakiye kalan; sen elkinsin (çocuk oyunları): sen ebesin, senin tekin yoktur; elkin tooğa men çıksam, el karaanı körün böyt folk.: tek başına duran dağa çıkarsam, -insan hayaleti bile görünmez. II, kuşkurtulmuş; heyecana tutulmuş.
elkindik
yalnızlık.
elöö
işs. ele-III-’ten.
elöölü
göze çarpan; gözüken; dikkati çeken; dikkate değer.
elöörü-
büyük i,lgi göstermek; aşırı temayül göstermek.
elöösüz
1. sezilmeksizin; kün battı, elöösüz tün cattı: güneş battı; sezinmeden gece bastı; 2. dikkatsizce; kayıtsızca; ehemmiyet vermeksizin; elöösüz ötüp kettim: ehemmiyet vermeden dikkat etmeksizin geçip gittim; 3. bakımsız.
elöösüzdük
dikkatsizlik; kayıtsızlık; kayıtsız muamele.
elpek
1. hamarat çevik; atik; elpek cigit: çevik, atik delikanlı; atınan elpek tüşüp: atından çeviklikle inerek; 2. itaatli: söz dinliyen, lutufkâr, hatır şinas; mülâyim.
elpektik
1. hamaratlık; 2. hizmete amade olmaklık; mülâyimlik.
elpeñde-
hizmet etmek maksadı ile telâş etmek.
elpeşte-
= alpeşte-.
eltey-
: elteyip kara: tahassürle bakmak (uzaklaşanın arkasından).
elteleñde-
= elteñde-.
elteñde-
başını döndürerek, korka korka bakınmak; elep-celep bolup elteñdedi: korka-korka başını döndürdü.
elteñdet-
et. elteñde-den.
elüü
elli.
em
I, 1. es. üfürükçü ileçları; 2. (hastalığa karşı) aşı. II = emi.
em-
III, emmek (emziği, memeyi); kısır emdi bk. kısır.
emçek
meme (kadın memesi); emçek bala: meme emen çocuk. emçekten çığarmak (çocuğu) memeden ayırmak; emçekten çıkan bala: memeden ayrılmış çocuk;bala ıylabay emçek kana! ats.: ağlamayan çocuğa mama vermezler: (harf. : çocuk ağlamazsa meme nerede?); beemçek’ (bee + emçek) 1) kökü dereni yabani bir bitki; 2) yabani ağaç çileği.
emçekteş
süt kardeşler.
emçi
1. tabip; emçi - domçu tabip; 2. çocukları tedavi eden üfürükçü kadın.
emçil
sahte tababete mütemayil.
emde-
. 1. es. üfürükçü ilaçlarıyla tedavi etmek; emdep - domdop her nevi üfürüklerle, afsunlarla tedavi ederek; 2. (hastalığa karşı) aşı yapmak.
emtel-
mut. emde - den.
emdet-
et. emde - den.
emdetiş-
miş. emdet - ten.
emdi
ı = emi; emdigeçe yahut emdige: şimdiye kadar; bu ana değin. ıı: kısır emdi bk. kısır.
emdigi
ı. şimdiki; 2. ilerideki; gelecekteki; emdigi cılı: gelecek sene.
emdöö
ı. es. üfürükçü ilaçlarıyla tedavi etme; 2. (hastalığa karşı) aşı.
eme
ı(rad.), kocakarı. ıı = neme; bir eme: bir nesne; bir şey.emegende (e ıı + me + gen + de ) = emey; kiçine emegende. çoñ turabı?- : elbette küçük, yoksa büyük mü olacak?
emen
ı, meşe. ıı = emes (fakat yalnız 1 - nci şahıs için) alğan emen: almış değilim.
emerek
- ev eşyası.
emes
. ( e ıı + me + s ) değil (isimlerin nefyi için kullanı1ır); al emes: o değil; çakşı emes; iyi değil; toğuz cıldan kem emes: dokuz seneden eksik değil; emes bolso kerek: öyle değil olsa gerektir; ceke ğana bul emes: yalnız bu değil; kişi emes kişi söz emes sözdü süylöyt ats. : adam olmamış adam uygunsuz söz söyler.
emese
(e ıı + me + se) eğer öyle ise; o takdirde; meğer öyle imiş; aksi takdirde.
emestik
emes - ten mücerret isimdir; teñ emestik: denk değillik, müsavisizlik.
emey
(e ıı + me + y): eğer değilse; sen emey, kim ele? : sen değilsen, kim olacak? (muhakkak sen); meniki emey kimidiki? : benimki değil de, kimin ki olacak? (asıl benimkidir).
emgek
1. imik. bıngıldak; (yeni doğan çocukların kafasının yumuşak olan yeri); 2. emek; koşumça emgek: ulama emek; mildettüü emgek: iş mükellefiyeti; emgek singen: emektar; emgek singen artist: yahut emgek siñirgen artist:
emekli
artist.
emgekçi
emekçi; çalışan.
emekçil
emeksever; çalışkan.
emgekte-
emeklemek (çocucuk hakkında); dört ayak yürümek; bala emgektep kaldı: çocuk emeklemeye başladı (muayyen bir yaşa geldi); emgektegen çaşım bar: küçük çocuklarım var.
emgekten-
emek sarf etmek; çalışmak; zahmete katlanmak.
emgekteş-
emekdaş; iş ortağı. emgekteştik, emekdaşlık.
emgektüü
çok mahrumiyetlere katlanan.
emgi
= emki; emgiçe yahut emgiçekti 1) şimdiye kadar; bu zamana değin 2) şimdi artık.; emgiçekti okumuştuu azamat bolor ele: şimdi o artık okumuş bir delikanlı olurdu.
emgiçe
emgiçekti. bk. emgi.
emi
1. şimdi; şu zamanda; emgiçeşimdiye kadar; bu zanıana değin; 2. ondan sonra; emi dağı emine kerek? : şimdi daha ne lazım?
emigrant
r. siyasi mülteci.
emidratsiya
r. siyasi mülteciler zümresi.
emiki
bk. emki.
emin
erkin sözünün tekidir; emin - erkin caşa- : bolluk ve rahat içinde yaşamak.
emine
emne, ne?; emine deyt? : ne diyor?; emine üçün? : niçin?; neden?; emine sebepten? : ne sebep- ten?; emine üçün dür : nedense; bul eminesi? bu neden böyle!; daha ne uydurdu?; işiñ emine? sana ne?; eminesi bolso da : ne olursa - olsun; anda emineler cok!: orada neler - neler yok!
eminelikten
neden; niçin; ne seh2p- ten.
emiş
= imiş; emiş emiş söz köböy dü: her türlü laflar, lakırdılar yayıldı, çoğaldı; kelet dep emişten uzun kulaktan uğam : ,duyduğum lakırdılara ve yayıntılara bakılırsa, o gelmelidir; kulalı degen kuş emiş. tomoloğop almak kıyın iş emiş (tekerleme) : çaylak yırtıcı kuş imiş, ona kalpak giydirmek güç imiş.
emiz-
çocuğu meme ile, beslemek emzirmek.
emizdik
emzik.
ersizdir-
emdirmek.
emizgi
= emizdik.
