47/26 - Şuarâ (şairler) Suresi (227 ayet)

طٰسٓمٓۜ(١) (1) Tâ-sîn-mîm.
تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ الْمُب۪ينِ(٢) (2) Bunlar, apaçık kitabın âyetleridir.
لَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ اَلَّا يَكُونُوا مُؤْمِن۪ينَ(٣) (3) İman etmiyorlar diye neredeyse kendini helâk edeceksin!
اِنْ نَشَأْ نُنَزِّلْ عَلَيْهِمْ مِنَ السَّمَٓاءِ اٰيَةً فَظَلَّتْ اَعْنَاقُهُمْ لَهَا خَاضِع۪ينَ(٤) (4) Biz istesek onlara gökten bir mûcize indiririz de derhal ona boyun eğerler.
وَمَا يَأْت۪يهِمْ مِنْ ذِكْرٍ مِنَ الرَّحْمٰنِ مُحْدَثٍ اِلَّا كَانُوا عَنْهُ مُعْرِض۪ينَ(٥) (5) Ne zaman rahmândan kendilerine yeni bir uyarı gelse mutlaka bundan yüz çevirmektedirler.
فَقَدْ كَذَّبُوا فَسَيَأْت۪يهِمْ اَنْبٰٓؤُ۬ا مَا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ(٦) (6) Hep yalanladılar, fakat alay edip durdukları şeylere ait bilgiler yakında onlara gelecektir!
اَوَلَمْ يَرَوْا اِلَى الْاَرْضِ كَمْ اَنْبَتْنَا ف۪يهَا مِنْ كُلِّ زَوْجٍ كَر۪يمٍ(٧) (7) Peki o inkârcılar yeryüzüne hiç bakmazlar mı? Orada her türden nice değerli bitkiler çıkarmışızdır.
اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةًۜ وَمَا كَانَ اَكْثَرُهُمْ مُؤْمِن۪ينَ(٨) (8) Şüphesiz bunlarda alınacak büyük bir ders vardır; ama çoğu iman etmezler.
وَاِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ۟(٩) (9) Şüphesiz rabbin, işte O, mutlak güçlüdür, engin merhamet sahibidir.
وَاِذْ نَادٰى رَبُّكَ مُوسٰٓى اَنِ ائْتِ الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَۙ(١٠) (10-11) Hani rabbin Mûsâ’ya, şöyle seslenmişti: "O zalimler topluluğuna, Firavun’un kavmine git. Onlar (zulümden) hâlâ sakınmayacaklar mı?"
قَوْمَ فِرْعَوْنَۜ اَلَا يَتَّقُونَ(١١)
قَالَ رَبِّ اِنّ۪ٓي اَخَافُ اَنْ يُكَذِّبُونِۜ(١٢) (12) Mûsâ, "Rabbim! Doğrusu beni yalancılıkla suçlamalarından korkuyorum;
وَيَض۪يقُ صَدْر۪ي وَلَا يَنْطَلِقُ لِسَان۪ي فَاَرْسِلْ اِلٰى هٰرُونَ(١٣) (13) Göğsüm daralıyor, dilim dolaşıyor; onun için bu elçilik görevini Hârûn’a yükle.
وَلَهُمْ عَلَيَّ ذَنْبٌ فَاَخَافُ اَنْ يَقْتُلُونِۚ(١٤) (14) Ayrıca ben onlar nezdinde suçluyum; bu yüzden beni öldürmelerinden korkuyorum" dedi.
قَالَ كَلَّاۚ فَاذْهَبَا بِاٰيَاتِنَٓا اِنَّا مَعَكُمْ مُسْتَمِعُونَ(١٥) (15) Allah, "Hayır, asla böyle olmayacak!" buyurdu. "Haydi ikiniz de mûcizelerimizle gidin. Şüphesiz biz sizinle beraberiz, (her şeyi) işitmekteyiz."
فَأْتِيَا فِرْعَوْنَ فَقُولَٓا اِنَّا رَسُولُ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۙ(١٦) (16-17) Firavun’a gidin ve deyin ki: "Gerçekten biz, İsrâiloğulları’nı bizimle beraber göndermen için âlemlerin rabbinin elçisiyiz."
اَنْ اَرْسِلْ مَعَنَا بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَۜ(١٧)
قَالَ اَلَمْ نُرَبِّكَ ف۪ينَا وَل۪يداً وَلَبِثْتَ ف۪ينَا مِنْ عُمُرِكَ سِن۪ينَ(١٨) (18) (Makamına vardıklarında Mûsâ’ya) Firavun şöyle dedi: "Biz seni çocukken himayemize alıp büyütmedik mi? Hayatının nice yıllarını aramızda geçirmedin mi?
وَفَعَلْتَ فَعْلَتَكَ الَّت۪ي فَعَلْتَ وَاَنْتَ مِنَ الْكَافِر۪ينَ(١٩) (19) Sonunda yapacağını yaptın. Sen nankörün birisin!"
قَالَ فَعَلْتُـهَٓا اِذاً وَاَنَا۬ مِنَ الضَّٓالّ۪ينَۜ(٢٠) (20) Mûsâ, "Ben" dedi, "O işi, (sonunun ölüme varacağını) bilmeden yaptım.
فَفَرَرْتُ مِنْكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْ فَوَهَبَ ل۪ي رَبّ۪ي حُكْماً وَجَعَلَن۪ي مِنَ الْمُرْسَل۪ينَ(٢١) (21) Sizden korkunca da hemen aranızdan kaçtım. Sonra rabbim bana doğru karar vermeyi öğretti ve beni peygamberlerden biri yaptı.
وَتِلْكَ نِعْمَةٌ تَمُنُّهَا عَلَيَّ اَنْ عَبَّدْتَ بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَۜ(٢٢) (22) O nimet diye başıma kaktığın şeye gelince o da İsrâiloğulları’nı kendine kul köle etmenden ibarettir."
قَالَ فِرْعَوْنُ وَمَا رَبُّ الْعَالَم۪ينَ(٢٣) (23) Firavun, "Âlemlerin rabbi de kimdir?" diye sordu.
قَالَ رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَاۜ اِنْ كُنْتُمْ مُوقِن۪ينَ(٢٤) (24) Mûsâ, "Eğer gerçeğe inanmaya yatkınlığınız varsa bilin ki O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin rabbidir" diye cevap verdi.
