| وَالذَّارِيَاتِ ذَرْواًۙ | ١ |
(1-6) Savurdukça savuranlara, yükü taşıyanlara, kolaylıkla akıp gidenlere, işleri taksim edenlere andolsun ki size vaad edilen şey kesinlikle doğrudur ve son yargılama mutlaka gerçekleşecektir. |
| فَالْحَامِلَاتِ وِقْراًۙ | ٢ |
| فَالْجَارِيَاتِ يُسْراًۙ | ٣ |
| فَالْمُقَسِّمَاتِ اَمْراًۙ | ٤ |
| اِنَّمَا تُوعَدُونَ لَصَادِقٌۙ | ٥ |
| وَاِنَّ الدّ۪ينَ لَوَاقِـعٌۜ | ٦ |
| وَالسَّمَٓاءِ ذَاتِ الْحُبُكِۙ | ٧ |
(7-8) Alanları ayrılmış yıldız kümeleri ile dolu göğe andolsun ki siz farklı inanç ve görüşler içindesiniz. |
| اِنَّكُمْ لَف۪ي قَوْلٍ مُخْتَلِفٍۙ | ٨ |
| يُؤْفَكُ عَنْهُ مَنْ اُفِكَۜ | ٩ |
(9) Bu sözlerle saptırılanlar doğru yoldan saparlar. |
| قُتِلَ الْخَرَّاصُونَۙ | ١٠ |
(10-12) Kahrolası yalancılar, o gaflet içinde yüzen kendini bilmezler, "Hani son yargılama günü ne zaman?" diye sorarlar. |
| اَلَّذ۪ينَ هُمْ ف۪ي غَمْرَةٍ سَاهُونَۙ | ١١ |
| يَسْـَٔلُونَ اَيَّانَ يَوْمُ الدّ۪ينِۜ | ١٢ |
| يَوْمَ هُمْ عَلَى النَّارِ يُفْتَنُونَ | ١٣ |
(13) O gün onlar ateşle sınanacaklar! |
| ذُوقُوا فِتْنَتَكُمْۜ هٰذَا الَّذ۪ي كُنْتُمْ بِه۪ تَسْتَعْجِلُونَ | ١٤ |
(14) Tadın bakalım cezanızı! Çabucak gelmesini isteyip durduğunuz işte bu! |
| اِنَّ الْمُتَّق۪ينَ ف۪ي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍۙ | ١٥ |
(15-16) Allah’a saygısızlıktan sakınanlar ise rablerinin kendilerine verdiklerini alarak cennetlerde ve pınar başlarında olacaklar. Çünkü onlar daha önce güzel davranışlar içindeydiler. |
| اٰخِذ۪ينَ مَٓا اٰتٰيهُمْ رَبُّهُمْۜ اِنَّهُمْ كَانُوا قَبْلَ ذٰلِكَ مُحْسِن۪ينَۜ | ١٦ |
| كَانُوا قَل۪يلاً مِنَ الَّيْلِ مَا يَهْجَعُونَ | ١٧ |
(17) Onlar gecenin az bir kısmında uyurlardı. |
| وَبِالْاَسْحَارِ هُمْ يَسْتَغْفِرُونَ | ١٨ |
(18) Seher vakitlerinde rablerinden bağışlanmalarını dilerlerdi. |
| وَف۪ٓي اَمْوَالِهِمْ حَقٌّ لِلسَّٓائِلِ وَالْمَحْرُومِ | ١٩ |
(19) Yardım isteyenlere ve yoksullara mallarından belli bir pay ayırırlardı. |
| وَفِي الْاَرْضِ اٰيَاتٌ لِلْمُوقِن۪ينَۙ | ٢٠ |
(20) Sağlam düşünce ve inanç sahipleri için yeryüzünde açık kanıtlar vardır. |
| وَف۪ٓي اَنْفُسِكُمْۜ اَفَلَا تُبْصِرُونَ | ٢١ |
(21) Hatta kendinizde de. Hiç görmüyor musunuz? |
| وَفِي السَّمَٓاءِ رِزْقُكُمْ وَمَا تُوعَدُونَ | ٢٢ |
(22) Rızkınız ve size vaad edilenler göktedir. |
| فَوَرَبِّ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ اِنَّهُ لَحَقٌّ مِثْلَ مَٓا اَنَّكُمْ تَنْطِقُونَ۟ | ٢٣ |
(23) Göğün ve yerin rabbine andolsun ki bu, tıpkı sizin konuşmanız kadar gerçek! |
| هَلْ اَتٰيكَ حَد۪يثُ ضَيْفِ اِبْرٰه۪يمَ الْمُكْرَم۪ينَۢ | ٢٤ |
(24) İbrâhim’in değerli konuklarıyla ilgili kıssa sana ulaştı mı? |
| اِذْ دَخَلُوا عَلَيْهِ فَقَالُوا سَلَاماًۜ قَالَ سَلَامٌۚ قَوْمٌ مُنْكَرُونَ | ٢٥ |
(25) Onun yanına girdiklerinde "selâm" demişler, o da "selâm" demiş; (içinden) "Hiç de tanıdık kimseler değil" diye geçirmişti. |
| فَرَاغَ اِلٰٓى اَهْلِه۪ فَجَٓاءَ بِعِجْلٍ سَم۪ينٍۙ | ٢٦ |