emiziş
emizüü, işs. emiz - den.
emki
yahut emiki, 1. şimdiki; 2. ilerdeki; sonradan gelen ayağa em ki sanda: sonu gelecek nüshada.
emne
bk. emine.
emnelikten
= eminelikten..
emotsiya
r. heyecan; emotion.
emprizm
r. empirisme (bir felsefi sistem).
emşey-
dişsiz görünüşte bulunmak (dişler döküklükten sonra altçene öne doğru çıkık durduğundan); emşeyden kempir: dişsiz kocakarı; pepeleyen kocakarı,
emşiy-
= emşey-,
emşing
ağlamasa sızlanma;
emşiñ-
enşing et – ağlamsamak sız1anmak,
emşiñde-
ağlamsamak; sızlanmak; şimdi ağlayacak gibi durmak (başlıca, kocakarılar hakkında).
emtikan
a. es. imtihan.
en
ı, genişlik: en; eni bir metr: eni bir metredir; oozunun eni menen koyo berip tildedi : gözünü yumdu; ağzını açtı adamakıllı sövüp - saydı; eni - ceni cok : ölçüsüz ; ölçülmez; kocaman. ıı, (hayvanların) kulaklarına yapılan damga, ini; bakan en yahut solok en kulağın ucunda uzunca yarık şeklinde yapıla damga, ini; oyuk en : im çeşitlerinden birinin adıdır. ııı, sıraca. ıv, (başlıca, ufak hayvanlarda) hayalar, yumurtalar.
ençi
mirastan hisse; hakkedilen, verilmesi lazım olan pay, hisse; tört ençi kıldı : dört kısma ayırdı, böldü; ençisin berüü kerek : 1) hissesini vermeli; 2) hakkatdiğini vermeli; onu tedip etmeli; cer ökü möt ençisine ötkön : toprak hük» met mülküne geçmiş; cer ençi malikane.
ençikte-
herkesin istihkakını vermek üzere, hisselere bölmek.
ençile-
birisinin hissesini ayırmak; birine tahsis eylemek, ithaf etmek; birinci mayga ençilep bir mayısa ithaf ederek.
ençileş
varis; mirastan başkaları ile müsavi hisse alan.
ençilet-
et. ençile - den.
ençilüü
1. hissedar; 2. ençilüü at gram.: has isim.
ende-
(kumaşı giyimi) karışıklarını düzeltmek için çekmek; ak cooluğum endedim folk. : beyaz başörtümü düzelttim.
endekey
serbestçe; sıkıntısızça; düşüncesizce kaygısızca; een talaa, erkin too arasında endekey cürö bergen : geniş sahrada, serbest dağlarda serbestçe dolaşıyordu.
endeş
ıbaşkalarile aynı ime (damgaya) malik olan (hayvan hakkında); endeş koy : aynı ıme malik olan koyunlar.
endeş-
ıı, müş ende - den.
endeştir-
birkaç tane kumaş parçasını biri - biri üzerine enleri denk olacak tarzda koymak; kumaşların enlerini karşılaştırmak.
endeştirüü
işs. endeştir - den.
endey
: endeyinen ıdırap ketiptir (giyim) dikiş yerlerinden sökülmüş; endeyinen ketti : (mes. öksüz hakkında) bakımsız, hamisiz kaldı; endey köynök alıp keldim: elbise için bir kumaş parçası getirdim; endey etek : yukarıdan aşağıya kadar yırtmaçlı (entari gömlek hakkında); endey ayant : geniş, vasi meydan.
endi
= . emi.
endik
allık kadınların yanaklarına sürdükleri al düzgün; endik - upa: allık ve ak düzgün; kosmatik ilaçların topu; eri süybös.. katıña endik - upa ne payda? ats. : kocası sevmeyen kadına allık - aldıktan ne fayda?
endire-
1. gevşemek, hoş bir rehavet duymak; hafif tertip ve hoş bir sarhoşluk durumunda bulunmak; çakır keyif olmak; kımız içip alıp, endirep kaldı : kımız içerek, çakır keyif oldu; 2. şaşırmak; şaşalamak; emine kıların. özün kayda koyorun bilbey, endireyt : afalladı ve kendini nereye koyacağını (nereye gideceğini) bilmedi.
endiret-
. ct endire - den.
endöölö-
(çift olan veya takım halinde eşya hakk.) ayırılmak; şuraya - buraya dağılmak
endöölöt-
et. endöö1öden.
endüü
., enli, geniş.
endülüülük
enlilik; genişlik.
ene
1. ana, anne; tuuğan ene : öz anne; tutulğan ene yahut tutuñan ene : anne yerine olan; tuubasa da, tutunan enem : öz annem değilse de, o benim annemdir (ben onu anne biliyorum); tuuğan eneñ men edim, tutdñan eneñ akkanış folk. : öz annen ben idim, anne yerine tuttuğun kadın ise, akkarnş’tır; körğön ene bk. kör ııı 1; kötörgön ene bk. kötör – 1; çoñ ene : (baba tarafıdan) büyük anne. baba - anne; enemdi alayın! : (bir yemin etme tabiridir) : annemle evleneyim!; lanet o1ayım 2. çikit (bk.) oynarken kullanılan değnek.
eneçi
annesile yahut övey annesile cinsi münasebette olan.
encke
. annecik.
eneleş
kardeş : karındaş.
enelik
analık
enelüü
analı, anası bulunan; enelüü cetim : annesi olan öksüz.
enesin-
analık taslamak; enesinip söz aytsam folk. : anne gibi söz söylersem.
eñ
ı, pek; en; eıığ cakşı: en iyi: eñ murunku: en eski; çoktanki; eñ ele kıyın: en güç; eñ ele caman : çok fena; en berbat; eñ 0235-(1)Kirkiz- turkce sozluk yudahin)-(latince).docbol bogondo: hiç olmazsa; eñ ele akımak; en ahmak; eñ kur degende : yahut eñ cok degende: yahut hiç olmazsa, en azı, en fenası düşünülürse dahi. ıı: eñ-zeñ yahut eñ señ yarı baygın bir durum; eng - zeñ bolup tura albay, kayda oturup kaldı: başı döndü. kalkamadı ve tekrar oturdu.
eñ-
ııı, eğilerek, yere dokunmak (atlı ve bazı yırtıcı kuşlar hakkın da); eñip al -: yerden bir şeyi elle kapmak (atlı hakkında); pençesile kapmak (yırtıcı kuş hakkında).
eñçeger
kamburu çıkmış olan; kamburlaşmış olan.
eñçegey
= ençeger.
eñçer
= eñçeger; boyu alaça, bel ençer (rad., v) kısa. boylu ve kamburu çıkık.
eñdir-
et. eñ - ııı’ ten ; tıyın eñdir -: bir yarış tertip etmektir, ki bu yarışta atlı eğilerek elile yerde yatan parayı alacaktır.
eñdirüü-
iss. eñdir - den.
eñge
: eñge - deñge: çabucak; eñğe - deñge celet deyt, ombu - dombu celet deyit (rad., v): kah ağır, kah hızlı rahvan gidiyor.
eñgeçey
(kars. eñçegey) yılankavi; iğri; eñgeçey boyluu keñ arık (rad., v): yıankavi, geniş kanal.