قَالَ لِمَنْ حَوْلَـهُٓ اَلَا تَسْتَمِعُونَ(٢٥) (25) Firavun yanında bulunanlara, "Ne dediğini duydunuz değil mi?" dedi.
قَالَ رَبُّكُمْ وَرَبُّ اٰبَٓائِكُمُ الْاَوَّل۪ينَ(٢٦) (26) Mûsâ, "O, sizin de rabbiniz, geçmişteki atalarınızın da rabbidir" dedi.
قَالَ اِنَّ رَسُولَكُمُ الَّـذ۪ٓي اُرْسِلَ اِلَيْكُمْ لَمَجْنُونٌ(٢٧) (27) Firavun, "Size gönderilen bu elçiniz mutlaka aklını yitirmiş" dedi.
قَالَ رَبُّ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَمَا بَيْنَهُمَاۜ اِنْ كُنْتُمْ تَعْقِلُونَ(٢٨) (28) Mûsâ devamla şunu söyledi: "Şayet aklınızı kullanırsanız anlarsınız ki O, doğunun, batının ve bu ikisi arasında bulunanların rabbidir."
قَالَ لَئِنِ اتَّخَذْتَ اِلٰهاً غَيْر۪ي لَاَجْعَلَنَّكَ مِنَ الْمَسْجُون۪ينَ(٢٩) (29) Firavun, "Benden başkasını tanrı edinirsen, yemin ederim ki seni zindanlarda süründürürüm!" dedi.
قَالَ اَوَلَوْ جِئْتُكَ بِشَيْءٍ مُب۪ينٍ(٣٠) (30) Mûsâ, "Sana apaçık bir şey getirmiş olsam da mı?" diye sordu.
قَالَ فَأْتِ بِه۪ٓ اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ(٣١) (31) Firavun, "Doğru söyleyenlerden isen, haydi getir onu" diye karşılık verdi.
فَاَلْقٰى عَصَاهُ فَاِذَا هِيَ ثُعْبَانٌ مُب۪ينٌۚ(٣٢) (32) Bunun üzerine Mûsâ asâsını atıverdi; bir de ne görsünler, asâ düpedüz bir yılan oluvermiş!
وَنَزَعَ يَدَهُ فَاِذَا هِيَ بَيْضَٓاءُ لِلنَّاظِر۪ينَ۟(٣٣) (33) Sonra elini çıkardı; o da bakanlara beyaz ışık saçan bir şey oluvermiş!
قَالَ لِلْمَلَأِ حَوْلَـهُٓ اِنَّ هٰذَا لَسَاحِرٌ عَل۪يمٌۙ(٣٤) (34) Firavun, adamlarına şöyle dedi: "Doğrusu bu, çok bilgili bir sihirbaz!
يُر۪يدُ اَنْ يُخْرِجَكُمْ مِنْ اَرْضِكُمْ بِسِحْرِه۪ۗ فَمَاذَا تَأْمُرُونَ(٣٥) (35) Yaptığı sihirle sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Buna karşı ne buyurursunuz?"
قَالُٓوا اَرْجِهْ وَاَخَاهُ وَابْعَثْ فِي الْمَدَٓائِنِ حَاشِر۪ينَۙ(٣٦) (36) Dediler ki: "Onu ve kardeşini bir süre alıkoy ve sihirbaz toplamak üzere şehirlere (adamlar) gönder;
يَأْتُوكَ بِكُلِّ سَحَّارٍ عَل۪يمٍ(٣٧) (37) Bütün bilgili sihirbazları sana getirsinler."
فَجُمِعَ السَّحَرَةُ لِم۪يقَاتِ يَوْمٍ مَعْلُومٍۙ(٣٨) (38) Böylece sihirbazlar belli bir günün ilân edilmiş vaktinde bir araya getirildi.
وَق۪يلَ لِلنَّاسِ هَلْ اَنْتُمْ مُجْتَمِعُونَۙ(٣٩) (39) Halka, "Siz de toplantıya gelmiyor musunuz?" denildi.
لَعَلَّنَا نَتَّبِعُ السَّحَرَةَ اِنْ كَانُوا هُمُ الْغَالِب۪ينَ(٤٠) (40) "Sihirbazlar üstün gelirlerse -ki ümidimiz budur- herhalde onların yolundan gideriz."
فَلَمَّا جَٓاءَ السَّحَرَةُ قَالُوا لِفِرْعَوْنَ اَئِنَّ لَنَا لَاَجْراً اِنْ كُنَّا نَحْنُ الْغَالِب۪ينَ(٤١) (41) Sihirbazlar geldiklerinde Firavun’a, "Eğer üstün gelen biz olursak herhalde bize bir ödül vardır, değil mi?" dediler.
قَالَ نَعَمْ وَاِنَّكُمْ اِذاً لَمِنَ الْمُقَرَّب۪ينَ(٤٢) (42) Firavun, "Evet", dedi; "O takdirde gerçekten has adamlarımdan olacaksınız."
قَالَ لَهُمْ مُوسٰٓى اَلْقُوا مَٓا اَنْتُمْ مُلْقُونَ(٤٣) (43) Mûsâ sihirbazlara, "Ne atacaksanız atın!" dedi.
فَاَلْقَوْا حِبَالَهُمْ وَعِصِيَّهُمْ وَقَالُوا بِعِزَّةِ فِرْعَوْنَ اِنَّا لَنَحْنُ الْغَالِبُونَ(٤٤) (44) Bunun üzerine iplerini, değneklerini yere attılar ve dediler ki: "Firavun’un üstün gücü adına, elbette üstün gelen biz olacağız."
فَاَلْقٰى مُوسٰى عَصَاهُ فَاِذَا هِيَ تَلْقَفُ مَا يَأْفِكُونَۚ(٤٥) (45) Sonra Mûsâ da değneğini yere attı; bir de ne görsünler, onların düzmece nesnelerini yutuveriyor!
فَاُلْقِيَ السَّحَرَةُ سَاجِد۪ينَۙ(٤٦) (46) Sihirbazlar derhal secdeye kapandılar.
قَالُٓوا اٰمَنَّا بِرَبِّ الْعَالَم۪ينَۙ(٤٧) (47-48) "Âlemlerin rabbine, Mûsâ ve Hârûn’un rabbine iman ettik" dediler.