(26) Belli etmeden hemen ailesinin yanına gitti ve (kızartılmış) besili bir buzağı getirdi. |
| فَقَرَّبَهُٓ اِلَيْهِمْ قَالَ اَلَا تَأْكُلُونَۘ | ٢٧ |
(27) Onu önlerine koydu ve "Buyurmaz mısınız?" dedi. |
| فَاَوْجَسَ مِنْهُمْ خ۪يفَةًۜ قَالُوا لَا تَخَفْۜ وَبَشَّرُوهُ بِغُلَامٍ عَل۪يمٍ | ٢٨ |
(28) Durumlarından dolayı biraz kaygılandı. "Korkma" dediler ve ona derin bilgi sahibi olacak bir oğul müjdesi verdiler. |
| فَاَقْبَلَتِ امْرَاَتُهُ ف۪ي صَرَّةٍ فَصَكَّتْ وَجْهَهَا وَقَالَتْ عَجُوزٌ عَق۪يمٌ | ٢٩ |
(29) Karısı heyecanla bağırarak alnına vurdu; "Benim gibi yaşlı ve kısır bir kadın ha!" dedi. |
| قَالُوا كَذٰلِكِۙ قَالَ رَبُّكِۜ اِنَّهُ هُوَ الْحَك۪يمُ الْعَل۪يمُ | ٣٠ |
(30) "Rabbin böyle buyurdu" dediler; "Kuşkusuz hikmeti sonsuz, ilmi sınırsız olan yalnız O’dur." |
| قَالَ فَمَا خَطْبُكُمْ اَيُّهَا الْمُرْسَلُونَ | ٣١ |
(31) İbrâhim, "Peki ey elçiler! Sizin asıl göreviniz nedir?" dedi. |
| قَالُٓوا اِنَّٓا اُرْسِلْـنَٓا اِلٰى قَوْمٍ مُجْرِم۪ينَۙ | ٣٢ |
(32) "Biz" dediler, "Günaha batmış bir topluluğa gönderildik; |
| لِنُرْسِلَ عَلَيْهِمْ حِجَارَةً مِنْ ط۪ينٍۙ | ٣٣ |
(33-34) Haddi aşanlar için rabbinin nezdinde işaretlenmiş balçıktan taşları üzerlerine yağdırmak üzere." |
| مُسَوَّمَةً عِنْدَ رَبِّكَ لِلْمُسْرِف۪ينَ | ٣٤ |
| فَاَخْرَجْنَا مَنْ كَانَ ف۪يهَا مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَۚ | ٣٥ |
(35) Derken, orada bulunan müminleri çıkardık. |
| فَمَا وَجَدْنَا ف۪يهَا غَيْرَ بَيْتٍ مِنَ الْمُسْلِم۪ينَۚ | ٣٦ |
(36) Zaten orada -bir hâne dışında- Allah’a teslim olmuş kimseler de bulamadık. |
| وَتَرَكْنَا ف۪يهَٓا اٰيَةً لِلَّذ۪ينَ يَخَافُونَ الْعَذَابَ الْاَل۪يمَۜ | ٣٧ |
(37) Ve orada, acı veren azaptan korkanlar için bir işaret bırakmış olduk. |
| وَف۪ي مُوسٰٓى اِذْ اَرْسَلْنَاهُ اِلٰى فِرْعَوْنَ بِسُلْطَانٍ مُب۪ينٍ | ٣٨ |
(38) Mûsâ’da da (ibretler var). Onu apaçık delillerle Firavun’a göndermiştik. |
| فَتَوَلّٰى بِرُكْنِه۪ وَقَالَ سَاحِرٌ اَوْ مَجْنُونٌ | ٣٩ |
(39) Firavun saltanatı sebebiyle ona karşı çıkmış ve "O, ya bir sihirbaz veya bir mecnundur" demişti. |
| فَاَخَذْنَاهُ وَجُنُودَهُ فَنَبَذْنَاهُمْ فِي الْيَمِّ وَهُوَ مُل۪يمٌۜ | ٤٠ |
(40) Sonunda -(davranışlarıyla) kendini rezil etmiş olarak- onu ve askerlerini yakalayıp denize attık. |
| وَف۪ي عَادٍ اِذْ اَرْسَلْنَا عَلَيْهِمُ الرّ۪يحَ الْعَق۪يمَۚ | ٤١ |
(41) Âd kavminde de (ibretler var). Onlara silip süpüren rüzgârı göndermiştik. |
| مَا تَذَرُ مِنْ شَيْءٍ اَتَتْ عَلَيْهِ اِلَّا جَعَلَتْهُ كَالرَّم۪يمِۜ | ٤٢ |
(42) üzerinden geçtiği hiçbir şeyi bırakmıyor, kül edip savuruyordu. |
| وَف۪ي ثَمُودَ اِذْ ق۪يلَ لَهُمْ تَمَتَّعُوا حَتّٰى ح۪ينٍ | ٤٣ |
(43) Semûd’da da (ibretler var). Onlara, "Bir süreye kadar faydalanın bakalım!" denmişti. |
| فَعَتَوْا عَنْ اَمْرِ رَبِّهِمْ فَاَخَذَتْهُمُ الصَّاعِقَةُ وَهُمْ يَنْظُرُونَ | ٤٤ |
(44) Rablerinin buyruğuna uymayı kendilerine yediremediler. Bu yüzden, bakıp dururlarken onları yıldırım yakalayıverdi! |