eñgezer
: eñgezerdey: kocaman; büyük.
eñgi
: eñgi - deñgi (rad. v) = eğge - deñge (bk. eñge).
eñgire
- acı - acı ağlamak: bağırmak; hıçkırmak,
eñgiret-
et. eñgire den.
eñil-
eğilmek; eñilip eşik açtı folk.: eğilerek kapı açtı; eñilip kara aşağı bakmak; eğilerek bakmak.
eñilçek
yosun cinsiden bir nebattır (lichecıes), ki taşlar üzerinde biter ve boya imaline yarar.
eñiliş
iss. eñil - den.
engilt
= eñgeyt -.
eñirekey
1. burun kanatları kabarık olan adam; mec. : hiddetli; gaddar.
eñireñde-
1. burun kanatlarını kabartmak; 2. mec.; hiddetle bir şeyin üzerine atılmak; ateş püskürmek, taşkınlık etmek; eñireñdep kuban -: aşırı derecede sevinmek.
eñireñdet-
et. enireñde - den; munuñdu eñireñdetpey alip ketçi!: şunu yakala da götür ki gürültü - patırdı yapmasın!
eñirey-
ı. burun kanatları kabarık olan insan şeklinde olmak; 2. mec. horozlanmak.
eñireyt-
et. eñirey - den.
eñiş
ı, 1. yokuş, iniş (dağ eteği); dalısı eñiş: omuzu basık, kamburlaşmış; 2. atlıların yarışıdır, ki bu yarışa iştirak edenler at üzerinde biri - birini çekerler ve eyer üzerinden düşürmeye çalışırlar; 3. dört nala koşan at üzerinden yerde yatan parayı elle almaktan ibaret olan bir nevi yiğitlik.
eñiş-
ıı (atlılar hakkında) birbirini at üzerinde çekmek ve eyer. den düşürmeye çalışmak.
eñişte-
1. dağ yamacı boyunca inmek; 2. mail hat boyunca aşağıya doğru inmek (kuş hakkında).
eñiştöö
işs. eñişte - den.
eñişüü
işs. eñiş - den.
eñke
dağ koyununun aşığı (bk. çükö): eñke atkanday bolot: «eñke atmış gibi oiuyor» :insana büyük bir zevk veriyor; eñkesin kesti: bütün imkanlarından mahrum etti, onu tam dermansız, bitap bir hale düşürdü; akça izdep cürüp tabalbay, eñken kesildi: boşuna para aramakla ellerim büğrümde kaldı.
eñkey-
bükülmek; eğilmek; üç cığactan bek da, kan da eñkeyip ötöt (bilmece): üç değnek arasından bey de han da eğilerek geçer (bosoğo tayak - keçe evin süvesi.) eğmek; meylettirmek.
eñkilde-
acele ederek koşmak.
eñküü
iniş meyil; yamaç.
eñrekey
= engirekey.
eñse
l kuvvet; derman; hayat enerjisi; eñsesi kesildi : dermanı kesildi; maneviyatı kırıldı; ebin tapkan eki içet, eñsesi katkan bir içet ats.: kolayım bulan iki defa yer, beceriksiz ise - yalnız bir de- ta ıı(rad.) 1. yarı, yarım; 2. kapının üst süvesi.
eñse-
ııı şiddetle arzu etmek; kımızdı eñsedim: kımızı özledim.
eñsen-
. (manaca) = eñse ııı.
eñset-
şiddetli arzu uyadırmak: hoş bir şeyi hatırlatmak ve onu daha bir kere tatmak arzusu uyandırmak.
eñsetüü
işs. eñset - ten.
eñsöö
1. şiddetli arzu; 2. iştah.
eñşer-
eksiltmek; ziyana uğratmak; it etegimdi eñşerip saldı: köpek eteğimin bir parçasını çekip kopardı.
eñşeril-
mut. eñşer - den; üydün bir cağı eñşerilip kaldı: evin bir yanı yıkıldı; üydüñ içi eñşerlip kaldı: (eşyasının önemli bir kısmı çıkarıldıktan sonra) evin içi boş kaldı; kün keç beşimge eñşerildi : güneş ikindiye doğru meyletti; tolkundar carğa kagılıp, kayta eñşerildi: dalgalar dik kıyıya çarparak geri çekildi.
eñşerilt-
et. eñşeril - den; kabağın eñşeriltti: gözkapaklarını indirdi; somurttu.
eñşey-
kuvvetten düşmek; tkin bir halde bulunmak.
eñter-
çevirmek; yana doğru devirmek.
enöö
dalgın; ağzı açık: beceriksiz; gabi, enayi.
enöölük
dalgınlık: alıklık; gabilik.
ensiz
dar, ensiz (herhangi bir şeyin ölçüsü hakkında). ensizlik, darlık, ensizlik (bir şeyin ölçüsü hakkında).
entele-
şaşkın bir hale düşmek; afallaşmak; telaş göstermek.
entelet-
et. entele - den.
entelöö
işs. entele - den.
enteñde-
acele ve şaşkın hareketler yapmak.
entik-
ağır - ağır soluniak; nefes darlığından muzdarp olmak.
entiktir-
et. entik - ten; attarın entiktirip kelişti: ağır - ağır solu- yan atlar üzerinde geldiler (fazla sürmekten atları ağır - ağır soludular).
entsiklopediya
r. ansiklopedi.
ep
ustaca; akıllıca; beceriklice; meharet; ustaca hareket; ahvale uygunlaşabilme; müsait an; ebi kelgen uçurlardan baydalanışat müsait andan istifade ediyorlar; bul aytkanıñ - ep : bu dediğin - makuldür; : makul bolot, ep folk.: makul olur, uygun olur; ebi cok çoñ : aşırı büyük; ebi cok köp : gayet çok; hesapsız; ep kıy bk. kıy ıı, 1.; epten acıra: yıkılmak; kurumak dağılmak; eer ebinen acırağan : eyer kurudu; ep keltir düzeltmek; yoluna koymak; uygunlaştırmak; narı sürüşüp, beri sürüşüp, soodasın ep keltire albadı : öteye başvurdular; berye baş- vurdular fakat ticaretlerini bir- türlü yoluna koyamadılar.
epçi
: epçi cak : keçe evin (kapıdan sağ tarafına düşen) kadınlar kısmı (haremlik).
epçil
mahir; cevil:: atik; becerilıl; cpçil eki içet ats. : işini uydurma sım bilen iki defa yer.
epcildik
beceriklilik, ustalık; çevik lik; atiklik.
epeñde-
çevik ve seri hareket’ er yapmak (kısa boylu çevik adam hakkında).
epey
ı: kotur epey koñkuldak : küçük bir kuşun adıdır.
epey-
ıı küçük olmak; anda – sanda kotur alaçuktar epeyet : şurada-burada küçük alaçuklar (salaşlar) dikili görünüyordu.
epilde
kıvranmak; yaltaklanmak; tilkilik etmek; yaranmak; epilde gen erke cel : hoş, hafif rüzgar, esin; epildep astı üstüñö tüşö kalat : senin hoşuna gitmek için kırılıp - büzülüyor.
epildeş-
müş. epilde - den.