رَبِّ مُوسٰى وَهٰرُونَ(٤٨)
قَالَ اٰمَنْتُمْ لَهُ قَبْلَ اَنْ اٰذَنَ لَكُمْۚ اِنَّهُ لَكَب۪يرُكُمُ الَّذ۪ي عَلَّمَكُمُ السِّحْرَۚ فَلَسَوْفَ تَعْلَمُونَۜ لَاُقَطِّعَنَّ اَيْدِيَكُمْ وَاَرْجُلَكُمْ مِنْ خِلَافٍ وَلَاُصَلِّبَنَّكُمْ اَجْمَع۪ينَ(٤٩) (49) Firavun dedi ki: "Benin size izin vermemi beklemeden ona iman ediyorsunuz, öyle mi? Anlaşılan o, size sihri öğreten üstadınızmış! Ama şimdi göreceksiniz! Andolsun, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim, hepinizi astıracağım!"
قَالُوا لَا ضَيْرَۘ اِنَّٓا اِلٰى رَبِّنَا مُنْقَلِبُونَۚ(٥٠) (50) "Zararı yok" dediler, "Nasıl olsa biz rabbimize dönüyoruz.
اِنَّا نَطْمَعُ اَنْ يَغْفِرَ لَنَا رَبُّنَا خَطَايَانَٓا اَنْ كُنَّٓا اَوَّلَ الْمُؤْمِن۪ينَۜ۟(٥١) (51) İlk iman edenler olduğumuz için rabbimizin hatalarımızı bağışlayacağını umuyoruz."
وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰٓى اَنْ اَسْرِ بِعِبَاد۪ٓي اِنَّكُمْ مُتَّبَعُونَ(٥٢) (52) Mûsâ’ya, "Kullarımı geceleyin yola çıkar, çünkü takip edileceksiniz" diye vahyettik.
فَاَرْسَلَ فِرْعَوْنُ فِي الْمَدَٓائِنِ حَاشِر۪ينَۚ(٥٣) (53) Firavun da asker toplamak üzere şehirlere adamlar gönderdi.
اِنَّ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ لَشِرْذِمَةٌ قَل۪يلُونَۙ(٥٤) (54) (Adamlarına) "Bunlar, sayıları az, önemsiz bir topluluk;
وَاِنَّهُمْ لَنَا لَـغَٓائِظُونَۙ(٥٥) (55) Fakat bize karşı nefretle doludurlar.
وَاِنَّا لَجَم۪يعٌ حَاذِرُونَۜ(٥٦) (56) Biz de kuşkusuz tedbirli, tek vücut bir topluluğuz" (dedi).
فَاَخْرَجْنَاهُمْ مِنْ جَنَّاتٍ وَعُيُونٍۙ(٥٧) (57-58) Daha sonra onları (Firavun ve topluluğunu) bahçelerden, pınarlardan, hazinelerden ve değerli bir konumdan mahrum ettik.
وَكُنُوزٍ وَمَقَامٍ كَر۪يمٍۙ(٥٨)
كَذٰلِكَۜ وَاَوْرَثْنَاهَا بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَۚ(٥٩) (59) İşte böyle; Bu nimetleri onların yerine İsrâiloğulları’na verdik.
فَاَتْبَعُوهُمْ مُشْرِق۪ينَ(٦٠) (60) (Olaya gelince) Arkadan Firavun ve adamları gün doğarken onlara yetiştiler.
فَلَمَّا تَـرَٓاءَ الْجَمْعَانِ قَالَ اَصْحَابُ مُوسٰٓى اِنَّا لَمُدْرَكُونَۚ(٦١) (61) İki topluluk birbirini görünce, Mûsâ’nın adamları, "İşte yakalandık!" dediler.
قَالَ كَلَّاۚ اِنَّ مَعِيَ رَبّ۪ي سَيَهْد۪ينِ(٦٢) (62) Mûsâ, "Hayır! Eminim ki rabbim benimledir, bana bir çıkış yolu gösterecektir" dedi.
فَاَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰٓى اَنِ اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْبَحْرَۜ فَانْفَلَقَ فَكَانَ كُلُّ فِرْقٍ كَالطَّوْدِ الْعَظ۪يمِۚ(٦٣) (63) Bunun üzerine Mûsâ’ya, "Asân ile denize vur!" diye vahyettik. Deniz derhal yarıldı, her parça koca bir dağ gibi oldu.
وَاَزْلَفْنَا ثَمَّ الْاٰخَر۪ينَۚ(٦٤) (64) Ötekilerini de oraya getirdik.
وَاَنْجَيْنَا مُوسٰى وَمَنْ مَعَهُٓ اَجْمَع۪ينَۚ(٦٥) (65-66) Mûsâ ve beraberinde bulunanların hepsini kurtardıktan sonra ötekilerini suda boğduk.
ثُمَّ اَغْرَقْنَا الْاٰخَر۪ينَۜ(٦٦)
اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةًۜ وَمَا كَانَ اَكْثَرُهُمْ مُؤْمِن۪ينَ(٦٧) (67) Şüphesiz bunda inandırıcı işaretler vardır; ama çokları imana gelmiş değildir.
وَاِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ۟(٦٨) (68) Şüphesiz rabbin, işte O, mutlak güçlüdür, engin merhamet sahibidir.
وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَاَ اِبْرٰه۪يمَۢ(٦٩) (69) Onlara İbrâhim’in öyküsünü de anlat.
اِذْ قَالَ لِاَب۪يهِ وَقَوْمِه۪ مَا تَعْبُدُونَ(٧٠) (70) Hani o, babasına ve kavmine, "Neye tapıyorsunuz?" diye sormuştu.
قَالُوا نَعْبُدُ اَصْنَاماً فَنَظَلُّ لَهَا عَاكِف۪ينَ(٧١) (71) "Putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz" diye cevap verdiler.
قَالَ هَلْ يَسْمَعُونَكُمْ اِذْ تَدْعُونَۙ(٧٢) (72) İbrâhim, "Peki ama" dedi, "Yalvardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı?
اَوْ يَنْفَعُونَكُمْ اَوْ يَضُرُّونَ(٧٣) (73) Yahut size fayda veya zarar verebiliyorlar mı?"