| فَمَا اسْتَطَاعُوا مِنْ قِيَامٍ وَمَا كَانُوا مُنْتَصِر۪ينَۙ | ٤٥ |
(45) Yerlerinden bile kalkamadılar ve kimseden yardım da alamadılar. |
| وَقَوْمَ نُوحٍ مِنْ قَبْلُۜ اِنَّهُمْ كَانُوا قَوْماً فَاسِق۪ينَ۟ | ٤٦ |
(46) Bunlardan önce yaşayan Nûh’un kavminde de (ibretler var). Çünkü onlar yoldan çıkmış bir topluluk idi. |
| وَالسَّمَٓاءَ بَنَيْنَاهَا بِاَيْدٍ وَاِنَّا لَمُوسِعُونَ | ٤٧ |
(47) Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz biz genişletmekteyiz. |
| وَالْاَرْضَ فَرَشْنَاهَا فَنِعْمَ الْمَاهِدُونَ | ٤٨ |
(48) Yeri de biz döşedik; dolayısıyla güzel de yaptık! |
| وَمِنْ كُلِّ شَيْءٍ خَلَقْنَا زَوْجَيْنِ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ | ٤٩ |
(49) Her şeyden çift çift yarattık, inceden inceye düşünesiniz diye. |
| فَفِرُّٓوا اِلَى اللّٰهِۜ اِنّ۪ي لَكُمْ مِنْهُ نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌۚ | ٥٠ |
(50) (Peygamber şöyle dedi:) "Şu halde Allah’a sığının. Şüphesiz ben sizin için O’nun tarafından apaçık bir uyarıcıyım. |
| وَلَا تَجْعَلُوا مَعَ اللّٰهِ اِلٰهاً اٰخَرَۜ اِنّ۪ي لَكُمْ مِنْهُ نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌ | ٥١ |
(51) Allah’ın yanında başka tanrı edinmeyin. Şüphesiz ben sizin için O’nun tarafından apaçık bir uyarıcıyım." |
| كَذٰلِكَ مَٓا اَتَى الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْ مِنْ رَسُولٍ اِلَّا قَالُوا سَاحِرٌ اَوْ مَجْنُونٌ | ٥٢ |
(52) İşte böyle; kendilerinden öncekilere de hiçbir peygamber gelmemiştir ki, "O bir sihirbaz veya bir mecnun" demiş olmasınlar. |
| اَتَوَاصَوْا بِه۪ۚ بَلْ هُمْ قَوْمٌ طَاغُونَ | ٥٣ |
(53) Sanki nesiller boyu birbirlerine hep bunu tavsiye etmişler! Daha doğrusu onlar sınır tanımayan bir topluluk! |
| فَتَوَلَّ عَنْهُمْ فَمَٓا اَنْتَ بِمَلُومٍۘ | ٥٤ |
(54) Artık onlarla ilgilenme bundan dolayı (çağrına uymadılar diye sen) kınanacak değilsin. |
| وَذَكِّرْ فَاِنَّ الذِّكْرٰى تَنْفَعُ الْمُؤْمِن۪ينَ | ٥٥ |
(55) Ama (alanlar için) öğüt vermeye devam et, zira öğüt inananlara fayda verir. |
| وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ | ٥٦ |
(56) Ben cinleri ve insanları, başka değil, sırf bana kulluk etsinler diye yarattım. |
| مَٓا اُر۪يدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَٓا اُر۪يدُ اَنْ يُطْعِمُونِ | ٥٧ |
(57) Onlardan bir rızık istemiyorum, beni doyurmalarını da istiyor değilim. |
| اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَت۪ينُ | ٥٨ |
(58) Şüphesiz rızkı veren, sarsılmaz gücün sahibi olan yalnızca Allah’tır. |
| فَاِنَّ لِلَّذ۪ينَ ظَلَمُوا ذَنُوباً مِثْلَ ذَنُوبِ اَصْحَابِهِمْ فَلَا يَسْتَعْجِلُونِ | ٥٩ |
(59) Şu iyi bilinmeli ki haksızlığa sapanlar için geçmişteki benzerlerinin payı gibi bir ceza payı var! Şimdi onu benden acele istemesinler! |
| فَوَيْلٌ لِلَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ يَوْمِهِمُ الَّذ۪ي يُوعَدُونَ | ٦٠ |
(60) Başlarına geleceği bildirilen günden dolayı vay o inkârcıların haline! |