epilog
r. epilogue : bir edebi eserin hatimesi.
epinsiz
sade; basit; sanatkarca olmayan.
epkıy-
= ep/kıy - (bk. kıy ıı 1).
epkin
herhangi bir şeyden. neşet eden kuvvet; epkininen ele cığıldım : o bana dokunmadan ben düştüm; tolkundun epkini menen cer solk etkendey bolot : dalgalarm çarpmasından yer sanki titrer gibi oluyor; meşten epkin üydüñ çar tarabına karay alas urdu sobadan sıcaklık bütün odaya dağıldı; bul epkininde col bat ele bütö turğan : bu gibi bir süratle yol çabuk biter: şamaldığ epkini tiydi : rüzgarın kuvveti dokundu (kırgızarın eski tasavvurarına göre, bundan hernevi felc hastalıkları hıısule gelmektedir).
epkinçi
= udarnik.
epkinde-
kolay ve çabuk hareket etmek; epkindep boz corodo kele catkan : boz yorga üzerinde hızla gidiyordu.
epkindel-
mut. epkinde - den.
epkindet-
hızlandırmak; kuvvetlendirmek
epkindüü
1. kuvvet fışkıran; 2. bir işi gayretle ve süratle yapan 3. = udarnik.
epsiz
1. rahat olmayan; 2, çevik olmayan. beceriksiz, mahir o1mayan; 3. pek; gayet; epsiz mıktı gayet dayanıklı; epsiz çoñ : gayet büyük; 4. hesapsız; pek çok: elüü töögö mal alıp, epsiz kümüş, zar alıp folk. : elli deveye mal yükleterek, hesapsız çok altın, gümüş alarak.
epte-
1. kolayım bulmak; bir işi ustalıkla, usulü ile yapmak; eptep ayt- : maksada ukgun bir tarzda ve akıllıca söylemek; elden eldiñ nesi artık? eptep aytkan sözü artık ats. : bir kavim ötekisinden ne ile üstündür? olsa - olsa, makul bir tarzda söylenen sözüyle üstündür; eptep - aldap : hile ve kurnazlıklara başvurarak: 2. tutkalla yapıştırmak.
eptekey
usta; çevik; becerikli.
eptel-
mut. epte. - den.
eptemelik
baştan savma, üstünkörti yapama temayülü; elişi.
epten-
eptüüsün.
eptüü
1. becerikli; çevik; açıkgöz; eptü ciğit: becerikli, açıkgöz delikanlı; 2. yerine getirmek için uygun, elverişli; eptüü kız çeyizsiz kız (ki böylesini e‘e geçirmek kolay olur); konokko eptüü kozu kötü kuzu (harf. : misafirlere yarayacak kadar kuzu).
eptüülö-
1. özenle yapmak; gereği gibi yapmak; tamir etmek; tanzim etmek; yoluna koymak; yolunu bulmak; 2. uygun ve elverişli bulmak
eptüülük
ustalık; çeviklik.
eptüüşün
becerikli ve açıkgöz görünmeye çalışmak.
er
1. koca; erkek; erkeklik çağına ermis; er cak: keçe evin (kapıdan sol tarafa düşen) erkekler kısmı; erden çıksa da kocasından ayrılmak; kocadan boşanmak; katın erden cıksa da, elden çıkpayt es. ats. karı kocasından boşanabilir, ancak onun soyundan ayrılıp gidemez; er cet: erkeklik çağına ermek; buluga ermek; kızı er cetiptir kızı büyümüş, gelinlik olmuştur; 2. kahraman; bahadır; yiğit; er kuday folk. tanrı; er nazar tiygen folk. mec. bahadır (harf. : bahadırın nazarı düşen kimse).
erbeñde-
(kars. arbañda-) : yürümek, kımıldanmak küçük bir şey hakkında yahut uzakta bulunan ve onun için küçük gözüken şey hakkında; zayıf ve sıska hakkında); kolu - butu sınıp ketçüdöy erbeñdep cüröt ele : sıska adamın ince kolları ve bacakları kırılacak gibi duruyor; mal arasında, erbeñdep malçı körünöt : hayvan sürüsü arasında uğraşmakta olsan çoban gözüküyor; sakalı erbeñdeyt : küçücük sakalı kımıldıyor.
erbey-
göze görünür olmak (herhangi bir küçük nesne hakkında) erbeygen bir karaan turat : bir karaltı gözüküp duruyor; erbeygen hala : çocuk.
erbeyt-
et. erbey - den.
erçilik
= erdik.
erdemsi-
1. erkeklik, cesaret taslamak: 2, cesretlenmeye calşmak.
erden-
1. erkeklik göstermek; 2. erkeklik çağına ulaşmak.
erdi
ıerdi - katın : karı - koca. ıı, bk. erin ı.
erdik
erkeklik; mertlik; kahramanlık; cesaret; bahadırlık; ayza saymak - erdikten, at cooturmak - terdikten ats. süngü sançmak - er keklikten. atın yağırı ise eyerden.
erdöö
(diyelim, fincanın, barduğın) kenarları; erdöösünö çığara kuy-; kenarlarına kadar doldurmak, dökmek; tuurağanda tabaktın erdöösünün boldu : eti doğradıklarında tabağın kenarlarına kadar doldu,
erdüü
kocalı; erdii – katın = erdi - katın (bk. erdi ı).
ere
sere ııı sözünün tekidir, tañdın ere- seresinde : şafak daha henüz sökmüşken.
erece
f. 1. çırpı, marangoz ve dülger1erin çizgi yaptıkları tebeşirli ip: 2. kaide; üçtük cay erece mat. basit selase kaidesi : üçlü kaides; üçtük katış erece mat. mürekkep selse kaidesi : bileşik üçlü kaidesi; cazuu erecesi : yazı kaidesi : orthographie.
ereen
= erese; ereen tartıp, er bolup folk. erkeklik çağına ererek ve bahadır olarak: eren - töröönü cok cürö beret : kimseye ve hiçbir şeye aldırmadan geziyor, dolaşıyor.
ereerke-
. = ererke.
eregiş
ı. münazaa; çekişme; dava.
eregiş-
ıı, münazaa etmek; çekişmek; rekabet etmek.
eregiştir-
et. eregiş – ıı’den.
eregişüü
rekabet; yanşma.
eren
; kuvvetli;; mert; kahraman; yiğit; kayberen (kayıp eren) (domuz müstesna olmak üzere) eti yenen bütün yabani hayvanların umumi adıdır.
erendik
yiğitlikik; mertlik; kahramanlık.
ererke-
1. hoşlanarak, zevk alarak bakmak; hoşlanmak; rehavet duymak : 2. aşın gücenme (igbirar) hissetmek.
erese
erginlik; olgunluk yaşı; eresege cetkençe folk. : olgunluk çw ğrna kadar.
eresek
ergin; olgun; anlayışlı.
eresi
(rad.) = eresek; eresi tarttı, er boldu (rad., v) : erkeklik çağına erdi; eresi tartıp er cetse (rad., v) : erkeklik çağına er diğinde.
ereşen
= eresek; eseşen tart- : erkeklik çağına ulaşmak.
ergeceel
ergecel, ergeceli = erge cee! (bk. ceel).