قَالُوا بَلْ وَجَدْنَٓا اٰبَٓاءَنَا كَذٰلِكَ يَفْعَلُونَ(٧٤) (74) "Hayır ama biz atalarımızı böyle yapar bulduk" dediler.
قَالَ اَفَرَاَيْتُمْ مَا كُنْتُمْ تَعْبُدُونَۙ(٧٥) (75-76) İbrâhim dedi ki: "İyi de sizin ve önceki atalarınızın neye taptığınızı hiç düşündünüz mü?
اَنْتُمْ وَاٰبَٓاؤُ۬كُمُ الْاَقْدَمُونَ(٧٦)
فَاِنَّهُمْ عَدُوٌّ ل۪ٓي اِلَّا رَبَّ الْعَالَم۪ينَۙ(٧٧) (77) İyi bilin ki âlemlerin rabbi dışında taptıklarınız benim düşmanımdır;
اَلَّذ۪ي خَلَقَن۪ي فَهُوَ يَهْد۪ينِۙ(٧٨) (78) O, beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir.
وَالَّذ۪ي هُوَ يُطْعِمُن۪ي وَيَسْق۪ينِۙ(٧٩) (79) Beni yediren ve içirendir.
وَاِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْف۪ينِۖ(٨٠) (80) Hastalandığım zaman bana şifa verendir.
وَالَّذ۪ي يُم۪يتُن۪ي ثُمَّ يُحْي۪ينِۙ(٨١) (81) Canımı alacak olan, sonra beni yeniden diriltecek olandır.
وَالَّـذ۪ٓي اَطْمَعُ اَنْ يَغْفِرَ ل۪ي خَط۪ٓيـَٔت۪ي يَوْمَ الدّ۪ينِۜ(٨٢) (82) Hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum yine O’dur.
رَبِّ هَبْ ل۪ي حُكْماً وَاَلْحِقْن۪ي بِالصَّالِح۪ينَۙ(٨٣) (83) Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat.
وَاجْعَلْ ل۪ي لِسَانَ صِدْقٍ فِي الْاٰخِر۪ينَۙ(٨٤) (84) Arkadan gelecekler içinde iyilikle anılmayı bana nasip eyle!
وَاجْعَلْن۪ي مِنْ وَرَثَةِ جَنَّةِ النَّع۪يمِۙ(٨٥) (85) Beni, naîm cennetine girenlerden eyle!
وَاغْفِرْ لِاَب۪ٓي اِنَّهُ كَانَ مِنَ الضَّٓالّ۪ينَۙ(٨٦) (86) Babamı da bağışla; kuşkusuz o doğru yoldan sapanlardan oldu.
وَلَا تُخْزِن۪ي يَوْمَ يُبْعَثُونَۙ(٨٧) (87-89) İnsanların diriltileceği gün ve Allah’a temiz bir kalple gelenler dışında malın da çocukların da fayda vermeyeceği gün beni mahcup etme!"
يَوْمَ لَا يَنْفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَۙ(٨٨)
اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَل۪يمٍۜ(٨٩)
وَاُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّق۪ينَۙ(٩٠) (90) O gün cennet, takvâ sahiplerine yaklaştırılır.
وَبُرِّزَتِ الْجَح۪يمُ لِلْغَاو۪ينَۙ(٩١) (91) Cehennem de küfre sapmış olanlara açıkça gösterilir.
وَق۪يلَ لَهُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ تَعْبُدُونَۙ(٩٢) (92-93) Onlara, "Allah’ı bırakıp da taptıklarınız nerede? Size yardım edebiliyorlar veya kendilerini kurtarabiliyorlar mı?" denilir.
مِنْ دُونِ اللّٰهِۜ هَلْ يَنْصُرُونَكُمْ اَوْ يَنْتَصِرُونَۜ(٩٣)
فَكُبْكِبُوا ف۪يهَا هُمْ وَالْغَاوُ۫نَۙ(٩٤) (94-95) Artık onlar, o sapkınlar ve İblîs’in yandaşları toptan tepetaklak cehenneme atılırlar.
وَجُنُودُ اِبْل۪يسَ اَجْمَعُونَۜ(٩٥)
قَالُوا وَهُمْ ف۪يهَا يَخْتَصِمُونَۙ(٩٦) (96) Orada onlar birbirleriyle çekişerek şöyle derler:
تَاللّٰهِ اِنْ كُنَّا لَف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍۙ(٩٧) (97-98) "Vallahi, biz sizi âlemlerin rabbi ile eşit tutarken gerçekten apaçık bir sapıklık içindeymişiz.
اِذْ نُسَوّ۪يكُمْ بِرَبِّ الْعَالَم۪ينَ(٩٨)
وَمَٓا اَضَلَّـنَٓا اِلَّا الْمُجْرِمُونَ(٩٩) (99) Bizi ancak o günaha batmış olanlar saptırdı.
فَمَا لَنَا مِنْ شَافِع۪ينَۙ(١٠٠) (100-101) Şimdi bizim ne şefaatçilerimiz var ne de samimi bir dostumuz.
وَلَا صَد۪يقٍ حَم۪يمٍ(١٠١)
فَلَوْ اَنَّ لَنَا كَرَّةً فَنَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ(١٠٢) (102) Ah keşke bizim için bir dönüş daha olsa da müminlerden olsak!"
اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةًۜ وَمَا كَانَ اَكْثَرُهُمْ مُؤْمِن۪ينَ(١٠٣) (103) İşte bu anlatılanlarda elbet alınacak büyük bir ders vardır; ama çokları iman etmezler.
وَاِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ۟(١٠٤) (104) Şüphesiz rabbin, işte O, mutlak güç ve engin merhamet sahibidir.
كَذَّبَتْ قَوْمُ نُوحٍۨ الْمُرْسَل۪ينَۚ(١٠٥) (105) Nûh kavmi de peygamberleri yalancılıkla suçladılar.
اِذْ قَالَ لَهُمْ اَخُوهُمْ نُوحٌ اَلَا تَتَّقُونَۚ(١٠٦) (106) Kardeşleri Nûh onlara şöyle demişti: "İnkârdan sakınmayacak mısınız?
اِنّ۪ي لَكُمْ رَسُولٌ اَم۪ينٌۙ(١٠٧) (107) Bakınız ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.
فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُونِۚ(١٠٨) (108) Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.
وَمَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍۚ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلٰى رَبِّ الْعَالَم۪ينَۚ(١٠٩) (109) Bunun için sizden bir karşılık beklemiyorum. Benim ecrimi vermek yalnız âlemlerin rabbine aittir.
فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُونِۜ(١١٠) (110) Artık Allah’a isyandan sakının ve bana itaat edin."
قَالُٓوا اَنُؤْمِنُ لَكَ وَاتَّبَعَكَ الْاَرْذَلُونَۜ(١١١) (111) Şöyle cevap verdiler: "Seni toplumun en aşağı kesiminin izlediğini göre göre sana iman eder miyiz!"
قَالَ وَمَا عِلْم۪ي بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَۚ(١١٢) (112) Nûh dedi ki: "Onların vaktiyle ne yaptıklarını bilmem.
اِنْ حِسَابُهُمْ اِلَّا عَلٰى رَبّ۪ي لَوْ تَشْعُرُونَۚ(١١٣) (113) Onların hesabı ancak rabbime aittir. Düşünseydiniz bunu anlardınız!
وَمَٓا اَنَا۬ بِطَارِدِ الْمُؤْمِن۪ينَۚ(١١٤) (114) Ben iman etmiş kimseleri kovacak değilim.
اِنْ اَنَا۬ اِلَّا نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌۜ(١١٥) (115) Ben sadece gerçekleri apaçık ortaya koyan bir uyarıcıyım."
قَالُوا لَئِنْ لَمْ تَنْتَهِ۬ يَا نُوحُ لَتَكُونَنَّ مِنَ الْمَرْجُوم۪ينَۜ(١١٦) (116) "Ey Nûh!" dediler, "Bu işten vazgeçmezsen, kesinlikle sen de taşlanacaksın!"
قَالَ رَبِّ اِنَّ قَوْم۪ي كَذَّبُونِۚ(١١٧) (117) Nûh, "Rabbim!" dedi, "Kavmim beni yalancılıkla suçluyor.
فَافْتَحْ بَيْن۪ي وَبَيْنَهُمْ فَتْحاً وَنَجِّن۪ي وَمَنْ مَعِيَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ(١١٨) (118) Artık benimle onların arasındaki durumu sen hükmünle açıklığa kavuştur, beni ve beraberimdeki müminleri kurtar!"
فَاَنْجَيْنَاهُ وَمَنْ مَعَهُ فِي الْفُلْكِ الْمَشْحُونِۚ(١١٩) (119) Bunun üzerine biz onu ve beraberindekileri, o her şeyle dopdolu geminin içinde kurtardık.
ثُمَّ اَغْرَقْنَا بَعْدُ الْبَاق۪ينَۜ(١٢٠) (120) Sonra geri kalanları da sulara gömdük.
اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةًۜ وَمَا كَانَ اَكْثَرُهُمْ مُؤْمِن۪ينَ(١٢١) (121) Doğrusu anlayanlar için bu kıssada büyük bir ders vardır; ama çokları iman etmezler.
وَاِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ۟(١٢٢) (122) Şüphesiz rabbin, işte O, mutlak güçlüdür, engin merhamet sahibidir.
كَذَّبَتْ عَادٌۨ الْمُرْسَل۪ينَۚ(١٢٣) (123) Âd kavmi de peygamberleri yalancılıkla suçladılar.
اِذْ قَالَ لَهُمْ اَخُوهُمْ هُودٌ اَلَا تَتَّقُونَۚ(١٢٤) (124) Kardeşleri Hûd onlara şöyle demişti: "Allah’a karşı gelmekten sakınmıyor musunuz?
اِنّ۪ي لَكُمْ رَسُولٌ اَم۪ينٌۙ(١٢٥) (125) Ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.
فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُونِۚ(١٢٦) (126) Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.
وَمَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍۚ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلٰى رَبِّ الْعَالَم۪ينَۜ(١٢٧) (127) Bunun için sizden bir karşılık beklemiyorum. Benim ecrimi vermek yalnız âlemlerin rabbine aittir.
اَتَبْنُونَ بِكُلِّ ر۪يعٍ اٰيَةً تَعْبَثُونَۙ(١٢٨) (128) Siz boş şeylerle uğraşarak her yüksek yere bir anıt mı dikersiniz?
وَتَتَّخِذُونَ مَصَانِـعَ لَعَلَّكُمْ تَخْلُدُونَۚ(١٢٩) (129) Temelli kalacağınızı umarak mı büyük konaklar yaparsınız?
وَاِذَا بَطَشْتُمْ بَطَشْتُمْ جَبَّار۪ينَۚ(١٣٠) (130) Gücünüzü hep zalim zorbalar gibi mi kullanırsınız?
فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُونِۚ(١٣١) (131) Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin.
وَاتَّقُوا الَّـذ۪ٓي اَمَدَّكُمْ بِمَا تَعْلَمُونَۚ(١٣٢) (132-134) Bildiğiniz şeyleri size veren, size sürüler, oğullar, bağlar, pınarlar ihsan eden Allah’a karşı gelmekten sakının.
اَمَدَّكُمْ بِاَنْعَامٍ وَبَن۪ينَۙ(١٣٣)
وَجَنَّاتٍ وَعُيُونٍۚ(١٣٤)
اِنّ۪ٓي اَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ عَظ۪يمٍۜ(١٣٥) (135) Doğrusu sizin hakkınızda büyük bir günün azabından korkuyorum."
قَالُوا سَوَٓاءٌ عَلَيْنَٓا اَوَعَظْتَ اَمْ لَمْ تَكُنْ مِنَ الْوَاعِظ۪ينَۙ(١٣٦) (136) Şöyle cevap verdiler: "Sen öğüt versen de vermesen de bizce birdir."
اِنْ هٰذَٓا اِلَّا خُلُقُ الْاَوَّل۪ينَۙ(١٣٧) (137) "Bu, öncekilerin tuttuğu yoldan başkası değildir.
وَمَا نَحْنُ بِمُعَذَّب۪ينَۚ(١٣٨) (138) Bu yüzden azaba uğratılacak da değiliz."