ergi-
sıçraınak; atlamak: zıplamak; cürök ergiyt : kalp sevinçle çarpıyor.
ergilçek
keçe evin kafes şeklindeki kapısı.
eri-
1. erimek, izabe edilmek; 2. ağlamaktan tıkanmak (çocuk hakkında); bala erip kaldı : çocuk ağlamaktan tıkandı; 3. cürök eriyt : kalp sıkıntıdan üzülüyor.
erik
ı = erk.
erik-
ıı, 1. can sıkılmak; 2. üşenmek. erikçeel erinçeek,
erin
ı, dudak; erdi (basan erni yahut erini) onun dudağı; erdiñ çürüyüp koyduñ : tiksinerek, dudak büktün; erdi erdine cukpay ebireşmekte : dudakları dudaklarına ilişmeden çene çalmaktadırlar durmadan konuşmaktadırlar : erin ündüü db. dudak saiti.
erin-
ıı, tenbellik etmek; üşenmek. erinçeek, üşengen.
erindeş-
db. (ses hakk.) dudaklılaştırmak.
erindeştir-
db. bir sesi dudaklılaştırmak.
erindeştirüü
db. dudaklılaştıma.
erindüü
dudaklı; ak erindüü : beyaz dudaklı (hayvan hakkında):
erineş-
(rad.) koşmak, yelmek; dörtnal gitmek.
eriş
1. tat arış : mensucatta boyuna atılan iplik; erkek eriş (dokuma ameliyesinde) arışın aşağı sırası; urkaaçı eriş : arışın üst sırası eriş - arkak bolup «arış - argaç olarak» : bir tabaktan, bir kaşıktan yercesine dost olarak; 2. dokuma, kumaş (başlıca kıymetli dokuma); 3. mec. nikah mukavelesi; nikah; er öltürüp, eriş bozganım cok ats.: kocayı öldürüp, nikah bozduğum yoktur (ben bir mücrim değilim).
eriştir-
= eerçit-; akılğa sabırdı eriştirip sabrı akılla birleştirerek.
erit-
eritmek; izabe etmek; meni sözü menen eritip ketti beni sözü ile kandırıp gitti : cakşının sözü taş eritet; camandıñ sözü baş çiritet ats. iyi adamın sözü taşı; eritiyor, fena adamın sözü baş çürütüyor.
eritüü
eritme
eritüüçü
eritici; izabeci; bolot eritüüçü : çelik izabecisi.
erk
irade; hürriyet; kazancının erki bar, kayda kulak çığarsa ats. kazancı kazanın kulpunu istediği yere takar: erk ber - : bir şeyi yapmaya hak vermek; hürriyet vermek; hareket serbestisi vermek; öz erkine koydum : istediği gibi hareket etmesine bıraktım; erkinen acıratuu : hürriyetinden mahrum etme
erke
şımarık; nazlı alışmış; erke bala : arifane usulile ziyafetler çekil:liği zamnrı ovualar ve eğlenceler tertip eden kimse (*); er erke = ererke.
erkeç
(enanmiş) teke, ergeç
erkek
1. erkek (hayvan); 2. erkek (insan): erkek bala : erkek çocuk; katını (yahut enesi) erkek tuuğanday : «karısı (yahut annesi) erkek çocuk doğurmuş gihi». aşırı derecede sevinerek.
erkeksi-
bir işi erkeğe taklit ederek yanmak.
erkeksin-
(manaca) erkeksi-.
erkele-
1. (acc. ile) : okşamak; nazlandırmak; şımartmak; 2. (dat. ile) umut bağlamak; sizderge işengemin, sizderge erkelegemin: size inanmıştım, size umutlarımı bağlamıştım.
erkelen-
okşanmak; riazlanmak.
erkeleş-
müş. erkele - den.
erkeletkensi-
okşar, nazlandırır gibi gözükmek.
erkeletüü
işs. erkelet ten.
erkeş
I (rad.) yükseklik; yer (tepe). ıı = erkeç.
erkey-
dikili durmak; öne çıkık durmak.
erkeyt-
et. erkey - den.
erkimsi-
kendini her şeyi yapmaya muktedir saymak; kibir ve azamet satmak, böbürlenmek: erkimsigen: kendini beğenen, kibir ve azamet satan.
erkin
serbest; serbestçe; bol bol; ferah ferah: emin erkin bk. emin.
erkinçilik
hürriyet, serbestlik.
erkindel-
. hürriyete kavuşmak.
erkinden-
kendini serbest hissetmek; erkindenip cay basat : kendini sıkmadan ağır ağır gidiyor.
erkindik
= erkinçilik.
erksiz
serbestlikten, hürriyetten mahrum; erksizden : istemiyerek; kendi arzusunun hilafına olarak; erksiz emgek : mecburi emek, hizmet. yüksek doğru
erktüü
1. müstakil; her işi istediği gibi yapabilen; hür; 2. hukuku hükümraniye malik.
erktüülük
1. istiklal; 2. hukuku hükümrani.
erlen-
mertlik, yiğitlik, cesaret göstermek.
erlik
bahadırlık; yiğitlik; yüreklilik,
erme
: erme çöl : ıssız çöl; erme taş : ıssız kaya..
ermek
eğlence; eğlenti.
ermeksiz
eğlencelerden mahrum; canı sıkılan.
ermekte-
eğlendirmek; avutmak.
ermekteş-
eğlenmek. avunmak.
ermektüü
., eğlenceli; konuşkan; şen.
ermen
pelin (bitki); kızıl ermen : kırmızıpelin.
erööl
öncü pişdar; siper; kommunist partiyası – emekçilerdiñ eröölü: komünist partisi – emekçilerin öncüsüdür,
eröölsüzdük
himayesizlik.
eröön
: eröön - töröönü cok cürö beret : kayıtsızca. hiç bir şeye aldırmadan geziyor.
eröönsüz
kayıtsız, kaygısız; hiçbir şeye aldırmayan.
ersınar
küçücük bir kuşun adıdır. ,
ersi-
bahadırlık taslamak: kendini bahadır saymak; horozlanmak.
ersin-
1. birisini koca saymak ve koca gibi muamelede bulunmak; 2. kahraman, bahadır gibi gözükmeye çalışmak,
erte
erken; erte keldin : erken geldin; erte zamanda : çok eski zamanlarda; ertesinde : ertesi gün; ertesi : yarın sabah; ertesi künü : ertesi gün; ertesi boldu : sabah oldu.
ertele
: ertelep : sabahları; sabahlayın; erken sabahtan.
ertelen-
çabuklaşmak; müddetinden evvel vukua gelmek.
erteli
erteli - keç : sabahleyin ve akşam; geceli - gündüzlü; bütün yirmi dört saat,
ertelik
(erte + lik) vaktından evvel vukua gelmeklik.
ertelüü
: - keçtüü = erteli keç (bk. erteli),
ertemenenki
(erte + menen + ki): sabahki; sabahleyin; ertemenenki saat ondo : sabahleyin saat onda.
erteñ
. yarın; künü erteñ : yarın; tañ erteñ : sabahleyin erkenden; eretñ menen : sabahleyin; sabahile; yarın sabah; bugün erteñden kelip kalışar : bugün yarın gelirler; erteng menenki = er teñmenenki.
erteñki
yarınki; sabahki; erteñki saat altıda : sabah saat altıda; erteñki künü: yarın; ertesi gün.
ertesi
bk. erte.
erüü
ı, iss. eri - den. ıı, çabuk donmayan (yağ hakkında); cılkının mayı erüü bolot, eçkinin mayı erüü emes : at yağı çabuk donmuyor, keçi yağı ise, çabuk donuyor.
erzek
= eresek,
es
ı, hafıza; akıl; şuur; muhayyile; es tart : akıllanmak; (yaşın büyümesi ile) daha şuurlu olmak; es alkendine gelmek; geniş soluk almak; dinlenmek: es aluu: dinlenme, istirahat; es aldır : dinlendirmek; es al-; nazarı itibara almak; eske alın- : nazarı itibara alınmak; eske tüş- : hatıra gelmek; eske tüşür -: hatırlatmak; hatırına getirmek; eske tüşür -: keçesi: hatıralar gecesi; eske sal - : hatırlatmak; es- ten tan- : bk. tan-; esimen kettim bayıldım; es cıy- : kendine gelmek; aklını başına toplamak; esimdi cıya albayım : aklımı toparlayamıyorum; bir türlü kendime gelemiyorum; esten cañıl- : şaşkın bir hale gelmek, şaşalamak; afallamak; esinde cok yahut esinen çıktı : hatırlamıyor; hatırından çıkmış; esi bar : anlayışlı; esi cok gabi; esi carım : yarı akıllı; es - uçun bilbey cığıldı bayılarak düştü; esi ketken : 1) şaşırmış; 2) gibi, ahmak (daha bk. oo 1); esime care çığıp unutup kalsam bolobu! : nasıl oldu da unutmuşum! ıı: es kayran = esil kayran (bk. esil). ııı: kün es = künös.
esaluu
= es a.luu (bk. esı).
ese
a. hisse; eki ese : iki hisse; köbün ese : ekseriya; başlıca; bir ese..., bir ese.. kah... kah...; eki - üç ese köp iki - üç kere fazla.
eselek
ahmak; budala.
eselektik
aptallık, hamakat, esen, salimen; mes’ut; aman - esen: sağ - salim; mes’ut; esen - aman bolduñbu : kandini iyi hissediyor musun!; esen barıp, soo kaytsam folk. : salimen gidip de, sağlıkla dönersem; aştı esen tartıñar folk. : yemeği intizamla (engelsiz) sununuz!
esençilik
sıhhat; selamet.
esendeş-
selamlaşmak; karşılıklıca sıhhatlarını soruşturmak.
esendik
= esençilik.
eseñgire
kuvvetten düşmek; gevşemek. sölpümek.
esep
a. hesap; hesap verme; sayım; hesap görme; istatistik; esep ber: hesap vermek; esep berüü - şayloo çoğuluuşu : hesap verme - seçim toplantısı; esep - kısap dokladı : hesap verme raporu; bir esepten : bir bakımdan; bir hususta; anın aytkanı bir esepten tuura : onun dediği bir bakımdan doğrudur; anı ayıtkaña esep kıldnn : onu ayrılmış saydım; başka kişiniğ esebinen caşay: başkasının hesabına yaşamak; bizdiñ ölköbüzdö kişi başka kişiniñ esebinen caşay albayt : bizim ülkemizde insan başka birisinin hesabına yaşayamıyor; tuura esep mat. doğru hesap; belirgen sandın orto esebi mat. verilmiş sayıların aritmetik ortalaması.
esepçi
ı. muhasebeci; sayaç (muaddit); 2. es. : güneşin doğuşuna, batışına ve seyyarelerin vaziyetine göre hava durumundan haber veren.
esepçil
ı. a - k. = esepkor.
esepçilik
iyi saymayı ve hesap etmeyi bilme.
esepkor
a - f. hesaplı; hasis; cimri.
esepsiz
hesapsız; pek çok.
esepte-
saymak; hesap etmek.
eseptel-
sayılmak; hesaba alınmak; hesaba katılmak.
eseptelin-
mahsup edilmek; sayıl olmak; hesaba katılmış olmak.
esepteş-
hesaplaşmak.
esepteştir-
et. esepteş - ten.
esepteşüü
. hesaplaşma.
eseptet-
et. esepte - den.
eseptöö
hesaplama; hesabımı çıkarma; hesabını görme; sayma.
eseptüü
hesaplı; hesabı yapılmış; sayılmış; hesap ve sayım unsurlarını içine alan; eseptüü doklad yahut eseptüü bayandama : hesap verme raporu; eseptüü dos ayrılbas ats. : hesap, dostluk için bir engel değildir (harf. hesaplı dostlar ayrılmazlar).
eser
1. hoppa, havai; sallapatı; 2. budala.
esil
mihnetkeş (ömrünü kaygı ve kederle geçiren); zavallı; garip; esil baş : (garip baş) mihnet çeken kimse; esil kayran : ölü için ağlarken kullanılan tabir.
esir-
1. sarhoş olmak; 2. kudurmak; taşkınlık etmek.
esirke-
farfaralaık etmek, benlik taslamak, öğünmek.
esirt-
sarhoş etmek; mest etmek.
eskadron
r. süvari bölüğü.
esker-
hatırlamak,
eskeriş-
müş. esker - den.
ekert-
hatırlatmak
eskertkiç
1. hatırlama işareti; 2. anıt (abide).
estertüü-
işs. ekser - den 11. esnemek.
eski
eski; eski - usku : eski - püskü; paçavralar; eskininin cañısı bolğon üy: oldukça eski (harf.eskilerin. yenisi olan) keçe ev; aydıñ eskisi : ayın ikinci yarısı.
eskiçelöö
eski eskimiş, örselenmiş, yıpranmış, kullanılmış; başı cırtık, eskiçelöö kiyız ötük: brunları yırtık eski keçe çizmeler.
eskiçil
1. eski devir, eski hayat taraftarı; 2. es. muhafazakarlık.
eskiçilik
1. eskiyi temsil eden her şey; eski hayat: eski adetler; 2.es. : muhafazakârlık.
eskilöö
eskice; oldukça eski (eşya hakkında.)
eskir-
eskimek (eşya hakkında.)
eskirt-
eskitmek.
eskirüü
eskime.
este-
ıı, esnemek.
estetik
hatıra hatırlama.
estet-
hatırlatmak; men umuta berem, estetip koy : ben hep unutuyorum, sen bana hatırlat.
estöö
ı. hatırlama. ıı. esneme.
estüü
yahut estüü - baştuu : aklı başında olan; makul. anlayışlı kimse
estüülük
anlayışlılık; akıllılık.
eş
ı, dayangaç; yardım, muzaheret; umut: eş tut yahut eş kıl yahut eş karma-.: dayangaç saymak; muzaheret aramak; (birisinin) yardımına başvurmak; eş kılğanın senin muzaheretine güveniyorum; caş uulun eş karmap, cesir olturu kala bergen : bütün umutlarını küçük oğluna bağladı ve dul kaldı (tekrar kocaya varmdı). ıı = eç.