فَكَذَّبُوهُ فَاَهْلَكْنَاهُمْۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةًۜ وَمَا كَانَ اَكْثَرُهُمْ مُؤْمِن۪ينَ(١٣٩) (139) Böylece onu yalancılıkla suçladılar; biz de onları helâk ettik. Doğrusu bu anlatılanlarda büyük bir ibret vardır ama çokları inanmazlar.
وَاِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ۟(١٤٠) (140) Şüphesiz rabbin, işte O, mutlak güç ve engin merhamet sahibidir.
كَذَّبَتْ ثَمُودُ الْمُرْسَل۪ينَۚ(١٤١) (141) Semûd kavmi de peygamberleri yalancılıkla suçladı.
اِذْ قَالَ لَهُمْ اَخُوهُمْ صَالِحٌ اَلَا تَتَّقُونَۚ(١٤٢) (142) Kardeşleri Sâlih onlara şöyle demişti: "Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?
اِنّ۪ي لَكُمْ رَسُولٌ اَم۪ينٌۙ(١٤٣) (143) Bakınız, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.
فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُونِۚ(١٤٤) (144) Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.
وَمَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍۚ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلٰى رَبِّ الْعَالَم۪ينَۜ(١٤٥) (145) Bunun için sizden bir karşılık beklemiyorum. Benim ecrimi vermek yalnız âlemlerin rabbine aittir.
اَتُتْرَكُونَ ف۪ي مَا هٰهُنَٓا اٰمِن۪ينَۙ(١٤٦) (146-149) Siz burada, bahçelerin, pınarların içinde; ekinlerin, meyveleri uç vermiş hurma ağaçlarının arasında güven içinde bırakılacağınızı ve dağlardan ustaca evler oyup yapmaya devam edebileceğinizi mi sanıyorsunuz?
ف۪ي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍۙ(١٤٧)
وَزُرُوعٍ وَنَخْلٍ طَلْعُهَا هَض۪يمٌۚ(١٤٨)
وَتَنْحِتُونَ مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتاً فَارِه۪ينَۚ(١٤٩)
فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُونِۚ(١٥٠) (150) Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin.
وَلَا تُط۪يعُٓوا اَمْرَ الْمُسْرِف۪ينَۙ(١٥١) (151-152) Yeryüzünde düzeni bozan ama düzeltmeye yanaşmayan aşırıların istediklerini yapmayın."
اَلَّذ۪ينَ يُفْسِدُونَ فِي الْاَرْضِ وَلَا يُصْلِحُونَ(١٥٢)
قَالُٓوا اِنَّـمَٓا اَنْتَ مِنَ الْمُسَحَّر۪ينَۚ(١٥٣) (153) Dediler ki: "Kuşkusuz sen, kendisine büyü yapılmış birisin!
مَٓا اَنْتَ اِلَّا بَشَرٌ مِثْلُنَاۚ فَأْتِ بِاٰيَةٍ اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ(١٥٤) (154) Sen de yalnızca bizim gibi bir insansın. Eğer doğru sözlü isen, haydi bize bir mûcize getir."
قَالَ هٰذِه۪ نَاقَةٌ لَهَا شِرْبٌ وَلَكُمْ شِرْبُ يَوْمٍ مَعْلُومٍۚ(١٥٥) (155-156) Sâlih, "İşte (mûcize) bu dişi devedir; onun bir su içme hakkı vardır, belli bir günün içme hakkı da sizindir; sakın ona bir kötülük yapmayın, yoksa büyük bir günün azabı yakanıza yapışır" dedi.
وَلَا تَمَسُّوهَا بِسُٓوءٍ فَيَأْخُذَكُمْ عَذَابُ يَوْمٍ عَظ۪يمٍ(١٥٦)
فَعَقَرُوهَا فَاَصْبَحُوا نَادِم۪ينَۙ(١٥٧) (157-158) Buna rağmen onlar deveyi kestiler, ama yaptıklarına pişman oldular; çünkü onları azap yakaladı. Doğrusu bunda büyük bir ders vardır ama çokları iman etmezler.
فَاَخَذَهُمُ الْعَذَابُۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةًۜ وَمَا كَانَ اَكْثَرُهُمْ مُؤْمِن۪ينَ(١٥٨)
وَاِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ۟(١٥٩) (159) Şüphesiz rabbin, işte O, mutlak güç ve engin merhamet sahibidir.
كَذَّبَتْ قَوْمُ لُوطٍۨ الْمُرْسَل۪ينَۚ(١٦٠) (160) Lût kavmi de peygamberleri yalancılıkla suçladı.
اِذْ قَالَ لَهُمْ اَخُوهُمْ لُوطٌ اَلَا تَتَّقُونَۚ(١٦١) (161) Kardeşleri Lût onlara şöyle demişti: "Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?
اِنّ۪ي لَكُمْ رَسُولٌ اَم۪ينٌۙ(١٦٢) (162) Bilin ki ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.
فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُونِۚ(١٦٣) (163) Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.
وَمَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍۚ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلٰى رَبِّ الْعَالَم۪ينَۜ(١٦٤) (164) Bunun için sizden karşılık beklemiyorum. Benim ecrimi vermek yalnız âlemlerin rabbine aittir.
اَتَأْتُونَ الذُّكْرَانَ مِنَ الْعَالَم۪ينَۙ(١٦٥) (165-166) Rabbinizin sizler için yarattığı eşlerinizi bırakıp da insanlar arasından erkeklerle mi beraber oluyorsunuz? Doğrusu siz haddini aşan bir kavimsiniz!"
وَتَذَرُونَ مَا خَلَقَ لَكُمْ رَبُّكُمْ مِنْ اَزْوَاجِكُمْۜ بَلْ اَنْتُمْ قَوْمٌ عَادُونَ(١٦٦)
قَالُوا لَئِنْ لَمْ تَنْتَهِ۬ يَا لُوطُ لَتَكُونَنَّ مِنَ الْمُخْرَج۪ينَ(١٦٧) (167) "Ey Lût!" dediler, "Bu tutumundan vazgeçmezsen iyi bil ki sen de kovulacaksın!"
قَالَ اِنّ۪ي لِعَمَلِكُمْ مِنَ الْقَال۪ينَۜ(١٦٨) (168) Lût, "Doğrusu ben bu yaptığınızdan dolayı sizden nefret ediyorum" dedi.