eş-
ııı, 1. örmek; bükmek; cip eş-: iplik, ip bükmek; 2, yırtmak; yarmalamak; kançar menen kursagın eşe saydı: hançerle karnını yardı; hançeri karnına öyle sapladı ki bağırsakları dışarıya fırladı.
eşek
1. t eşek; eşek sekirtmey : bildirbir oyununu hatırlatan bir oyundur; eşek takala bk. takala; 2. cuuşan’ın cıvatası (bk. cuuşan).
eşelon
r. askeri nakliye tren, katar; kademe.
eşen
f. dn. şeyh; mütesavvifler cemaatinin ruhani rehberi, mürşidi:
eşenge
kol bergen : bir şeyhe mürit olmuş.
eşey-
1. sarkmak (kulaklar hakkında): 2. bitap düşmek.
eşik
1. kapı ağzı; kapı; kişi eşinde mec. başkasının kapısında (ücretli) çalışma; birisinin hizmetinde bulunma; kişi eşiginde kün ötkön kedey : başkasının kapısında hizmet etmekle hayatı geçmiş fakir adam; eşik çiy : çiy sazından kapı perdesi (bk.. çiy ı); eşik tış : eşik çiyi dış yandan örten keçe parçası; eşiktiñ moyunu : kapı perdesinin dar üst kısım; eşiktiñ iyni : kapı perdesinin omuzları (onun yukarıdaki dar kısmımı başlandığı yer); eşik sal : kapı asmak; eşikke çık-: evden çıkmak; eşik tart- : 1) kapı açmak; 2) mec. (odadan evden) çıkmak; eşik ağa tar. : orta asya hanlıklarında muvazzaf bir şahsiyet : memur (kapu ağası); 2. eşikte : (evin, odanın) dışarısmda, avluda; eşikten : dış taraftan (avlu tarafmdan ve s.); eşikterı otun ketirip keldi : dışarıda odun kırıp geldi.
eşikçe
küçük kapı, kapak.
eşikteş
kapı komşusu.
eşil-
mut. eş - ııı - ten; eşilgen kum: uynayan, bir halde kalmıyan kum; büyük kumsal; koyduñ kardı eşildı : koyunun karın delinip dagıldı (bağırsaklar yayılıp yatıyor).
eşilme
(rad.), ufak moloz yığınları; eşilme too : rüzg.rın tesirile yu muşayan taşlardan düzülmüş olan dağ.
eşilt-
1. et eşil - den; kök şiberdi eşilte basıp, suuğa. keldi : yeşil otu çiğniyerek, suya yaklaştı; 2. yağma etmek; altından girip üstünden çıkmak.
eşkile-
it. eş - ııı - ten.
eşteke
bk. eç.
eşteme
bk. eç.
eştemke
. bk. eç.
eşten-
umut bağlamak.
eşteñke
bk. eç.
eştent-
et. eşten - den.
eştir
ördürmek, büktürmek.
et
ı, et; ten; kanduu et : kanlı et (yağ bağlasın diye alıcı kuşları besledkleri taze et); etine kelgen (avcı kuş, koşu atı hakkında) antrenman görmüş; ava yahut koşuya hazır; sulp et : lop et (kemiksiz et; kemiğinden ayrılmış olan et); et bışım - aş bışım; bk. bışım; et betinen ket- : şiddetle atılmak; hırsla saldırmak; iç etinen : çıplak ten üzerine; iç etmen sup köynök oşol kempir kiyçü ele folk. : öteki kocakarı keten gömleğini çıplak tenine giydi; et menen çeldiñ orto cerinde ookat kılıp cüröt : şöyle - böyle, ne aç, ne tok, geçiniyor.
et-
ıı, (yardımcı fiil) etmek; tars et- : şiddetli çatırdı yamak (harf. tars etmek); buk et : pat diye düşmek.
etap
r. : merhale, safha.
etek
1. etek; börü etekten, coo cakadan alğanda ats. kurt eteğe düşman yakaya sarıldığı zaman (felaket1er her yadan geliği zaman); koş etek : volanlı kırmalı etek; mening etemğimdi karma! benim eteğime tutun!: beni takip et!: benim yardımıma güven!:etegi bütölüp, ceñi uzardı bk. bütöl; etegin kötüñö cetpegir!; iyilik yüzü görmesin! (harf. : eteğin kıçına yetişmesin!); etek kir aybaşı, kadınların adet görmesi, hayız; eteği cayık : saf; iyi yürekli adam, etegi suyuk (kadınlar hakkında) evde oturmaz; hoppa; baş etekti cıynap al- : «başı - eteği toparlamak» : intizama koymak; 2. too etegi : dağ eteği.
etekte-
1. eteğine tutunmak: 2. takılmak; sırnaşıklık etmek; ısrarla rica etmek; anı etektey kalıp, karız akça surap : onun peşini bırakmayarak ve ödünç para isteyerek; 3. dağ etcğine yerleşmek; dağ boyunca yürümek; kara toonu etektey konumun : kara dağın eteğine konacağım; too etektey tüş : yamacı boyunca onun eteğine inmek.
etiber
a. 1. itımat: 2. itibar : itiberkıl- : itibar etmek; ehemmiyet vermek.
etiberdik-
etiber.
etibersizdik
. dikkatsizlik; kayıtsızlık; aldırış etmemezlik.
etika
r. ahlakiyat (ethique).
etiş
gram. fiil: coktuk etiş : filiin menfi şekli; calkı etiş : basit fiil; kurama etiş : mürekkep fiil: şart etiş : şart sıgası, conditionnel; çak çıl etiş : gerundif: aşırkı ötkön çak etiş : geçen zaman partisipi.
etiştik
= etiş.
etiyat
a. ihtiyat.
etiyatsız
ihtiyatsızca.
etiyatsızdık
ihtiyatsızlık.
etiyet
= etiyat.
etkel
etleel etli, etme dolgun (insan hakkında).
etkeldüü
= itkeldüü; etkeldüü sorpo, mayluu et folk. : yağlı çorba. ve yağlı et.
etme
(et + me) : şalk etme : harman döveni şeklindeki eski kırgız silahı; tars etme yahut kürs etme : tüfek; çırt etme kişi yahut kıyt etme kişi: çabucak kızan. alıngan adam.
etnografya
r. etnografya.
ette-
deriyi etten temizlemek
etten
etlenmek; şişmanlamak: mal ettenip kaldı hayvan. semirdi, tavlandı.
ettent-
et. etten - den; atıñdı etten- tip al : atına bir parça yem ver, ki etlensin; atına biraz vücudunu düzeltmek imkanı ver!
ettenüü
. işs. etten - den.
ettet-
et. ette - den. ettir-, et. et - ıı’den; bılk ettire albadı : yerinden bile kımıldatamadı.
ez
ı, 1. dalgın; etrafta olup - bitenlerle a1akdar olmayan; uyuşuk bir halde bulunan; 2. sağır.
ez-
ıı1. ezmek; sıkmak; 2. zulmetmek.
ezdir-
et. ez - ıı - den.
ezel
a. itidası olmayan geçen zaman; ezel, ebediyet; ezelden yahut ezeideri : kadimden beri; eski zamanlardan beri; ezelden berki doo çok eski dava; ezel esinen ketpes boldu : ebediyen unutulmayacak oldu.
ezeli
iptidası olmıyacak surette eski: ezeli.
ezelki
. kadim; çok eski; ezelki eski doonu doolayt : eski, çoktan unutulmuş davayı korcalıyor; ezelki eski dostum : çok eski dostum; etek ti kesseñ, ceñ bolboyt. ezelki düşman el bolboyt ats. : eteği kesmekle yen çıkmaz; ezeli düşman dost olmaz.
ezgile-
it. ez ıı’den.
ezil-
mut. ez - ıı’den.
ezilgen
malum, zulüm görmüş.
eziliş-
müs. ezil - den; ezilip öbüş biri birini kucaklayıp öpmek.
ezilt-
et. ezil - den.
ezilüüçü
ezilen; mazlum.
ezme
boş sözler söylüyen. lafazan: bıktırıcı.
ezüü
tazyik; zulüm; zulmetme.
ezüüçü
zalim; sıkıştırıcı.
fabrika
. r. fabrika.
faeton
r. fayton.
faktı
r. hal, hakikat, olay;
faktor
r. .mil, faktör.
faktura
r. fatura.
fakultet
. r. fakülte.
familiya
r. soyadı.
fantaziye
r. fantezi hayal.
fantaziyaçil
hayaiperest. hulyacı.
farız
= barız.
faşist
r. faşist.
faşistik
faşizma ait.
faşizm
. r. faşizm.
fatalizm
r. kaderilik (fatalisme).
fedaratsiya
r. federasyon.
feldşer
r. sıhhiye memuru.
feodal
r. feodal, derebeyi.
feodaldık
feodaliteye müteallik.
feodalizm
., r. feodalizm.
ferma
r. çiftlik; süt tovar ferması süt mahsulleri çiftliği,
fevral
r. şubat.
figura
r. şekil.
filologiya
r. filoloji.
fiologiyalık
. fiolojik.
filosof
r. filozof.
filosofiya
r. felsefe.
filosofyalik
felsefi.
finansı
r. maliye, finans; finahsı kapitalı; maliye sermayesi.
finansıla-
mali yardımda bulunmak: bir işin, teşebbüsün yürümesi için sermaye vermek, finanse etmek.
finansilık
mali.
finansıloo
mali yardımda bulunma, sermaye verme.
finçaş
r. kon. 1. maliye şubesi; 2. maliye şubesi müdürü.
fizika
r. fizik.
fizikalık
fizik’e ait. müteallik, mensup.
fizkultura
r. beden terbiyesi
fizkulturalık
beden terbiyesine ait müteallik. r. beden terbiyesine ait müteallik.
fizkulturnik
r. beden terbiyesi uzmanı
flang
r. yan, cenah.
fleksiya
r. fleksiyon.
fleksiyaluu
.. tasrifi; fleksiyaluu tilder: tasrifi diller..
flot
r. donanma, filo.
flotçu
: kızıl flotçu : kızıl donanma mensubu.
fokus
r. mihrak, ihtirak noktası.
fondu
r. meblağ sermaye; bölünbös fondu : bölünmez sermaye; üy ca fodu : mesken meblağı. ihtiyat akçesi.
fonetilia
r. savtiyata (phonetique) fonetikahk, savtiyata ait, müteallik, mensüp.
fontan
r. fıskıye.
forma
r. şekil.
formalan-
muayyen bir şekle girmek.
formalizm
r. şekilperestlik:, formalizm : şekle. merasime aşırı ehemmiyet verme.
formalnıy
r. resmi, formel.
formula
düstur. şekil; formül.
forpost
r. ileri karakol.
fotografiya
r. fotograf.
fotografiyalık
fotografa ait, mensup, müteallik.
fototelegraf
r. fototelgraf.
fraktsiya
. r. hizip, fraksyon.
frkatsiyaçılık
hizipçilik; fraksiyaçılık küröşü; hizip mücadelesi.
fraksiyalık
hizbi hizbe ait.
frank
r. frank (para vahidi).
front
r. cephe; el frontu : halk cephesi.
furaçka
r. kasket.
futbol
r. ayaktopu.
futbolçu
futbol oynayan.
gana
tahdid (sınırlama) ekid r; al ğana emes : yalnız o değil; bir ğana : yalınız bir; özüm ğana yalnız kendim; sözdö ğana, işte cok yalnız lafta, işte yok; kanday ğana bolso da : nasıl olursa - olsun; her ne pahasına olursa olsun.
gap
(cenubi kırgızlık’ta) = kep l garac = garaj.
garaj
r. otomobil. garajı.
garantiya
r. teminat, garanti; garantiya kıl- : garanti vermek.
garmon
garmuşkö, r. akordeon; garmon tart- : akordeon çalmak.
gaz
r. gaz; uulukturuuçu gaz zehirli gaz; tumçukturuuçu gaz : boğucu gaz; gazga karşı : zehirli gaza karşı korunmak aleti, aygıtı.
ğazal
= kazal.
gazduu
. 1. gazlı, gaz karışmış; 2. gazdan yapılan.
gazeta
r. gazete.
gegemon
r. hegemon.
gegemoniya
. r. üstünlük, hegemonya.
gektar
r. hektar.
general
r. general.
generalnıy
. r. genel, umumi; generalnıy sekretar: genel sekreter.
geografiya
r. coğrafya.
gerioy
r. ed. kahraman.
geroyluk
ed. kahraman rolü.
gertman
r. para kesesi.
gevhar
= köör.
gezit
= gazeta.
gılım
a. ilim, ğılım - bilim ilim ve bilgi; hernevi bilgi. malümat.
ğınulis
kon. = gradus. gıybat = kaybat. gigant, r. dev.
gigiyenn
r. sıhhat koruma (hypnose).
gilem
= kilem.
gipnoz
r. ipnoz (hypnose).
gir
r. terazi ve kantar tası.
go
bk. ko.
gorçitsa
r. hardal.
gorizont
r. ufuk.
gospodin
r. gospodin.
gozo
f. pamuk (bitki); koza.
gracdan
= grajdan.
gradus
r. derece.
grajdan
r. yurttaş.
grajdandık
ımülki, sivil; grajdandik ukukku : hukulu nedeniye; grajdandık soguş vatandaşlar arasındaki harp : iç harp. ıı, vatandaşlık, yurttaşlık; sovet grajdandığı : sovyet vatandaşlığı.
gramm
r. gram.
grammatika
r. gramer.
grammofon
r. gramofon.
granat
r. bomba, kumbara.
greçiha
r. kara buğday, arnavut darısı.
gumanizm
r. ümanizm.
gübür
= kübür ı.
gübürnatır
r. kon. vali, ilbay.
güdök
r. lokomotif düdüğü; güdök ur- : düdük çalmak; güdök uruldüdük çalinmak.
gül
= kül ıı.
gülanya
r. kon. gezinti.
güldöndür-
= küldöndür-.
gülkayır
= külkayır.
gürpüröpkö
r. kon. gruplanma, gruplara bölünme.
gürüldö
= kürüldö-
güü
= küü.
güüldö-
uğuldamak.
güüldök
uğuldayan.
güülön-
= küülön-.
güzör
= küzör ı.