رَبِّ نَجِّن۪ي وَاَهْل۪ي مِمَّا يَعْمَلُونَ(١٦٩) (169) "Rabbim! Beni ve ailemi, bunların yapmakta olduklarının vebalinden kurtar" diye dua etti.
فَنَجَّيْنَاهُ وَاَهْلَـهُٓ اَجْمَع۪ينَۙ(١٧٠) (170-171) Bunun üzerine geride kalanlar arasındaki yaşlı kadın müstesna, onu ve bütün ailesini kurtardık.
اِلَّا عَجُوزاً فِي الْغَابِر۪ينَۚ(١٧١)
ثُمَّ دَمَّرْنَا الْاٰخَر۪ينَۚ(١٧٢) (172) Sonra diğerlerini helâk ettik.
وَاَمْطَرْنَا عَلَيْهِمْ مَطَراًۚ فَسَٓاءَ مَطَرُ الْمُنْذَر۪ينَ(١٧٣) (173) üzerlerine de görülmemiş bir yağmur yağdırdık, sonunda önceden uyarılmış olanların yağmuru korkunç oldu.
اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةًۜ وَمَا كَانَ اَكْثَرُهُمْ مُؤْمِن۪ينَ(١٧٤) (174) Elbet bunda büyük bir ibret vardır; fakat çokları iman etmezler.
وَاِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ۟(١٧٥) (175) Şüphesiz rabbin, işte O, mutlak güç ve engin merhamet sahibidir.
كَذَّبَ اَصْحَابُ لْـَٔيْكَةِ الْمُرْسَل۪ينَۚ(١٧٦) (176) Eyke halkı da peygamberleri yalancılıkla suçladı.
اِذْ قَالَ لَهُمْ شُعَيْبٌ اَلَا تَتَّقُونَۚ(١٧٧) (177) Şuayb onlara şöyle demişti: "Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?
اِنّ۪ي لَكُمْ رَسُولٌ اَم۪ينٌۙ(١٧٨) (178) Bakınız ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.
فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُونِۚ(١٧٩) (179) Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.
وَمَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍۚ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلٰى رَبِّ الْعَالَم۪ينَۜ(١٨٠) (180) Bunun için sizden bir karşılık beklemiyorum. Benim ecrimi vermek yalnız âlemlerin rabbine aittir.
اَوْفُوا الْكَيْلَ وَلَا تَكُونُوا مِنَ الْمُخْسِر۪ينَۚ(١٨١) (181) Ölçüyü tam tutun, eksik verenlerden olmayın.
وَزِنُوا بِالْقِسْطَاسِ الْمُسْتَق۪يمِۚ(١٨٢) (182) Doğru terazi ile tartın.
وَلَا تَبْخَسُوا النَّاسَ اَشْيَٓاءَهُمْ وَلَا تَعْثَوْا فِي الْاَرْضِ مُفْسِد۪ينَۚ(١٨٣) (183) İnsanların hakkı olan şeyleri kısmayın, bozgunculuk yaparak yeryüzünde karışıklık çıkarmayın.
وَاتَّقُوا الَّذ۪ي خَلَقَكُمْ وَالْجِبِلَّةَ الْاَوَّل۪ينَۜ(١٨٤) (184) Sizi ve önceki nesilleri yaratana saygılı olun."
قَالُٓوا اِنَّـمَٓا اَنْتَ مِنَ الْمُسَحَّر۪ينَۙ(١٨٥) (185) Şöyle cevap verdiler: "Sen, gerçekten büyü yapılmış birisin!
وَمَٓا اَنْتَ اِلَّا بَشَرٌ مِثْلُنَا وَاِنْ نَظُنُّكَ لَمِنَ الْكَاذِب۪ينَۚ(١٨٦) (186) Sen de sadece bizim gibi bir beşersin. Biz senin kuşkusuz yalancılardan biri olduğuna inanıyoruz.
فَاَسْقِطْ عَلَيْنَا كِسَفاً مِنَ السَّمَٓاءِ اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَۜ(١٨٧) (187) Eğer doğru sözlü isen, haydi üstümüze gökten azap yağdır."
قَالَ رَبّ۪ٓي اَعْلَمُ بِمَا تَعْمَلُونَ(١٨٨) (188) Şuayb, "Yaptıklarınızı en iyi bilen rabbimdir" dedi.
فَكَذَّبُوهُ فَاَخَذَهُمْ عَذَابُ يَوْمِ الظُّلَّةِۜ اِنَّهُ كَانَ عَذَابَ يَوْمٍ عَظ۪يمٍ(١٨٩) (189) Onu yalancılıkla suçladılar, derken gölge gününün azabı üzerlerine çöküverdi. O gerçekten büyük bir günün azabıydı!
اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةًۜ وَمَا كَانَ اَكْثَرُهُمْ مُؤْمِن۪ينَ(١٩٠) (190) Doğrusu almak isteyenler için bunda büyük bir ders vardır; ama çokları iman etmezler.
وَاِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ۟(١٩١) (191) Şüphesiz rabbin, işte O, mutlak güç ve engin merhamet sahibidir.
وَاِنَّهُ لَتَنْز۪يلُ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۜ(١٩٢) (192) Şüphesiz bu Kur’an âlemlerin rabbi tarafından indirilmiştir.
نَزَلَ بِهِ الرُّوحُ الْاَم۪ينُۙ(١٩٣) (193-195) Onu, senin kalbine uyarıcılardan olasın diye açık bir Arapça ile Rûhulemîn indirmiştir.
عَلٰى قَلْبِكَ لِتَكُونَ مِنَ الْمُنْذِر۪ينَۙ(١٩٤)
بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُب۪ينٍۜ(١٩٥)
وَاِنَّهُ لَف۪ي زُبُرِ الْاَوَّل۪ينَ(١٩٦) (196) O Kur’an, şüphesiz öncekilerin kitaplarında da vardır.
اَوَلَمْ يَكُنْ لَهُمْ اٰيَةً اَنْ يَعْلَمَهُ عُلَمٰٓؤُ۬ا بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَۜ(١٩٧) (197) İsrâiloğulları bilginlerinin bunu bilmesi onlar için bir delil değil midir?
وَلَوْ نَزَّلْنَاهُ عَلٰى بَعْضِ الْاَعْجَم۪ينَۙ(١٩٨) (198-199) Kur’an’ı Arap olmayanlardan birine indirseydik de onu onlara okusaydı, yine iman etmezlerdi.
فَقَرَاَهُ عَلَيْهِمْ مَا كَانُوا بِه۪ مُؤْمِن۪ينَۜ(١٩٩)
كَذٰلِكَ سَلَكْنَاهُ ف۪ي قُلُوبِ الْمُجْرِم۪ينَۜ(٢٠٠) (200) Onu (inkârı) günahkârların zihinlerine böyle soktuk.
لَا يُؤْمِنُونَ بِه۪ حَتّٰى يَرَوُا الْعَذَابَ الْاَل۪يمَۙ(٢٠١) (201) Onlar, sonunda can yakıcı azabı görünceye kadar ona iman etmezler.
فَيَأْتِيَهُمْ بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَۙ(٢٠٢) (202) O azap farkında olmadan kendilerine ansızın geliverir.
فَيَقُولُوا هَلْ نَحْنُ مُنْظَرُونَۜ(٢٠٣) (203) Sonra, "Bize yeni bir süre verilir mi acaba?" diyecekler.
اَفَبِعَذَابِنَا يَسْتَعْجِلُونَ(٢٠٤) (204) O halde (şimdi gelsin diyerek) azabımızın çabuklaşmasını mı istiyorlar?
اَفَرَاَيْتَ اِنْ مَتَّعْنَاهُمْ سِن۪ينَۙ(٢٠٥) (205-206) Ne dersin? Biz onları yıllarca nimetlerden faydalandırmışsak, sonra da kendilerine vaad edilen azap başlarına gelmişse!
ثُمَّ جَٓاءَهُمْ مَا كَانُوا يُوعَدُونَۙ(٢٠٦)
مَٓا اَغْنٰى عَنْهُمْ مَا كَانُوا يُمَتَّعُونَۜ(٢٠٧) (207) Senelerce yararlandırıl-dıkları nimetler onlara ne fayda sağlamıştır?
وَمَٓا اَهْلَكْنَا مِنْ قَرْيَةٍ اِلَّا لَهَا مُنْذِرُونَۗۛ(٢٠٨) (208-209) Kaldı ki biz, öğüt vermek üzere uyarıcılar göndermeden hiçbir ülke halkını yok etmemişizdir. Biz zalim değiliz.
ذِكْرٰى۠ۛ وَمَا كُنَّا ظَالِم۪ينَ(٢٠٩)
وَمَا تَنَزَّلَتْ بِهِ الشَّيَاط۪ينُ(٢١٠) (210-211) Onu (ilâhî öğüdü) şeytanlar indirmedi. Bu onların yapacağı iş değildir, zaten buna güçleri de yetmez.
وَمَا يَنْبَغ۪ي لَهُمْ وَمَا يَسْتَط۪يعُونَۜ(٢١١)
اِنَّهُمْ عَنِ السَّمْعِ لَمَعْزُولُونَۜ(٢١٢) (212) Şüphesiz onlar, vahyi işitmekten kesinlikle uzak tutulmuşlardır.
فَلَا تَدْعُ مَعَ اللّٰهِ اِلٰهاً اٰخَرَ فَتَكُونَ مِنَ الْمُعَذَّب۪ينَۚ(٢١٣) (213) O halde sakın Allah ile birlikte başka tanrıya kulluk edip yalvarma, sonra cezaya çarptırılanlardan olursun!
وَاَنْذِرْ عَش۪يرَتَكَ الْاَقْرَب۪ينَۙ(٢١٤) (214) Yakın akrabanı da uyar.
وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ لِمَنِ اتَّـبَعَكَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَۚ(٢١٥) (215) Sana uyan müminlere kol kanat ger.
فَاِنْ عَصَوْكَ فَقُلْ اِنّ۪ي بَر۪ٓيءٌ مِمَّا تَعْمَلُونَۚ(٢١٦) (216) Şayet sana karşı gelirlerse de ki: "Ben sizin yaptıklarınızdan kesinlikle uzağım."
وَتَوَكَّلْ عَلَى الْعَز۪يزِ الرَّح۪يمِۙ(٢١٧) (217-219) Sen, O, mutlak güçlü ve engin merhamet sahibi olan, huzurunda durduğun ve secde edenler içinde halden hale girdiğin zaman seni gören Allah’a güvenip dayan.
اَلَّذ۪ي يَرٰيكَ ح۪ينَ تَقُومُۙ(٢١٨)
وَتَقَلُّبَكَ فِي السَّاجِد۪ينَ(٢١٩)
اِنَّهُ هُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ(٢٢٠) (220) Her şeyi işiten, bilen O’dur.
هَلْ اُنَبِّئُكُمْ عَلٰى مَنْ تَنَزَّلُ الشَّيَاط۪ينُۜ(٢٢١) (221) Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi?
تَنَزَّلُ عَلٰى كُلِّ اَفَّاكٍ اَث۪يمٍۙ(٢٢٢) (222) Onlar günaha, iftiraya düşkün olan herkese inerler (onlara kötülüğü telkin ederler).
يُلْقُونَ السَّمْعَ وَاَكْثَرُهُمْ كَاذِبُونَۜ(٢٢٣) (223) Bunlar, (şeytanlara) kulak verirler, çoğu da yalancıdır.
وَالشُّعَرَٓاءُ يَتَّبِعُهُمُ الْغَاوُ۫نَۜ(٢٢٤) (224) Şairlere gelince, onlara da yoldan sapmışlar uyarlar.
اَلَمْ تَرَ اَنَّهُمْ ف۪ي كُلِّ وَادٍ يَه۪يمُونَۙ(٢٢٥) (225-226) Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve gerçekte yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmez misin?
وَاَنَّهُمْ يَقُولُونَ مَا لَا يَفْعَلُونَۙ(٢٢٦)
اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَذَكَرُوا اللّٰهَ كَث۪يراً وَانْتَصَرُوا مِنْ بَعْدِ مَا ظُلِمُواۜ وَسَيَعْلَمُ الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا اَيَّ مُنْقَلَبٍ يَنْقَلِبُونَ(٢٢٧) (227) Ancak iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlar, Allah’ı çokça ananlar ve haksızlığa uğratıldıktan sonra kendilerini savunanlar başkadır. Haksızlık edenler, neye nasıl dönüşeceklerini (başlarına nelerin geleceğini) yakında görecekler.